Newton fiziği, klasik boyutlarda
diyelim ki boş bir bardak ve içinde de bir bilye olsun, bu
bilyenin bir şekilde bardağın içinden çıkartılmadığı müddetçe,
daima oradaki konumunu muhafaza edeceğini söyler. Aynı tanecik
kuantum boyutlarında bir parçacık olarak-ki bu da elektron
olsun- düşünüldüğünde ise aynı durumun çok farklı olduğu
görülür. Çünkü, kuantum fiziğinde her bir tanecik aynı zamanda
bir dalga idi. Yani bir taneciği temsil eden bir dalganın
varlığı söz konusudur. Bu dalganın yoğunluğu ise parçacığın
bulunma ihtimalini vermektedir. Bu yüzden bir taneciğin yerini
tanımlarken aslında tanecik tüm uzayda olmasına karşın, biz o
parçacığın orada, o bölgede bulunma ihtimalinin en yüksek
olduğunu söylemekteyiz. Dolayısıyla bir tanecik hiçbir şekilde
çıkması mümkün olmayan bir engel içinde bulunmuş olsa da kuantum
fiziğine göre bariyer dışındaki herhangi bir yerde bulunma
olasılığı sıfır değildir. Böylece taneciğin dalga şeklinin
(yönünün) bir kısmı engelin dışında yer aldığından (engelden
sızdığından) parçacıklar klasik fiziğe göre bulunmaması gereken
her yerde bulunabilmekte, yer alabilmektedirler. Yani tanecikler
dalgasal özellikleri dolayısıyla engelin, duvarın diğer tarafına
geçebilmektedirler. Buna fizikte “engelden tünel açma”
denir ki, bugün kullanılmakta olan elektron mikroskobu ile
teknolojide kullanılan diğer birçok elektronik alet hep bu
özellik sayesinde çalışmaktadır.
Ayrıca bu durum kendini
radyoaktivite olayında da çok güzel göstermektedir. Çünkü alfa
tanecikleri normalde kendisine bir engel gibi duran çekirdeğin
içinde her zaman hapis kalması gerekirken bu parçacıklar sahip
oldukları enerjiden (güçten) çok daha güçlü olan çekirdekteki
nükleer ve elektriksel kuvvetlere karşı maddesel dalga yoluyla
tünel açmak suretiyle atom dışına çıkarak bize radyasyonun bir
türü olarak görünürler. Aynı şekilde elektron ve diğer tüm
parçacıklarda kendilerinden çok daha güçlü kuvvet alanları...vb
ile engellendikleri taktirde bu bariyerleri aynı tünel
mekanizmasıyla aşarlar.
İnsan vücudunun atom ve parçacıklar
bütünü ve bu taneciklerin de aynı zamanda dalgasal özelliğe
sahip olması nedeniyle, insanların da belli güçler altında
enerji dalgasına dönüşmesi mümkündür. Yani, ışınlanarak bir anda
mekân değiştirmek.
Hz Muhammed (sav) Efendimizin
miraçta İsra hadisesi olarak bilinen, Mekke’den Kudüs’teki
Mescidi Aksa’ya bir anda gitme (mesafelerin kısaltılması denen)
olayı da, kendi Ruh gücü, başak bir ifadeyle beyin gücüyle yani
kendisindeki Meleki güçleri kullanarak enerji dalgalarına
dönüşüp ışınlanmak suretiyle Bedenen Tayyı Mekan yapmasıdır.
Zaten bu seyahat sırasında mecazi olarak Hz Muhammed (sav)’i
üzerinde taşıdığı söylenen ve bir tür binek hayvanı olan
Burak’ın sözlük anlamı da ‘şimşek,
ışık, ışık hızı, ışın dalgası’dır ki, biz buna yüksek hız
frekansı da diyebiliriz.
Ayrıca bu tayyı mekan esnasında hem
maddesel bedenini enerji bedene dönüştürmek için beyninin
oluşturmuş olduğu, hem de bu enerji (ışınsal) plazma haline
gelmiş dalgasal yapının sahip olduğu elektrik ve manyetik
alanlar, yüksek hızın bu dalgasal yapı üzerinde oluşturacağı
dağılmayı (negatif etkileri) engelleyip, koruyarak tek bir yapı
halinde hareket etmesini sağlamıştır. Fikir olması açısından biz
bunu güneşten dünyamıza gelen plazma dalgalarındaki durumu
benzetebiliriz. (bkz. Güneşin Siyah Cüceye Dönüşümü Ve Kıyamet
I/
www.gulizk.com /fizik)
Burada önemli birkaç husus da; 120.
günde beyin tarafından üretilen Ruh yani mikrodalga ışınsal
bedenle, maddesel bedenin dalgasal özelliği sergilemesiyle
ortaya çıkan (enerji yapılı) ışınsal bedenin aynı şeyler
olmadıklarıdır. Sonuçta, her ikisi de ışınsal yapılı olup bu
sırada beraberce hareket etmiş olsalar da bulundukları boyutlar
tamamen farklıdır.
Bununla birlikte, Resulullah’ın
Kudüs’ten itibaren yaptığı yolculuk da atmosfer üstü bir
yolculuk olmayıp maddenin özüne doğru, öncelikle Ruh Bedeniyle
maddenin ikiz boyutlarına, sonra da Salt Bilinç boyutuna yönelik
boyutsal bir seyahattir. Zaten
mekan ve zamanın geçerli olmadığı
boyutlara mekansal yolculuklar yapılarak ulaşılamaz.
Ayrıca, hem mekansal seyahat
sonrasında hem de boyutsal dönüşüm sonucunda görüp yaşadıkları,
bize göre çok uzun bir zaman boyunca oluşmuş şeyler gibi görünse
de gerçekte rölativistik olarak bir anlık kısa bir süre
içerisinde olup bitmiştir. Öyle ki, tekrar döndüğünde yatağı
hala sıcacıktı.
Geçmiş ve günümüzdeki Velilerin de
yapageldikleri Tayyı Mekan (iyonizasyon) olayını farkında olarak
ya da olmaksızın Cinlerle ilişki içerisinde bulunan ve onların
sayesinde yine beyin güçlerini kullanmak suretiyle
gerçekleştirebilenler de bulunmaktadır. Tıpkı Sai Baba ve
benzerlerinde olduğu gibi.
Velilerin normal yaşantılarında
sıradanmış gibi kullandıkları bu ve benzeri özellikler
dolayısıyladır ki, bizler bu tür şeyleri teknolojik olarak
başarmakta, ortaya çıkartabilmekteyiz. Günümüz mistiklerinden
biri bu konuda “Biz hasırdan mısırı görmeseydik, siz
Avrupa’da olanları buradan zor seyrederdiniz...” diyerek
insan beyninde var olan bu tür güçlerin, özelliklerin sonucu
olarak televizyonun icat edildiğini belirtmektedir. Bu nedenle;
maddenin madde ötesine, oradan da tekrar madde formuna
dönüştürme olayını da bilim sonunda gerçekleştirecektir. Şu anda
sadece maddenin enerjiye dönüşümü başarılmış durumdadır.
Burada şunu da belirtmem gerekir ki,
din ve bilim arasındaki ilişki, geçmiş ve günümüzde hep yanlış
anlaşılmış, halen de öyle anlaşılmaya devam etmekte olan bir
konudur. Oysa bilim ve din ayrı ayrı şeyler değillerdir. Din,
vahiy kanalıyla tam olarak algılanan sistemin mecaz ve semboller
biçiminde anlatımıdır. Bilim ise bu verilere, görünenden yola
çıkmak suretiyle farklı metot ve yöntemlerden giderek çok uzun
süren çeşitli aşamalar sonucunda ulaşmıştır. Bu yüzden Batıni
anlamdaki birtakım sırlar açığa çıkacağı zaman onu deşifre
edecek, anlaşılmasını sağlayacak olan bilimsel verilerin ortaya
çıkışına da hız verilir. Mistik çevrelerde, geçtiğimiz yüzyılın
başında ünlü rölativite teorisinin yayınlamasıyla dünyaya
“hızlan” emrinin verildiği bilinen bir gerçektir.
Din ve bilim arasında çatışma ya da
çelişkiler görülmesinin ana nedeni ise; dini anlatımlardaki bu
sembollerin hakikat sanılmasıdır. Bu yüzden birtakım insanlar
gözlerinin önündeki bilimsel gerçekleri, sistemi, bir kenara
atarak (görmezden gelerek) kendi kafalarında hayali bir din
anlayışına saplanmak suretiyle sembollerle anlatılmak istenen
gerçekleri deşifre edemezken, sadece gördüğüne, bilimsel
bulgulara inanan ve bu yönde hayatını yönlendiren insanlar ise,
bu verileri hurafe, çağdışı, ilkel ve basit şeyler olarak
nitelendirerek alay etmekte, küçümsemekte bu yüzden de bu
mecazlarla anlatılmak istenen sistemin gerçeklerinden
perdelenmektedirler.
Kimileri de; yine bu iki kavramı
kesin (belirgin) bir sınırla ayırıp bilimsel bakış açısıyla
dinsel verileri değerlendirdikleri için, sembollerle anlatılmak
istenen hakikatleri bulmak, anlamak yerine, sadece bilimin dini
doğruladığını, birbirlerini desteklediğini belirterek bu iki
kavramın uzlaşabilen şeyler olduğunu söylemekten öteye
gidememektedirler. Oysa amaç din ile bilimin birbirlerini
onayladığı, uyuşum içinde olduklarını göstermek değil,
mecazlarla ifade edilmeye çalışılan gerçekleri bilimin verileri
ışığında algılayabilmek, idrak edip kavrayabilmektir.
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 09.03.2004
http://sufizmveinsan.com
(Kaynakçalar: Ruh, İnsan, Cin –
Ahmed Hulusi / Kozmik Kod – Heinz R. Pagels / Evren ve Einstein
-Lincoln Barnet / Kozmostan Kuantuma – Yalçın İnan / Kralın Yeni
Usu – Prf. Dr. Roger Penrose / Tubitak Bilim Ve Teknik –
Auğustos 1987, Eylül 1988 / Fiziğin Tao’su - Prf. Dr. Fritjof
Capra / İzafiyet Teorisi – Albert Einstein )
Not:
Yazım hatasından dolayı Rölativite Teorisi yazı dizimizin I.
bölümün ikinci paragrafında “ Bildiğimiz üzere Newton
(klasik) fiziği...” cümlesi yerine “ Bildiğimiz
üzere Newton öncesi ve zamanına genel olarak baktığımızda klasik
fizik...” cümlesinin gelmesi gerekmektedir. Bundan
dolayı özür dileriz.
|