Geleceğin
bilinip bilinemeyeceği genelde hep yanlış anlaşılan bir konu.
Bunun için birçok ayet ve hadis olmasına rağmen, bunun yanında
hemen bazı ayet ve hadisler örnek gösterilmekte, ama sistem göz
önüne alınıp bu ifadeler bir bütün olarak değerlendirilmediği
için de maalesef, bir türlü yerli yerine oturtulamamaktadır.
Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz üzere, iki tür gayb
vardır. Birincisi İzafi Gayb, ikincisi de Mutlak Gayb.
İzafi gayb, belli bir zaman içinde bilinmeyip ancak bilimin
ve teknolojinin gelişmesiyle o şeyin artık bilinir hale gelmesi
ya da bakış açısına göre bir boyuta nispetle bilinen şeylerin,
diğer boyut açısından bilinememesi durumudur (Kuran’da bu
türden ayetler mevcuttur). Mesela, geçmişte hava olaylarının
bilinememesine karşın günümüzde, gelişmiş elektronik cihazlarla
birkaç gün için o bölgedeki havanın nasıl olacağı neredeyse
yüzde yüz olarak bilinebilmesi (bugün hava durumu çok geniş
bölgeler göz önüne alınarak bize bildirildiğinden yanılgıların
oluşması çok doğal) ya da eskiden moleküller, atomlar, atom
çekirdeği parçacık boyut ve reaksiyonları...vs. gayb hükmünde
iken bugün artık bu boyutların gayb hükmünden çıkarak bilinir
hale gelmesi gibi. Boyutsal anlamda dediğimiz cin boyutu,
melekler boyutu, berzah boyutu, cehennem ve cennet boyutları,
geçmiş, şimdi ve geleceğe ait olan boyutlar da izafi gayb
hükmünde olup birimin kendi hakikâtini tanıdığı oranda o
boyutlar gayb hükmünden çıkmakla bilinir, hissedilir ve
yaşanılır hale gelebilmesidir. Düzeylerine göre istidraç
sahipleri ve Evliyaullah nazarında bize göre gayb olan şeylerin,
onlar açısından gayb olmamasının nedeni budur. Keza aynı durum,
Resul ve Nebiler için de geçerlidir. Aynı şekilde bize gayb olan
şeyler cinlere, cinlere gayb olan şeyler meleklere, meleklere
gayb olan şeyler de Ana Ruha gayb değildir.
Mutlak Gayb ise, Allah’ın Zatıdır ki orada İlim ve Teklik
anlayışı düşer. Yaşantısından bile söz edilemez. Bu sebeple,
bilinen ve bilinmeyen tüm kavramlar düşer. Ebu Bekir (ra)’ ın,
“ Allah’ı idrak, idrak edilememenin idrakıdır” ya da
“Gaybı Allah’ tan başkası bilemez” ifadeleri de bu Mutlak
Gaybla alakalı olan cümlelerdir. Mistik alanda belirtildiği
üzere, Zata ait olan tüm kavramlar bile, Sıfat boyutundan ifade
edilmektedir. Çünkü, bir boyutun yaşantısı bir alt boyuttan, o
boyuta göre anlatılabilmekte, tanımlanabilmektedir. Mutlak Gayb
dolayısıyladır ki, bizler Allah’ı, Esması (özellikleri) ve
Sıfatları (vasıfları) kadar tanıyabiliriz. Zaten hadiste de
“Allah’ ın Zatını tefekkür etmeyin, yarattıklarını tezekkür edin
yani düşünün” denmiyor mu? Ayrıca, boyutsal (İzafi) gayb ile
ilgili olarak işin püf noktası bu ayette gizli. Çünkü biz
Allah’ın yarattığı şeyler derken hâlâ 19.yy materyalist
anlayışıyla beş duyuya göre varsaydığımız maddesel âlemi
Allah’ın yarattığı şeyler olarak düşünüp göremediğimiz,
algılayamadığımız boyutları, varlıkları yaratılmamışlık boyutuna
ait olan ya da şu an için yaratılmamış şeyler, boyutlar olarak
değerlendirmekte, bu nedenle de şartlandırıldığımız gibi bu
boyut ve kavramların bilinip algılanamayacağını,
kavranılamayacağını zannetmekteyiz. Oysa yaratılanlar ve
düşünülmesi, tefekkür edilmesi istenilenler, sadece moleküller,
atomlar, atom çekirdekleri, çeşitli enerji seviyelerindeki
tanecik ve enerji ... boyutları değil, bunların içinde cinler,
melekler, kabir, mahşer boyutları, cehennem ve cennet boyutları,
geçmiş, şimdi ve geleceğe ait tüm bilgiler de bulunmaktadır.
Çünkü tüm bunlar Allah’ın Zatı ile kaim, tüm Esma ve Sıfatlarına
sahip Ruh Adlı Meleğe ait bilgiler olup Ruh Adlı Meleğin kendisi
de Allah’ın ilminde yaratılmış olan ilk varlıktır. Bu yüzden,
yaratılmış olan her şeyi düşünün, tefekkür edin ifadesi,
otomatikman o noktalara ulaşılması, O Ruhun Bilinciyle rezonans
kurulması, O Ruhla özdeşleşilmesi halinde tüm bunların
bilinebileceğini, haliyle gayb hükmünden çıkacağını
göstermektedir.
Bu
boyutsallık ve dolayısıyla İzafi Gayb hükmüncedir ki
Hz
Resulullah’ın,
“...(gelecek hakkında) vallahi soru sorulan dahi bunu
bilmiyor...”, “ kim Muhammed yarın olacak şeyi bilir, der yalan
söylemiştir”, “Allah’ın bildirmesi dışında ben bilmem”,
“gaybı Allah’ tan başkası bilmez”
şeklindeki ifadeleri hep maddi değerler boyutundan konuşmalar olup
bulunduğumuz boyutun
gereği
olarak,
geleceğin ve gaybın bilinemeyeceğini dile getirmekte, bunun
yanında, vehmi benliğinin hiçbir zaman var olmadığını, kendi
varlığında İlim ve Kudretiyle açığa çıkanın Allah olduğunu
vurgulayarak da insanları kendi Özlerine yönelik Hakikatlerini
tanımaya yönlendirmektedir.
Buna karşın,
“Allah’ın insanı, adının
bile geçmediği “an” da (boyutta) meydana getirmesi”, “insanın
yokken Kuran’ın (ki bildiğimiz mushaf değil, tüm boyutlarıyla
varlık yani, Ümmül Kitap’tır) var olması”, “ Allah’ın önce
Kalemi halk etmesi, Allah’ ın ilkin Hz Muhammed’in (sav)Nurunu
yaratması ve bütün mahlukatın nurunu da onun Nurundan halk
etmesi”, “Adem’in su ile çamur arasında iken Hz Muhammed’in
(sav) Nebi olması”, “Kuran’ın önce levhi mahfuza oradan da dünya
semasına bir defada inmesi ve bunun da peyder pey bulunduğumuz
boyutta açığa çıkışı ya da Hz Muhammed’e (sav) Kuran’ın bir
defada inmesi yani, zaman kavramının mevcut olmadığı “an” da
Levhi mahfuzda şifreli olan Kuran’ı(Ümmül Kitabı) bir defada
okuması ve bunun vahiy ile belli bir süreç içinde bulunduğumuz
boyut gereğince açığa çıkması”...vb
ifadeler
de bulunduğumuz boyutla alakalı, beş duyu dünyasına ait
anlayışlarla anlaşılabilecek şeyler olmayıp Öz boyutlardan ifade
edilen ve ancak o boyuttan (boyutlarca) idrak edilip, hissedilip
yaşanılabilecek sözlerdir.
Bu
yüzden,
algıladığımız
maddesel dünyaya ait bilgi ve şartlanmalı anlayışımızı bir
kenara bırakıp objektif olarak o boyut bilgilerini öğrenerek,
anlayarak, bunları kendimizde, çevremizde, evrende ve sistemde
görmeye çalışmalıyız. Şartlanmalarımızın ötesinde sistemi
tanımlamaya çalışan günümüz modern biliminin bulguları, artık bu
konuları anlamamızı da tamamen kolaylaştırmıştır. Ayrıca şunu da
belirtmek gerekir ki,
gerçek anlamda
Kuran Okumak tabanında dahi,
Levhi Mahfuzu
Okumakla
ya da
günümüz diliyle Levhi
Mahfuzda kayıtlı bulunan şifreleri kırmakla mümkündür.
Dolayısıyla, bir alt boyuta ait olan gerçeklerden yola çıkarak
diğer bütün üst boyutları buna göre tanımlayamaz ve o üst boyut
bilgilerini yorumlayamayız. Her boyut kendi kuralları, kendi
bakış açısıyla mevcuttur. Bu nedenle boyutları, boyutsal
farklılıkları göz önüne almaksızın düz bir bakış açısıyla
bakılıp değerlendirildiği için bakana göre çelişki gibi görünen
bazı ayet ve hadisler vardır ki mesela, bir taraftan
“biz yerleri, gökleri ve
arasındakilerini oyun, süs ve eğlence olsun diye yaratmadık”
(1), “ Allah gökleri ve yeri Hak olarak yarattı. Bunda müminler
için ibretler vardır”(2)
derken
diğer taraftan da “
dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir” (3), “biz dünya
semasını yıldız ziynetleriyle süsledik” (4), “ ...(yıldızların
var oluşunun bir nedeni hakkında)
yıldızlar süs olsun diye
yaratıldılar (hadis)” denilmesi gibi. Oysa birinci ifadeler, bulunduğumuz somut boyuta göre
anlatılmış olup gerçekçi bir dünyanın varlığından, sistemlerden,
belli bir amaca dönük, amacı olan işlevlerinden söz ederken,
ikinci ifadeler de üst boyut bakış açısı yani, Bilinç Boyutu
itibariyle ifade edilmiş olup her şeyin bir hayalden ibaret
olduğunu vurgulamaktadır. Ancak yine bu boyutsal farklılıktan
ötürü, üst boyutsal
bakış açısı, alt boyuttaki gerçekliği ortadan kaldırmamakta,
bu somut dünyada elde ettiklerimizin sonuçlarını yaşadığımız
dünyada yada dönüşüme uğrayarak ölüm ötesi boyutlarda yaşayacak
olmamızı yok etmemektedir. Çünkü her ne kadar bilinç
boyutlarınca varlık Tek ve hayal olsa da, o boyutlarla birlikte
aynı anda mevcut bulunan çokluk boyutu da kendi boyutsallık
katmanları ve kurallarıyla, işlemekte olan sistemleriyle sonsuza
dek var olmaktadır. Kısacası, madde boyutunda yaşayıp da her
şeyi bu boyuttan ibaret sanıp her şeyi bu boyutça anlamaya
çalışmak ne kadar yanlışsa aynı şekilde, üst boyut bilgilerini
ya da bilincini algılayıp bu boyutu kaale almamak, adeta yok
saymak da o kadar yanlıştır.
Keza Kuran’da, Resul ve Nebilerin boyutumuza hitap eden benzer
ifadelerini de bu tarzda düşünmemiz gerekir. Yoksa, miraç
hadisesi ile kabir alemini, berzah alemini, cehennem ve dahi
bunların ötesinde cenneti ve sonsuz boyut ve yaşamları yani,
bizim evrenimizi değil sonsuz big-bangle var olmuş evrenler ve
boyutlarını kısacası Kâinattaki tüm sistem ve düzeni
“an”
içinde müşahede edip bunların kaynağı olan Ruh Adlı Meleğin Özü
olan Rabbi ile görüşen ve bunun sonucunda da cinlere, meleklere
gayb hükmünde olan tüm gerçekleri görüp, müşahede edip
değerlendiren ve peşinden de,
“Beni gören Hakk’ı
görmüştür” diyerek bizleri bilgilendiren Resulullah’ın, zamansızlığın ve o
boyuttaki İlimin yanında, zaman ve ona bağlı değerlerin, çeşitli
boyutların hiçbir ifade etmediği mesela, geleceği bilmemesi
mümkün müdür?. Mümkündür diyorsak o taktirde de ne zamandan,
ne “an” dan ne de
boyutsallık kavramından haberimiz var demektir.
Ve bu kavramlar anlaşılmadığı müddetçe de ne Allah kavramını, ne
onun yarattığı varlık ve sistemini, ne de kendimizi kısacası
Kuran ve Resulullah’ı anlamış olacağız. Yani asla anlayamayacak,
bunlara dikkat etmeden görüş bildirenlerin de düşünen beyinlerin
soruları karşısında çelişkileri hiç bitmeyecektir.
Hz Muhammed’in (sav) bu konuyla ilgili birtakım mucizelerine
geçmeden önce, genelde hep sorulan ve inançsız olanların da
devamlı ön plana çıkarttıkları bir konu da Resulullah’ta diğer
Resul ve Nebilerdeki kadar çok mucizenin olmayışıdır. Yani, Musa
(as) ya da İsa (as)’a bakıldığında onlar kadar çok sayıda ve bir
o kadar da etkili mucizeler görülmemesidir. Bu da zirve İnsan
olan Hz Muhammed’in (sav), bu Resul ve Nebilerin altındaki bir
konumda olduğu ya da onda bir eksiklik düşüncesi oluşturduğu,
onun üstünlüğü ile çelişkili bir durum meydana getirdiği
izlenimi vermektedir. Oysa bunun cevabı oldukça basit. Bir defa
Resullerin birbirlerine olan üstünlüğü Kemalatları
dolayısıyladır. Bu yüzden üstünlük, ortaya konan mucizelerle
değil, açığa çıktığı kemalatla alakalıdır. Dolayısıyla, ikinci
olarak da Hz Muhammed’in (sav) ortaya koyduğu şeyler Kudret
yerine İlim ağırlıklıdır. Kaldı ki bu ilim de, Sıfat boyutuna
ait olan ilim değil, Zati ilimdir. Bu yüzden Kuran, onun en
büyük mucizesidir. Ve bu İlim öyle bir İlimdir ki, ne geçmişte
ne de gelecekte diğer nesiller de dahil, kıyamete kadar bu denli
zirve noktadan derinlikli ve geniş olarak açığa çıkmayacaktır.
Bu neslin, dünya üzerinde var olmuş ve olacak nesiller
içerisinde çok şanslı ve üstün olmasının nedeni de budur. Resul
ve Nebilerin ortaya koydukları mucizeler, onların sahip
oldukları ilmin yanında hiçbir değer ifade etmediği gibi, bu
üstün insanların sahip olduğu İlim de Hz Resulullah’ın ortaya
koyduğu İlim yanında bir hiçtir.
Keza, Onun aynası olan İmamı Mehdi lakaplı O Zat da, Zati İlim
ile açığa çıkacağı içindir ki Deccal, Kudret sıfatı ile açığa
çıkan ve Zati boyuta sıçrama yapacak olan İsa (as) tarafından
yok edilecektir. Buna biz, İmamı Mehdi’nin Hz İsa (as) adı
altında o kudreti ortaya koymakta olduğunu da söyleyebiliriz.
Veliler arasında da ilmi keramet, kevni yani, kudrete dayalı
olan kerametten üstün olduğu için onlarda da zahiri olarak
olağan üstü olaylar sıkça görülmez.
Çok sayıda
olmasa da tüm Nebi, Resul ve Velilerde de çeşitli düzeylerde
ortaya konan mucizeler elbette Resulullah’ta da aynen
görülmüştür. Bunlar, maddi ve manevi rahatsızlıklara şifa verme
(ki bunların içinde yaraları tam iyileştirme, kırılan kemikleri
bir ovalamayla hemen anında iyileştirme, kopan organları
parçaları, tekrar yerine yerleştirme, cinni etkilere maruz
kalmış kişileri kurtarmayı söyleyebiliriz), materyalizasyon
(yoktan üretme ya da az sayıda veya miktardaki nesnelerin
çoğaltılması), psikokinetik etkilerinin (cisimlerin hareketinin)
yanında telepati ve duru görünün tüm türlerini de tam ve
eksiksiz bir biçimde ortaya koymuştur. Mesela, insanların
beyinlerinden geçen tüm her şeyi, düşünceleri okuyor,
niyetlerini bilebiliyordu. Hatta o ana kadar hiç görmediği ve
çok uzaklardan gelen insanlara da bu yeteneğini açıkça
gösteriyordu. Sistemi Afaki yönüyle bilmeye de örnek teşkil
eden bir olay da Ebu Cehil, yerden birkaç taş alarak Hz.
Resulullah’a, eğer Nebiyse bunların sayısını bilmesini ister.
Hz. Muhammed (sav) ise, buna cevap vermek yerine ona, önce
kendisinin gizlice taşları saymasını bundan sonra yanıt
vereceğini söyler. Ebu Cehil biraz uzaklaşıp arkasını döner ve
denileni yapar. Sonunda Hz. Muhammed (sav) taşların sayısını
doğru olarak söyler. Ama Ebu Cehil, isminin anlamını ortaya
koyacak davranışlar sergileyerek iman etmeyi ret eder.
Durup
dururken bir anda, Habeşistan meliki Necaşi’nin öldüğünü
söyleyip cenaze namazını kılmış bir hafta sonra Habeşistan’dan
gelenlerce olayın aynı gün gerçekleştiği doğrulanmıştır. Bununla
birlikte insan beyinlerine etki ederek daha doğrusu kendi
meleki güçlerini kullanarak onlarda çeşitli davranışlar,
sesler, görüntüler meydana getirebilmekteydi. Mesela, bir gün
bir ağaç gölgesinde dinlenirken Arabın biri gelir kılıcını
çeker, “seni benden kim korur” sözüne karşılık
Resulullah, “ Yüce ve Celil olan Allah korur” der demez o
an adam durup dururken kendinden geçer, eli titrer ve biri
ardından itmişçesine kafasını ağaca toslayıp yere düşer. Sonra
onun kılıcını alarak, “ şimdi benim elimden seni kim
kurtaracak” der ve sonra adamı affeder. Başka bir olay da,
namaz kılması sırasında onun boynunu çiğneyeceğini söyleyen bunu
başaramayınca da daha sonra taşla vurmaya yeltenen Ebu Cehil’in,
önceki hamlesinde aralarında ateşten bir çukurun (hendeğin)
açıldığını ikincisinde ise, elinin havada bloke olduğu
(kaldığı), hareket ettiremediği ve bir ejderhanın neredeyse onu
yiyeceğini görüp birden kaçması, bu garip davranışlarının nedeni
sorulduğunda da “sizler bunu görmüyor musunuz?” demesi
ve Resulullah’ın ise buna karşılık, “eğer bana
yaklaşsaydı melekler onu paramparça ederdi” sözünü
söylemesidir.
Devam
edecek...
(Bkz. Hz
Muhammed Neyi Okudu / İnsan Ve Din / Okyanus Ötesinden 1- Ahmed
Hulusi / Boyut Kavramı / Zaman- Ahmed Fevzi Yüksel)
1.
Enbiya-16, Sad-27, Duhan-38-39, Hadid-20, 2. Ankebut- 44, 3.
Ankebut /64, 4. Saffat 6-7
Kenan
Keskin
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 22.08.2006
http://sufizmveinsan.com
|