Evrensel bir
gerçek olan
rölativite teorisini göz önüne aldığımızda, sisteme dair önemli
birçok soruyla karşı karşıya kalmaktayız. Mesela;
her şeyin izafi (göresel) yani birbirine göre
mevcut olduğu bir evrende gerçek olan nedir? Mutlak olan nedir?
Göresel gerçekliğin bir değeri var mıdır? Varsa ne kadardır?
Bununla birlikte, maddenin varlığıyla yokluğunun bir olduğu hal
hangisidir? Varlıkla yokluğun birleştiği nokta neresidir?
Acaba kesinliği kanıtlanmış olan bu görüş ve sonuçları, her
sahada bilimle uyuşum içinde ve evrensel olduğunu düşündüğümüz
(ki öyledir) dinimiz ile ne kadar uyuşturabilmekteyiz? Yoksa
kafamızda hayal ettiğimiz bir yaratıcının sistemiyle bizim
tespit ettiğimiz sistem, düzen ayrı ayrı şeyler midir? Ayrıysa
görünen sistemi oluşturan kimdir?..
Anlatageldiğimiz
üzere izafiyet teorisi, “mutlak olan gerçek budur”
demenin de yanlış olduğunu bize söylemektedir. Çünkü
gerçeklik denilen şey onu tespit edene göre var olan bir
olgudur. Bizim gerçek olarak kabul ettiklerimiz de beş
duyumuza göre tespitlerimizdir ki bunun gibi her boyutun kendi
algılayıcısına göre farklı farklı gerçeklikleri bulunmaktadır.
Bu durum bizim üst boyutlara doğru genişleyen algı değişimi ya
da ölümü tadışımızla bulunduğumuz boyutlarda karşılaşacağımız
gerçekler için de aynen geçerlidir. Mesela; yaşamın
gerçekleriyle, kabir içi yaşamın ya da mahşer, cehennem veya
cennet boyutuna ait gerçekler hep ayrı ayrıdır. Bu nedenle bir
tarafta algılanan gerçekler, diğer taraftan algılanan başka
gerçeklerle uyuşmamaktadır. Üst boyuta ait gerçekler bizim
bulunduğumuz bakış açısındaki gerçeklerle uyuşmadığı için de
ya onları direkt reddetmekte ya da bunları kendi gerçeklerimiz
açısından değerlendireceğimizden, anlatılmak istenen gerçeklerin
farkına varamamaktayız. Bu yüzden demin de söylediğimiz gibi
kabir, berzah, cehennem, cennet...vb. boyutlar ve bu boyutlarda
yaşayan varlıklara ait gerçekler, bildiğimiz türdeki somut
gerçeklerden örnekler verilerek mecaz yollu benzetmeler,
kıyaslamalar yapılmak suretiyle, tabanda o gerçeklere yaklaşım
sağlanmaya çalışılmıştır ki, akıl idrak edemediğini,
değerlendiremediğini inkar etmesin ve gelecekte karşılaşılacak
tehlikelere karşı tedbirini alsın. Yoksa sembolik ve mecazi
anlatımlar, gerçekten öyle oldukları için değil. Ayrıca,
bu mecazlar da rastgele bir biçimde
seçilmemiş, gerçeğe işaret edecek yönde biçimlendirilmiştir.
Kuantum fiziğine
göre ışık hızına yakın hızlarda hareket eden parçacıklar, bizim
açımızdan dalgasal özellikleri dolayısıyla tıpkı bir
bulut gibi soyut bir biçimde algılanırlar. Bize göre
hayaletimsi olan bu parçacıklar da bulunduğumuz uzay-zamanı ya
da boyutumuzu benzer biçimde bulutumsu olarak görür ve buna
göre davranışlarını sergilerler. Eğer biz bu parçacıklara
eşdeğer hızlarla hareket etmiş olsaydık bu sefer onlarla aynı
boyutu paylaşacağımızdan bu tanecikler artık bizler için soyut
değil, somut olarak karşımıza çıkarlardı. Ya da tam tersi, onlar
frenlenmiş olsalardı aynı zaman ve mekânı
paylaşacağımızdan birbirimizi yine somut olarak algılardık. Bu
nedenle bize göre madde ötesi (soyut) olarak görünen varlıklar,
bizleri aynı şekilde metafiziksel varlıklar olarak
algılamaktadırlar.
Tüm bunlardan sonra kendimize şu
soruyu soralım: Acaba bizler gerçekten maddesel alemde mi
yaşıyoruz?
Şimdi bunu irdelemeye çalışalım.
Bildiğimiz üzere, madde temelde
elektromanyetik bir dalga titreşimi iken bu dalgalar tanecik
boyutuna yoğunlaştıklarında maddesel dalga halinde yine bir
titreşimden ibaret olurlar. Keza bu özellik bu noktada kalmayıp
maddeleşmenin her safhasında kendini göstererek maddenin
gerçekte her düzeyinde belli frekanslarda salınım yapan bir
dalga yığını olduğunu bize göstermektedir. Dolayısıyla,
enerjinin de her boyutta çeşitli fazları, biçimleri
bulunmaktadır. Böylece katı ya da sıvı fark etmez, bütün
maddenin sürekliliği sadece görünümünden ibarettir.
Örneğin, bir atomu ele
alırsak, somut olarak düşündüğümüz atom çekirdeği (ki bu nükleon
ismiyle anılan proton ve nötronlardan teşekkül etmiş bir
taneciktir) gerçekte belli bir mekanda sabit bir nokta biçiminde
bulunmayıp belli frekanslarda titreşim hareketi yapan bir madde
dalgası olarak karşımıza çıkar. Sadece çekirdek böyle değil
çekirdeğin içindeki her bir proton ve nötron ile proton ve
nötronları oluşturan kuarklar da belli frekanslarda titreşen
dalgadırlar. Aynı şekilde elektronlar da belli yörüngelerde bir
dalga yumağı olarak bulutumsu bir halde bulunurlar. Böylece
merkezinde bir tanecik ve onun etrafında belli yörüngelerde
dolanan küre biçimli atomlar gerçekte hayaletimsi bir çekirdek
üzerinde kat kat dizilmiş bulutumsu yörüngelerden ibaret soyut
dalgasal bir yapıdan başka bir şey değildirler. Atomların
çeşitli oran ve şekillerde birleşerek meydana getirdiği molekül
zincirleri de moleküllerin belli frekanslarda salınımları
dolayısıyla dalgasal harekette bulunurlar. Bu yüzden demin de
belirttiğimiz gibi, madde olarak
gördüğümüz tüm nesneler aslında farklı boyutlarında çeşitli
frekanslarda titreşim yapmakta olan dalgalardan müteşekkil bir
yapıdan başka bir şey değildir. Eğer tanecikler dalgasal
özelliğe sahip olmasaydı maddi yapı hiçbir zaman ayakta
duramazdı.
Peki bu maddesel nesneleri ve
dünyayı bize var gösteren duyu organlarımız nasıl çalışmaktadır?
Görme dediğimiz şey; cisimlerden yansıyan yada direkt onlardan
gelen elektromanyetik dalgaların göz hücreleri vasıtasıyla:
işitme dediğimiz olay sesin kaynağı olan nesnelerin havaya
uyguladıkları basıncın tıpkı su dalgalarında olduğu gibi havada
oluşturdukları moleküler titreşimlerinin kulaktaki hassas
algılayıcılar tarafından, koku dediğimiz şey de; cisimlerden
ayrılarak dalgasal bir hareketle burnumuza gelen çeşitli
moleküllerin burada bulunan algılayıcılar tarafından
biyo-elektrik dalgasal sinyallere çevrilip beynin ilgili
bölümlerinde değerlendirilmesi sonucu oluşur. Keza, tat alma da
böyledir. Dokunma duyusu ise; cisimlerdeki atomların dış
yörüngelerindeki elektronları ile deri atomlarının dış
yörüngedeki elektronların arasında var olan elektrostatik
alanların neden olduğu itme sonucu, temas edilen yüzeyin deride
bulunan sinir sistemi aracılığıyla algılanarak yine beyne
biyo-elektrik dalga mesajı olarak gönderilip aynı biçimde
değerlendirilmesiyle oluşur. Dolayısıyla bizler her boyutuyla
dalgasal bir sistemle çalışan bir evrende yaşamaktayız. Bununla
birlikte hayvanların da duyu organları böyle çalışmaktadır.
Ancak bazı hayvanlar bizim algılayamadığımız frekansları
görebilmekte, duyabilmekte, hissedebilmekte,
algılayabilmektedirler.
Madde olarak gördüğümüz nesnelerin
çeşitli frekanslarda titreşim hareketi yapan yapılar olması
nedeniyledir ki, opera sanatçıları uygun ses dalgaları
ile cam, porselen...vb gibi eşyaların moleküllerinin salınım
periyotlarına eş yönde bir salınım etkisi oluşturarak (madde
dalgasıyla rezonansa girerek) bu cisimleri çatlatabilmekte,
parçalayabilmektedirler. Yine bu yüzden aynı anda belli bir
ritmik hareketle yürüyen askerlerin asma köprü veya benzeri
yerlerin üzerinden geçtiklerinde de bu ritmik hareketlerini
bozmaları istenir. Çünkü askerler gelişigüzel yürümedikleri
taktirde, köprünün salınımı (osilasyonunu) artacağından köprünün
çok fazla sallanmasına ve hatta yıkılmasına neden olurlar. Eğer
bu köprüyü topla tüfekle yıkmaya çalışsaydık bunu o kadar çabuk
ve basit bir şekilde gerçekleştiremeyecek, sadece köprüyü tahrip
etmekle yetinecektik.
Aynı şekilde, yine çevremizde
gördüğümüz masa, sandalye, bina,...vb nesnelerin çeşitli
boyutlarda çeşitli frekanslarda titreşim yapan dalgasal yapılar
olmaları dolayısıyla bu öz titreşimlerini artıracak yönde
gönderilebilecek uygun elektromanyetik dalgalarla da
cisimleri çatlatmak, deforme etmek, sarsmak yıkmak mümkündür.
Bunu da bizim gibi normal insanlar değil Veli, Aziz olarak
nitelendirilen insanlarla Cinler başarabilmektedirler.
Dokunmaktan bahsetmişken, aslında atom çekirdeği ile elektronlar
arası mesafe o kadar fazladır ki, bunu boyutumuza oranlamış
olsaydık bu uzunluk güneş ile dünya arası mesafeden bile en az
on kat daha fazla olurdu. Atomdaki bu muazzam boşluğa rağmen,
elimizi masaya koyduğumuzda elimizin masanın içinden
geçmemesinin nedeni, elektronlar arası bu itim kuvvetidir. Bu
itim sayesiyledir ki, yeryüzünde yürüyebiliyor, cisimleri tutup
kaldırabiliyor, hareket ettirebiliyoruz. Orijinalde hiçbir
sureti, şekli olmayan, ancak istediğinde bir şekle bürünebilen
ve hatta bunu insanlara da gösterebilen Cinlerin Elektromanyetik
yapıları dolayısıyla bu anlamda da mesela; transa geçmiş bir
medyumun önündeki bir sehpayı, masayı...havaya kaldırabildikleri
gibi, medyumları (insanları) da havaya kaldırabilmekte, havada
asılı tutabilmekte, cisimleri hareket ettirip
sarsabilmektedirler.
Devam edecek...
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 09.03.2004
http://sufizmveinsan.com |