Rölativite teorisinin en önemli bulgularından biri de, madde ve
enerjinin klasik fizikteki gibi birbirinden bağımsız, ayrı ayrı
mutlak şeyler olmadıklarını göstermesidir. Çünkü aralarında bir
fark yoktur. Madde çok yoğun bir enerji, enerji de çok seyrek
bir maddedir. Ya da madde, donmuş bir enerji titreşimidir. Madde
yoksa enerji, enerji yoksa madde yoktur. Madde ve enerji, aynı
şeyin farklı birer görünümleridir ki, aralarındaki fark geçici
bir hal olarak biri diğerine dönüşebilmektedir. Bir cisim (onu
hızlandırmak üzere verdiğimiz enerji, cismin kütlesine
ekleneceği için bunu bir kenara bırakırsak) ışık hızıyla yol
aldığı zaman biz ona “ışık (enerji)” deriz. Aynı şekilde eğer
bir ışık, enerji miktarına göre yoğunlaşır, durgun bir hale
dönüşüp katılaşırsa o zaman da ona “madde” deriz. Her şeyin
orijininin enerji, maddenin de bu madde-ötesi olan enerjiye
dönüşme durumu aynı zamanda; madde ötesinde hiçbir şeyin
olamayacağını, ezeli ve ebedi olduğu için de maddenin hiçbir
şekilde yok edilemeyeceğine inanan materyalist ve ona dayalı tüm
görüşleri de tamamen ortadan kaldırmıştır.
Madde ile
enerji arasındaki dönüşüm ya da eşitlik formülü ise; E= mx(c
üzeri 2) ile ifade edilmektedir. Bunun anlamı; bir cismin
kütlesinin ışık hızının karesiyle çarpımı, o cismin sahip olduğu
enerjiyi bize vermesidir. Aynı şekilde bir cisimden ısı,
ışık...vb çeşitli türlerde enerji yayımlanırsa cisim m=E/(c
üzeri2) miktarınca kütle kaybeder. Az bir kütlenin çok büyük
miktarlarda enerjiyle temsil edilmesinin nedeni ise, ışık
hızının (dolayısıyla karesinin) çok büyük değerlerde
oluşundandır. Bu yüzden 1945 yılında patlatılan atom bombasında
ortaya çıkan korkunç enerji, kullanılan maddenin sadece çok çok
az bir kısmının ışık, ısı, çeşitli radyasyon, ses ve hareket
gibi çeşitli şekillerdeki enerji biçimlerine dönüştürülmesiyle
meydana gelmiştir. Sadece termonükleer reaksiyonlarda değil, ısı
veren diğer tüm kimyasal reaksiyonlarda da açığa çıkan enerjinin
kaynağı da yine maddenin bir kısmının enerjiye dönüşme olayıdır.
Enerjinin
maddenin üst boyutu, maddenin de enerjinin bir görünümü
olması durumu, asıl olanın enerji olduğunu, dolayısıyla maddenin
hiçbir zaman var olmadığını bize göstermektedir. Bu yüzden
bizler gerçekte maddesel bir ortam yerine, kendi beş duyusal
yapımız da dahil olmak üzere, bölünmez, parçalanmaz ve
holografik bir biçimde düzenlenmiş Tek bir yapıdaki sonsuz
frekanslı (fotonlardan, madde ötesinden) ışıktan oluşmuş bir
evrenin çok dar bir skalasında (aralığında) yer alan enerji
titreşimleriyiz. Ancak, belli bir zaman önce varlık böyleydi de
şimdi maddesel bir biçimde var değil, şu anda dahi öyledir.
Benzer deyişle bizler gerçekte birer dalga-bilinç yapılı
varlıklarız.
Böylece, her biri kendi boyutunca maddesel olarak algılanan
sonsuz enerji titreşimleri, Tek ve Tümel enerji alanının farklı
birer görüntüleridir.
Aynı şekilde
dört boyutlu tekil bir yapının farklı birer görünümü olması
nedeniyle, uzay-zaman arasındaki farklılık da bir yanılsamadan
ibarettir. Yani birbirinden ayrı kavramlar değillerdir. Böylece,
uzay ile zaman yer değiştirebilmekte, biri diğeri cinsinden
ifade edilebilmektedir. Zamanı uzay cinsinden ifade ettiğimizde,
zaman dolayısıyla geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım
ortadan kalkarak yerini An kavramına bırakır. Bunu daha
iyi anlamamız için; eğer bir cismin dört boyutlu resmini
çekebilmiş olsaydık, bu fotoğrafta cismin var olduğu tüm zaman
dilimlerinden sadece birini değil, zaman boyunca yer aldığı tüm
dilimleri bir Bütün olarak görürdük. Oysa biz mekânı somut buna
dik olan zaman boyutunu da soyut olarak algılamaktayız. Bunun
matematiksel gösteriminde ise, mekanı Reel (gerçek), bu boyuta
dik zaman boyutunu da sanal (imajiner) sayılarla ifade
etmekteyiz. Bu yüzden zaman, mekânın (uzayın) yan yana (peş
peşe) diziliminden kaynaklanan bir algı yanılsamasıdır ki, bu da
zamanın aslında gelip geçen ve belli bir yöne (geçmişten,
geleceğe ya da gelecekten geçmişe) doğru akan bir şey olmadığını
bize göstermektedir. Bu konuda ünlü fizikçi Louis de Brogle
şöyle demektedir: “ Hepimiz için
aslında geçmişi ve geleceği oluşturan her şey, uzay-zamanda
bütün bir blok haline dönüşür. Zamanın geçtiğini gören her
gözlemci, uzay-zamanın yeni katmanlarını keşfedecektir. Bunlar
onun için maddesel dünyanın peş peşe gelen öğeleri olarak
gözükmektedir...”
Bu nedenle,
‘an ‘ı yaşamak, içinde bulunulan kısa
süreli zaman dilimini değil, geçmiş, şimdi ve geleceğin her an
iç içe bulunduğu “sonsuz An ı” algılayıp değerlendirmek
demektir.
Uzay zamanın
birbirine eş değerde olması kendisini çok çok küçük uzay
aralıklarında daha da belirgin göstermektedir. Çünkü, mesafeler
kısaldıkça zaman da aynı oranda kısalmaktaydı. Mesela Planck
boyutları ya da karadeliklerin olay ufku kenarına (civarına)
inildikçe uzay-zamanın kısalığı o kadar fazlalaşır ki, ikisi
arasındaki ayrım tamamen ortadan kalkarak eşitlenmekte uzay,
zamana; zaman da uzaya karışmaktadır. Tam Planck boyutu ya da
karadeliğin olay ufkunda uzay-zaman ortadan kalksa da takyon
boyutu açısından olaya bakacak olursak, bu sınırın altında
tamamen yer değişirler. Böylece imajiner (soyut) olan zaman Reel
(somut) uzay olurken, somut olan mekân da soyut zamana dönüşür.
Işık hızı, aynı zamanda
zamanın akma hızı olduğu için, (evren (uzay) zaman boyutunda
saniyede 300 bin km’lik hızla yol almaktadır) ışık hızına
yaklaştığımızda zaman duvarına yaklaşmış, tam ışık hızında da
zamanı aşmış oluruz. Bu durumda tüm uzayda katlanarak, zamanla
birlikte yok olur. Uzay-zaman bağından kurtulmak ise,
ölümsüzlüğü yakalamakla eş anlamlıdır. Ayrıca, (aşağıdan
yukarı bakışta) uzay-zamanın yok olması demek, aynı zamanda
(yukarıdan aşağıya bakış açısına göre) tüm uzay-zamana Tek bir
gözle bakmak demektir. Yani, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tüm
zaman boyunca sıralanmış mekânlar (uzaylar) blok halinde bir
bütün olarak görünür ve bu yüzden zamanın algılanışından doğan
nedensellik kavramı da yok olur. Bu
görme işlemi ise, sağ duyumuzun bizi yanılttığı gibi dışarıdan
ikinci, ayrı bir şeye bakmak gibi değil, eşyanın (şeylerin)
kendisi olarak görmesi şeklindedir.
Tek bir “An”da blok halinde görülen
uzay-zamanın gelecek ya da geçmiş dilimlerine gidebilmemiz için
dördüncü boyutta hareket etmemiz gerekmektedir. Bunun için ya
ışık hızına çok yakın hızlarda yolculuk etmeliyiz ya da ışık
hızından hızlı gitmeliyiz. Benzer ifadeyle, ya karadeliklerin
olay ufkuna yaklaşmamız ya da karadeliğin içi olan olay ufkunun
ardına geçmemiz gerekmektedir. Işık hızına veya olay ufkuna
yaklaşırsak zaman asansöründe geleceğe, ışığın ya da olay
ufkunun ardına geçmekle de uzay-zamanın geçmiş dilimlerine
gider, istediğimiz dilimde ortaya çıkar, o yer ve zamanda
yaşamımıza devam ederiz. Biz bu tünel (asansör) yardımıyla
bilinen bir mekânın geçmiş ve geleceğine gidebileceğimiz gibi,
aynı zaman diliminde farklı mekânlara ya da farklı zaman ve
mekânlara gidebiliriz. Bu farklı zaman ve mekân, bizim
bildiğimiz türün dışında hayal bile edemeyeceğimiz çok değişik
boyutlarda olabilmektedir. Tam olay ufku ya da ışık hızında
beşinci boyuta çıkacağımızdan uzay-zaman tek bir noktada
büzüşerek ortadan kalkar.
Ayrıca, bu uzay-zamanların beşinci
boyuttan bir bütün olarak algılanması için, ışık hızında
yolculuk edilmesi veya karadeliklere girilmesi gerekmez. Gerekli
olan şey, belli fiziki (ibadet adı altındaki) çalışmalar ve
kendini bilmeye dönük ilimle birlikte çok yoğun bir tefekkür
sonucu Bilincin tam ışık hızına ulaşmasıdır. Tıpkı mistiklerin
yaptıkları gibi. Zaten cennet yaşantısı dediğimiz şey de;
bilincin uzay-zaman kısıtlılığından kurtulmak suretiyle kendini
tam ışık hızında bulması ve bunun sonuçlarını kendi
kapasitesince yaşaması olayıdır.
Işık hızında
hareket ettiğimizde de hız kavramını tamamen yitirir,
uzay-zamanı geride bırakırız. Dört boyutlu uzay-zamanın
bitiminde ise, Beşinci Boyuta yani tüm evrenlerin birer big-bang
noktası (noktaları) olarak yer aldığı Süper Uzaya çıkmış oluruz.
Bu boyutta hareket ve mesafe kavramı olmadığından gelme-gitme,
baş-son,...vb kavramlarda düşer. Bu yüzden buradaki her bir
nokta bir diğer noktanın kendisidir. Yada her bir nokta tüme ait
olanın kendisidir. Eğer biz bu boyuta bir alan gözüyle bakacak
olursak bu sefer de bu alanın en ufak bir bölümünün (birim
alanının) tümünü içerdiğini söyleriz.
Bununla
birlikte, evrenin neresinde olunursa olunsun, ister ışık hızıyla
isterse karadelik vasıtasıyla olsun fark etmez, yine aynı nokta
ile beşinci boyuta çıkılır. Örneklemek istersek; güneş
sisteminde ışık hızına ulaşmış da olsanız, üç milyar ışık yılı
uzaklıktaki bir karadeliğin içine de girseniz, sonuçta yine aynı
noktada buluşarak beşinci ya da süper uzaya ulaşmış olursunuz.
Bu evrenin her bir noktası için aynen geçerlidir. Dolayısıyla,
evrendeki tüm noktalar birbirinin aynısı olan Tek bir noktadır.
Olay bununla da sınırlı değil. Çünkü örneğimizde karadeliğe
giren siz değil de, arkadaşınız olsa durum yine değişmeyerek bu
noktada ikiniz de Tek bir Bütün olarak Süper Uzayda yer almış
olursunuz. Bu bir olma ise, iki ayrı şeyin yan yana gelip
birleşmesi biçiminde olmayıp iki farklı şeymiş gibi görünenin
aynı şey olması şeklindedir (iki şey için verdiğimiz bu örneği
evrenin tümüne genişletebiliriz). İşte, işin en can alıcı
noktası bu ifadedir. Bu sebeple evrendeki sonsuz sayıda görünen
çokluk görüntüsü, gerçekte aynı Tek Şeyin, rölativiteden,
izafiyetten kaynaklanan çeşitli görünümleridir. (bkz. Hangi
evreni Algılamaktayız I,II,III.
www.gulizk.com / fizik)
Newton fiziği;
mutlak uzay ve zamanın, içinde meydana gelen olaylardan
etkilenmeksizin ezeli ve ebedi olarak daima mevcut olduğunu bu
nedenle de bildiğimiz maddesel boyut ve zamanın bir
başlangıcının olmadığını söylerken, Einstein’in rölativite
teorisi ise; bunun aksi olarak uzay ve zamanın içindeki
olaylardan etkilendiği için mutlak olmadığını ve zamanın mekân
ile birlikte geçmişteki bir noktadan meydana geldiğini
belirtmektedir. Yani, uzayın (mekânın) bir başlangıcı olduğu
gibi zamanın da başlangıcı vardır. Benzer ifadeyle, zaman da
mekân ile birlikte yaratılmıştır. Zamanın bir başlangıcının
olması ise ondan önce hiçbir biçimde var olmadığı anlamına
gelir. “Peki o halde, ne vardı?” sorusu hemen akla gelmektedir.
Buna sufizm,
Mana boyutu olarak cevap vermektedir. Başka bir deyişle, Hz
Muhammed (sav)’ in “Allah var idi Onunla birlikte hiçbir şey
yok idi” şeklinde ifade ettiği Mutlak Varlığın kendisinin
mevcut olduğunu söyler. Yani salt ilim. Göresellikten
kaynaklanan uzay-zamanın geçerli olmadığı bu boyutta var olan
zaman birimi ise “An” dır. Tüm bunları da bir mekân
şeklinde değil, boyutsal anlamda düşünmeliyiz. Ayrıca bu boyutun
var etmesiyle oluşan alt boyutlarda da Ondan ayrı bir şey
yoktur; ancak bu boyuttakiler yaratılmıştır. Yoktan var
edilmişlerdir. Oysa, Salt İlim boyutunda yaratılmışlık söz
konusu değildir. Kaldı ki, bu gibi tanımlamalar bile bize göre
anlatımlardır. İşte tasavvufta manaların seyri denilen olayla,
Kâinatın yaratılması denilen olay aynı şeydir. Böylece isimlerin
manalarının seyri, kâinatın yaratılması denilen olayla
başlamıştır. Yani, zaman ve mekân boyutları bu seyir ile meydana
gelmiştir. Âlemi seyir (Âlemin Seyredilmesi) denilen mana da
budur. Âlemin seyri derken de, bildiğimiz anlamda gözlerimizi
gökyüzüne dikip (ister çıplak gözle isterse herhangi bir araçla)
seyretmek ya da gözlemci ve gözlemlenen ikilemine dayalı bir
biçimde hariçteki bir şeyi hangi türden olursa olsun
yakınlaştırarak görmek de değildir. Bu öyle bir seyirdir ki,
gözlemci ve gözlemlenen dualitesi olmaksızın Tek’in kendi
kendini seyridir. Evrensel sistem dediğimiz, tüm sistemlerde, bu
noktayla birlikte meydana gelmiş, yaratılmıştır. Bu yüzden bu
noktanın (sınırın) öncesinde yer alan boyutlarda sistemlerden
değil, İlimden söz edilir. Bir anlamda Salt ilim, bu sınırdan
sistem adı altında belirmekte gözükmektedir de diyebiliriz.
(bkz. Zaman Ötesi - Ahmed Fevzi Yüksel /
www.gulizk.com )
Tekrar
özetlersek; zaman yoksa mekânın, mekân yoksa zamanın yok
olması demek hiçbir şeyin olmaması değil, bildiğimiz anlamda bir
şeylerin olmaması demektir. Çünkü zaman ve mekânın olmadığı
yerde uzay-zamana ait boyutsallığın dışında da Boyutlar
bulunmaktadır. Biz bu boyuta Salt İlim Boyutu demiştik. Ayrıca
bu sınır Hz. Muhammed (sav)’in miraç hadisesindeki Sidre-i
Münteha olarak adlandırdığı ve Cebrail (as)’ ın “bir adım
daha öteye gidersem yanarım” (bu boyut itibariyle varlığım
ortadan kalkmış olsa da bir üst boyut itibariyle varlığım devam
eder) dediği ve efal (çokluk) aleminin ya da Salt Enerjinin
Elektromanyetik dalga adıyla bilinen enerji boyutunun (takyonlar
açısından bakacak olursak sonsuz-sınırsız takyon enerjisinin)
ya da somut alemin bitip soyut yani salt ilim boyutunun
başladığı yerdir. Evrende olmuş ve olacak tüm olaylar bu boyutta
suretsiz ve şekilsiz olarak mevcuttur.Yine miraç da
Resulullah’ın Rabbi ile baş başa kalması, özüne yönelmek
suretiyle Rabbini (Hakikâtini) müşahede etmesi denilen olay bu
noktadan itibaren başlamaktadır ki, buna mistik dille enfüsi
(Batıni) seyir adı verilmektedir.
Aslında
manaların enerjiye dönüştüğü ya da enerji adı altında belirdiği
ilk anda (sınırda) veya boyutta da zaman ve mekânın varlığı söz
konusu değildir. Bu sonsuz-sınırsız enerji yapıda geçerli olan
zaman birimi ise, yine “An” dır. Ve yine her şey bu boyuttaki
“An”da şekilsiz ve suretsiz olarak mevcuttur. Allah’ın Kudret
sıfatının mazharı olan bu Bilinçli Enerjiye (Meleğe) aynı
zamanda Ruhu Azam, bu Meleğin Sahip olduğu Akıla ya da Allah’ın
İlim sıfatının mazharı olan bu Bilince Kozmik Bilinç (Aklı
Evvel), Kimliğine ise, Hakikatı Muhammediye denir. İşte zaman ve
mekân bu sonsuz ve sınırsız enerjinin çeşitli oranlarda
terkipler biçiminde safha-safha, boyut-boyut görünmesi,
yoğunlaşması sonucunda meydana gelmiştir. Melekler, yeryüzü
melaikesi, Cin kökenli varlık ve melekler, Cinler, insanlar yani
istisnasız tüm yaratılmışların hepsi varlıklarını ve şuurunu bu
Enerji-Bilinç yapılı Melekten alırlar.
Devam edecek...
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 24.02.2004
http://sufizmveinsan.com
|