Rölativite Teorisi
3. Bölüm

Rölativite teorisinin en önemli bulgularından biri de, madde ve enerjinin klasik fizikteki gibi birbirinden bağımsız, ayrı ayrı mutlak şeyler olmadıklarını göstermesidir. Çünkü aralarında bir fark yoktur. Madde çok yoğun bir enerji, enerji de çok seyrek bir maddedir. Ya da madde, donmuş bir enerji titreşimidir. Madde yoksa enerji, enerji yoksa madde yoktur. Madde ve enerji, aynı şeyin farklı birer görünümleridir ki, aralarındaki fark geçici bir hal olarak biri diğerine dönüşebilmektedir. Bir cisim (onu hızlandırmak  üzere verdiğimiz enerji, cismin kütlesine ekleneceği için bunu bir kenara bırakırsak) ışık hızıyla yol aldığı zaman biz ona “ışık (enerji)” deriz. Aynı şekilde eğer bir ışık, enerji miktarına göre yoğunlaşır, durgun bir hale dönüşüp katılaşırsa o zaman da ona “madde” deriz. Her şeyin orijininin enerji, maddenin de bu madde-ötesi olan enerjiye dönüşme durumu aynı zamanda; madde ötesinde hiçbir şeyin olamayacağını, ezeli ve ebedi olduğu için de maddenin hiçbir şekilde yok edilemeyeceğine inanan materyalist ve ona dayalı tüm görüşleri de tamamen ortadan kaldırmıştır.

Madde ile enerji arasındaki dönüşüm ya da eşitlik formülü ise; E= mx(c üzeri 2) ile ifade edilmektedir. Bunun anlamı; bir cismin kütlesinin ışık hızının karesiyle çarpımı, o cismin sahip olduğu enerjiyi bize vermesidir. Aynı şekilde bir cisimden ısı, ışık...vb çeşitli türlerde enerji yayımlanırsa cisim m=E/(c üzeri2) miktarınca kütle kaybeder. Az bir kütlenin çok büyük miktarlarda enerjiyle temsil edilmesinin nedeni ise, ışık hızının (dolayısıyla karesinin) çok büyük değerlerde oluşundandır. Bu yüzden 1945 yılında patlatılan atom bombasında ortaya çıkan korkunç enerji, kullanılan maddenin sadece çok çok az bir kısmının ışık, ısı, çeşitli radyasyon, ses ve hareket gibi çeşitli şekillerdeki enerji biçimlerine dönüştürülmesiyle meydana gelmiştir. Sadece termonükleer reaksiyonlarda değil, ısı veren diğer tüm kimyasal reaksiyonlarda da açığa çıkan enerjinin kaynağı da yine maddenin bir kısmının enerjiye dönüşme olayıdır.

Enerjinin maddenin üst boyutu, maddenin de enerjinin bir görünümü olması durumu, asıl olanın enerji olduğunu, dolayısıyla maddenin hiçbir zaman var olmadığını bize göstermektedir. Bu yüzden bizler gerçekte maddesel bir ortam yerine, kendi beş duyusal yapımız da dahil olmak üzere, bölünmez, parçalanmaz ve holografik bir biçimde düzenlenmiş Tek bir yapıdaki sonsuz frekanslı (fotonlardan, madde ötesinden) ışıktan oluşmuş bir evrenin çok dar bir skalasında (aralığında) yer alan enerji titreşimleriyiz. Ancak, belli bir zaman önce varlık böyleydi de  şimdi maddesel bir biçimde var değil, şu anda dahi öyledir. Benzer deyişle bizler gerçekte birer dalga-bilinç yapılı varlıklarız.
Böylece, her biri kendi boyutunca maddesel olarak algılanan sonsuz enerji titreşimleri, Tek ve Tümel enerji alanının farklı birer görüntüleridir.

Aynı şekilde dört boyutlu tekil bir yapının farklı birer görünümü olması nedeniyle, uzay-zaman arasındaki farklılık da bir yanılsamadan ibarettir. Yani birbirinden ayrı kavramlar değillerdir. Böylece, uzay ile zaman yer değiştirebilmekte, biri diğeri cinsinden ifade edilebilmektedir. Zamanı uzay cinsinden ifade ettiğimizde, zaman dolayısıyla geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım ortadan kalkarak yerini An kavramına bırakır. Bunu daha iyi anlamamız için; eğer bir cismin dört boyutlu resmini çekebilmiş olsaydık, bu fotoğrafta cismin var olduğu tüm zaman dilimlerinden sadece birini değil, zaman boyunca yer aldığı tüm dilimleri bir Bütün olarak görürdük. Oysa biz mekânı somut buna dik olan zaman boyutunu da soyut olarak algılamaktayız. Bunun matematiksel gösteriminde ise, mekanı Reel (gerçek), bu boyuta dik zaman boyutunu da sanal (imajiner) sayılarla ifade etmekteyiz. Bu yüzden zaman, mekânın (uzayın) yan yana (peş peşe) diziliminden kaynaklanan bir algı yanılsamasıdır ki, bu da zamanın aslında gelip geçen ve belli bir yöne (geçmişten, geleceğe ya da gelecekten geçmişe) doğru akan bir şey olmadığını bize göstermektedir. Bu konuda ünlü fizikçi Louis de Brogle şöyle demektedir: “ Hepimiz için aslında geçmişi ve geleceği oluşturan her şey, uzay-zamanda bütün bir blok haline dönüşür. Zamanın geçtiğini gören her gözlemci, uzay-zamanın yeni katmanlarını keşfedecektir. Bunlar onun için maddesel dünyanın peş peşe gelen öğeleri olarak gözükmektedir...”

Bu nedenle, ‘an ‘ı yaşamak, içinde bulunulan kısa süreli zaman dilimini değil, geçmiş, şimdi ve geleceğin her an iç içe bulunduğu  “sonsuz An ı” algılayıp değerlendirmek demektir.

Uzay zamanın birbirine eş değerde olması kendisini çok çok küçük uzay aralıklarında daha da belirgin göstermektedir. Çünkü, mesafeler kısaldıkça zaman da aynı oranda kısalmaktaydı. Mesela Planck boyutları ya da karadeliklerin olay ufku kenarına (civarına) inildikçe  uzay-zamanın kısalığı o kadar fazlalaşır ki, ikisi arasındaki ayrım tamamen ortadan kalkarak eşitlenmekte uzay, zamana; zaman da uzaya karışmaktadır. Tam Planck boyutu ya da karadeliğin olay ufkunda uzay-zaman ortadan kalksa da takyon boyutu açısından olaya bakacak olursak, bu sınırın altında tamamen yer değişirler. Böylece imajiner (soyut) olan zaman Reel (somut) uzay olurken, somut olan mekân da soyut zamana dönüşür.

Işık hızı, aynı zamanda zamanın akma hızı olduğu için, (evren (uzay) zaman boyutunda saniyede 300 bin km’lik hızla yol almaktadır) ışık hızına yaklaştığımızda zaman duvarına yaklaşmış, tam ışık hızında da zamanı aşmış oluruz. Bu durumda tüm uzayda katlanarak, zamanla birlikte yok olur. Uzay-zaman bağından kurtulmak ise, ölümsüzlüğü yakalamakla eş anlamlıdır. Ayrıca, (aşağıdan yukarı bakışta) uzay-zamanın yok olması demek, aynı zamanda (yukarıdan aşağıya bakış açısına göre) tüm uzay-zamana Tek bir gözle bakmak demektir. Yani, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tüm zaman boyunca sıralanmış mekânlar (uzaylar) blok halinde bir bütün olarak görünür ve bu yüzden zamanın algılanışından doğan nedensellik kavramı da yok olur. Bu görme işlemi ise, sağ duyumuzun bizi yanılttığı gibi dışarıdan ikinci, ayrı bir şeye bakmak gibi değil, eşyanın (şeylerin) kendisi olarak görmesi şeklindedir.

Tek bir “An”da blok halinde görülen uzay-zamanın gelecek ya da geçmiş dilimlerine gidebilmemiz için dördüncü boyutta hareket etmemiz gerekmektedir. Bunun için ya ışık hızına çok yakın hızlarda yolculuk etmeliyiz ya da ışık hızından hızlı gitmeliyiz. Benzer ifadeyle, ya karadeliklerin olay ufkuna yaklaşmamız ya da karadeliğin içi olan olay ufkunun ardına geçmemiz gerekmektedir. Işık hızına veya olay ufkuna yaklaşırsak zaman asansöründe geleceğe, ışığın ya da olay ufkunun ardına geçmekle de uzay-zamanın geçmiş dilimlerine gider, istediğimiz dilimde ortaya çıkar, o yer ve zamanda yaşamımıza devam ederiz. Biz bu tünel (asansör) yardımıyla bilinen bir mekânın geçmiş ve geleceğine gidebileceğimiz gibi, aynı zaman diliminde farklı mekânlara ya da farklı zaman ve mekânlara gidebiliriz. Bu farklı zaman ve mekân, bizim bildiğimiz türün dışında hayal bile edemeyeceğimiz çok değişik boyutlarda olabilmektedir. Tam olay ufku ya da ışık hızında beşinci boyuta çıkacağımızdan uzay-zaman tek bir noktada büzüşerek ortadan kalkar.

Ayrıca, bu uzay-zamanların beşinci boyuttan bir bütün olarak algılanması için, ışık hızında yolculuk edilmesi veya karadeliklere girilmesi gerekmez. Gerekli olan şey, belli fiziki (ibadet adı altındaki) çalışmalar ve kendini bilmeye dönük ilimle birlikte çok yoğun bir tefekkür sonucu Bilincin tam ışık hızına ulaşmasıdır. Tıpkı mistiklerin yaptıkları gibi. Zaten cennet yaşantısı dediğimiz şey de; bilincin uzay-zaman kısıtlılığından kurtulmak suretiyle kendini tam ışık hızında bulması ve bunun sonuçlarını kendi kapasitesince yaşaması olayıdır.

Işık hızında hareket ettiğimizde de hız kavramını tamamen yitirir, uzay-zamanı geride bırakırız. Dört boyutlu uzay-zamanın bitiminde ise, Beşinci Boyuta yani tüm evrenlerin birer big-bang noktası (noktaları) olarak yer aldığı Süper Uzaya çıkmış oluruz. Bu boyutta hareket ve mesafe kavramı olmadığından gelme-gitme, baş-son,...vb kavramlarda düşer. Bu yüzden buradaki her bir nokta bir diğer noktanın kendisidir. Yada her bir nokta tüme ait olanın kendisidir. Eğer biz bu boyuta bir alan gözüyle bakacak olursak bu sefer de bu alanın en ufak bir bölümünün (birim alanının) tümünü içerdiğini söyleriz.

Bununla birlikte, evrenin neresinde olunursa olunsun, ister ışık hızıyla isterse karadelik vasıtasıyla olsun fark etmez, yine aynı nokta ile beşinci boyuta çıkılır. Örneklemek istersek; güneş sisteminde ışık hızına ulaşmış da olsanız, üç milyar ışık yılı uzaklıktaki bir karadeliğin içine de girseniz, sonuçta yine aynı noktada buluşarak beşinci ya da süper uzaya ulaşmış olursunuz. Bu evrenin her bir noktası için aynen geçerlidir. Dolayısıyla, evrendeki tüm noktalar birbirinin aynısı olan Tek bir noktadır. Olay bununla da sınırlı değil. Çünkü örneğimizde karadeliğe giren siz değil de, arkadaşınız olsa durum yine değişmeyerek bu noktada ikiniz de Tek bir Bütün olarak Süper Uzayda yer almış olursunuz. Bu bir olma ise, iki ayrı şeyin yan yana gelip birleşmesi biçiminde olmayıp iki farklı şeymiş gibi görünenin aynı şey olması şeklindedir (iki şey için verdiğimiz bu örneği evrenin tümüne genişletebiliriz). İşte, işin en can alıcı noktası bu ifadedir. Bu sebeple evrendeki sonsuz sayıda görünen çokluk görüntüsü, gerçekte aynı Tek Şeyin, rölativiteden, izafiyetten kaynaklanan çeşitli görünümleridir. (bkz. Hangi evreni Algılamaktayız I,II,III. www.gulizk.com / fizik)

Newton fiziği; mutlak uzay ve zamanın, içinde meydana gelen olaylardan etkilenmeksizin ezeli ve ebedi olarak daima mevcut olduğunu bu nedenle de bildiğimiz maddesel boyut ve zamanın bir başlangıcının olmadığını söylerken, Einstein’in rölativite teorisi ise; bunun aksi olarak uzay ve zamanın içindeki olaylardan etkilendiği için mutlak olmadığını ve zamanın mekân ile birlikte geçmişteki bir noktadan meydana geldiğini belirtmektedir. Yani, uzayın (mekânın) bir başlangıcı olduğu gibi zamanın da başlangıcı vardır. Benzer ifadeyle, zaman da mekân ile birlikte yaratılmıştır. Zamanın bir başlangıcının olması ise ondan önce hiçbir biçimde var olmadığı anlamına gelir. “Peki o halde, ne vardı?” sorusu hemen akla gelmektedir.

Buna sufizm, Mana boyutu olarak cevap vermektedir. Başka bir deyişle, Hz Muhammed (sav)’ in “Allah var idi Onunla birlikte hiçbir şey yok idi” şeklinde ifade ettiği Mutlak Varlığın kendisinin mevcut olduğunu söyler. Yani salt ilim. Göresellikten kaynaklanan uzay-zamanın geçerli olmadığı bu boyutta var olan zaman birimi ise “An” dır.  Tüm bunları da bir mekân şeklinde değil, boyutsal anlamda düşünmeliyiz. Ayrıca bu boyutun var etmesiyle oluşan alt boyutlarda da Ondan ayrı bir şey yoktur; ancak bu boyuttakiler yaratılmıştır. Yoktan var edilmişlerdir. Oysa, Salt İlim boyutunda yaratılmışlık söz konusu değildir. Kaldı ki, bu gibi tanımlamalar bile bize göre anlatımlardır. İşte tasavvufta manaların seyri denilen olayla, Kâinatın yaratılması denilen olay aynı şeydir. Böylece isimlerin manalarının seyri, kâinatın yaratılması denilen olayla başlamıştır. Yani, zaman ve mekân boyutları bu seyir ile meydana gelmiştir. Âlemi seyir (Âlemin Seyredilmesi) denilen mana da budur. Âlemin seyri derken de, bildiğimiz anlamda gözlerimizi gökyüzüne dikip (ister çıplak gözle isterse herhangi bir araçla) seyretmek ya da gözlemci ve gözlemlenen ikilemine dayalı bir biçimde hariçteki bir şeyi hangi türden olursa olsun yakınlaştırarak görmek de değildir. Bu öyle bir seyirdir ki, gözlemci ve gözlemlenen dualitesi olmaksızın Tek’in kendi kendini seyridir. Evrensel sistem dediğimiz, tüm sistemlerde, bu noktayla birlikte meydana gelmiş, yaratılmıştır. Bu yüzden bu noktanın (sınırın) öncesinde yer alan boyutlarda sistemlerden değil, İlimden söz edilir. Bir anlamda Salt ilim, bu sınırdan sistem adı altında belirmekte gözükmektedir de diyebiliriz. (bkz. Zaman Ötesi - Ahmed Fevzi Yüksel / www.gulizk.com )

Tekrar özetlersek; zaman yoksa mekânın, mekân yoksa zamanın yok olması demek hiçbir şeyin olmaması değil, bildiğimiz anlamda bir şeylerin olmaması demektir. Çünkü zaman ve mekânın olmadığı yerde uzay-zamana ait boyutsallığın dışında da Boyutlar bulunmaktadır. Biz bu boyuta Salt İlim Boyutu demiştik. Ayrıca bu sınır Hz. Muhammed (sav)’in miraç hadisesindeki Sidre-i Münteha olarak adlandırdığı ve Cebrail (as)’ ın “bir adım daha öteye gidersem yanarım” (bu boyut itibariyle varlığım ortadan kalkmış olsa da bir üst boyut itibariyle varlığım devam eder) dediği ve efal (çokluk) aleminin ya da  Salt Enerjinin Elektromanyetik dalga adıyla bilinen enerji boyutunun (takyonlar açısından bakacak olursak sonsuz-sınırsız takyon enerjisinin)  ya da somut alemin bitip soyut yani salt ilim boyutunun başladığı yerdir. Evrende olmuş ve olacak tüm olaylar bu boyutta suretsiz ve şekilsiz olarak mevcuttur.Yine miraç da Resulullah’ın Rabbi ile baş başa kalması, özüne yönelmek suretiyle Rabbini (Hakikâtini) müşahede etmesi denilen olay bu noktadan itibaren başlamaktadır ki, buna mistik dille enfüsi (Batıni) seyir adı verilmektedir.

Aslında manaların enerjiye dönüştüğü ya da enerji adı altında belirdiği ilk anda (sınırda) veya boyutta da zaman ve mekânın varlığı söz konusu değildir. Bu sonsuz-sınırsız enerji yapıda geçerli olan zaman birimi ise, yine  “An” dır. Ve yine her şey bu boyuttaki “An”da şekilsiz ve suretsiz olarak mevcuttur. Allah’ın Kudret sıfatının mazharı olan bu Bilinçli Enerjiye (Meleğe) aynı zamanda Ruhu Azam, bu Meleğin Sahip olduğu Akıla ya da Allah’ın İlim sıfatının mazharı olan bu Bilince Kozmik Bilinç (Aklı Evvel), Kimliğine ise, Hakikatı Muhammediye denir. İşte zaman ve mekân bu sonsuz ve sınırsız enerjinin çeşitli oranlarda terkipler biçiminde safha-safha, boyut-boyut görünmesi, yoğunlaşması sonucunda meydana gelmiştir. Melekler, yeryüzü melaikesi, Cin kökenli varlık ve melekler, Cinler, insanlar yani istisnasız tüm yaratılmışların hepsi varlıklarını ve şuurunu bu Enerji-Bilinç yapılı Melekten alırlar.

Devam edecek...

hologramk@yahoo.com
İstanbul - 24.02.2004
http://sufizmveinsan.com

 


Üst Ana sayfa e-mail