Hz. Muhammed (sav) o
anda olanı görmenin ötesinde, geleceğe yönelik de Müslüman olsun
ya da olmasın, kişisel bazda insanların nelerle
karşılaşacaklarını, neler yapacaklarını, nelerle meşgul olup
uğraşacaklarını, nasıl, nerede ve ne şekilde öleceklerini
bazılarının ise, cennetlik veya cehennemlik oluşunu hatta
cennetteki mertebesini bile açıkça bildirmiş yanı sıra, yakın ya
da uzak gelecekte olacak toplumsal olaylardan haberler vermiş ve
bunlar da zamanı geldiğinde tek tek söylediği gibi tamı tamına
çıkmıştır. Çünkü Resul ve Nebilerde yanılma payı hiç yoktur
(1). Bununla birlikte, neslin veya dünyanın kıyameti
öncesindeki siyasal, toplumsal, doğal olaylar...gibi zuhur
edecek belli alametleri ve ölüm ötesi boyut ile dünyanın
kıyameti sonrasındaki insan ruhlarının karşılaşacakları maddi ve
manevi tüm aşamaları da tamamen enfüsi boyuttan bildiğini,
gerektiğinde afaki boyutlardan da bir bir tespit ederek içinde
sembolleri de barındıracak şekilde anlatmıştır, elbette
anlayana. Bunların sayısı da oldukça çok, fakat fikir vermesi
açısından o ana ya da geleceğe yönelik birkaç mucizeyi
vermeye çalışalım.
Bir gün namaz
sırasında cemaate dönerek, “ namazda saflarınızı doğrultunuz
ve sımsıkı birbirinize yapışıp aranızda boşluk bırakmayınız.
Zira ben sizi, arkamdan da görüyorum” der.
Medine’den yüzlerce km uzakta bulunan Mute denilen yerde savaşan
Müslümanların, savaş sırasındaki her durumunu da yanındakilere
aynen TV’de seyrediyormuşçasına anlatmış, şehit olanları ismen
ve ölüm biçimleriyle birlikte tek tek söylemiştir.
Bir gün de, Hz. Resulullahın
devesi kaybolur ve tüm aramalara rağmen bulunamaz. Müslüman
olduğunu söyleyen ama aslen Yahudi olan bir kişi de bunu fırsat
bilerek, “ gökten haberler veren biri, kendi kaybolan devesinin
yerini bile bilmiyor ” diyerek, Müslümanlar arasında fitne
yaratmaya çalışır. Bunun üzerine Resulullah, Cebrail (as)’ın
kendisine haber vermesi üzerine (yani, sistemin işleyiş
mekanizmalarından biri olan durugörü yeteneğini devreye sokarak)
devenin ipinin bir dala takıldığını bildirmiş, bulunduğu yeri
tamı tamına söylemiş, sahabe
ise tam tarif edildiği yerde deveyi bulmuştur.
Kudüs’ü tanıyan,
bilen birtakım insanlar da, miraçta bedenen Tayyı- Mekan ile
gittiği Kudüs ile ilgili bazı sorular sorarlar. Resulullah da
durugörü ile gözü önüne gelen Kudüs’e, Mescidi Aksa’ya
bakarak anında cevap vermeye başlar ve şöyle söyler: “ suali
sordukları zaman, onların sordukları şeylerin hiçbirine, ben
oraya gittiğim zaman dikkât etmemiştim.Fakat, Cenabı Hak o anda
perdeyi kaldırdı ve sanki karşımdaymış gibi Mescidi Aksa’yı
görmeye başladım ve ...ne kadar pencereleri vardı?... Kapısı
nasıldı?... gibi sorulara karşılık... cevap verdim onlara”.
Yine hadislerde anlatılan ağaçların, dağların, taşların,
ırmakların...vs ona doğru gelmesi, koşması da bunların bizatihi
gelmesi (hareket etmesi) değil, nesnelerin, beynin göze bağlı
olmayan algılayıcıları tarafından zumlama ile yakın halde
algılanması, görülmesidir.
Aynı özellik Hz. Ömer (ra)’de de
görülmüş. O da, camide hutbe okurken birden Medine’ den çok
uzakta bir yere savaşa gönderdiği komutanına, “ Ya Sariye
dağa çek, dağa...” diye seslenir. Böylece savaşta yenilmek
üzeriyken bu mesajı alan komutan, bu taktiğe uyarak savaşı
kazanır. Böylece Hz. Ömer (ra) olayı görmenin ötesinde o
olaya müdahale de etmiştir. Bir gün Uhud Dağı üzerinde iken
deprem olur. O sırada Resulullah, sakin ol, senin üzerinde
bir peygamber, bir sıddık ve iki de şehit var” der.
Bilindiği üzere Hz. Ömer (ra) cemaatle namaz sırasında, Hz.
Osman (ra) da Kuran okurken şehit edilmiştir. Hz. Ali (ra)’ye
de, birtakım insanların ona, tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa
(as)’a bakışı gibi bakacaklarını ve dolayısıyla bunun
Müslümanlar için birer fitne olacağını açıkça ifade etmiş ve
öyle de olmuştur. “Hilafet, benden sonra otuz yıldır. Ondan
sonra saltanat devri başlayacaktır” demiş ve hesaplandığında
tamı tamına otuz yıl çıkmıştır. Bugün, Hz. Muhammed’e(sav)
rağmen hilafet peşinde koşanların amaçlarının Dinle ilgili
olmadığını yaşanılan olaylarla da görmekteyiz. Kendi
tanrısının ve ona dayalı hayallerinin halifesi olabilirler ama
bu, Hz. Muhammed (sav) ile alakalarının olmadığını yine Hz.
Muhammed (sav) tarafından bize bildirilmektedir. Yine Resulullah
Bedir savaşından önce, “ burası Ebu Cehil’in, burası
Umeyye’nin, burası Utbe’nin öldürüleceği yerlerdir. Burası da
şunun, bunun öldürüleceği yerdir” diye tek tek söylemiş ve
bunlar harfi harfiyen doğru çıkmıştır.
Çok ilginçtir ki
Müslüman aydın diye geçinen bir kısım insan ise, tıpkı ateist
bilim adamları gibi insanda bu tür yeteneklerin olmadığını,
olamayacağını dile getirerek bunun, (aslında hiçbir zaman mevcut
olmayan) kendi kafalarındaki tanrıya, tanrısallığa karşı bir
durum oluşturduğunu belirtmektedirler. Bu materyalist
Müslümanlara göre, böyle bir şeyi ancak ötedeki bir tanrı
melekleriyle kendisi yapar, o kadar. Bu yüzden Resul ve Nebiler
ve dolayısıyla Hz. Muhammed (sav), tanrının eşit ve adil olması
nedeniyle aslında kendileri gibi sıradan insanlar olup biricik
tanrı tarafından (muhtemelen zar atarak) seçilmiş basit
kullardır. Dolayısıyla bu görevleri, seçilmeleri taktirde pekala
kendilerinin de yapabileceklerini, onları bu kadar büyütmenin
gereksiz olduğunu ifadeleriyle açıkça ima etmektedirler. Bu
yüzden Hz. Muhammed’in (sav) sözleri, kendi akıl ve mantıklarına
ya da buna dayalı olarak anlamaya çalıştıkları Kuran’a uymadığı
için de pek önemi olmadığını belirtmekte, hatta kendi dinsel
anlayışları için tehdit bile görmektedirler. Ne düşündürücüdür
ki hadisleri açıklamaya gücü yetmeyen birtakım otorite
görünenlerin, etraftan çekindikleri, etrafa mahcup olmamak,
kendilerini küçük ve zor durumlara düşürmemek için Hz. Muhammed
(sav)’ den neredeyse utanır hale gelip onun sözlerini ret yoluna
gitmektedirler. Tıpkı, Havari Petrus’un Hz. İsa (as)’ ı üç kez
yalanlaması gibi. Yine bu maddesel anlayışlı Müslümanlardan bir
kısmı Velilerde görünen kerametleri ise, tanrıya çok tapınanlara
onlar adına dışarıdan yapılan eylemler olarak bir kısmı da insan
beyninin tezahürleri olup akıl hastalığıyla bir tutmakta bu
yüzden veli diye bir şeyin olmadığını dile getirmektedirler,
ellerinde hiçbir delil olmamasına rağmen ...vs.
Kuran’a bakışları ise, hiçbir olağanüstü özelliği olmayan,
sadece tanrı fermanlarını içeren Shakespeare yazılarının biraz
daha iyisi bir kitap. Modern bilimin hiçbir verisine sahip
olmadıkları halde bir de bilimsel olma çabalarına girip 19. yy.
sonlarında terk edilmiş materyalist felsefeyi insanlara bilim
diye yutturmaya çalıştırdıklarından bu insanlardan ne kuantum
fiziğiyle ne de günümüz bilimsel gelişmeleriyle ilgili tek bir
kelime de duyamazsınız...vs. Bu da ya cehaletlerinden ya da
deneylerle sabit, ispatlanmış olan bu verilerin kafalarındaki
Tanrı anlayışını, Tanrısallık kavramını sona erdirdiği,
erdireceği içindir. Böylece bu zihniyetteki birimler, insanı
çevresinden, evrenden ve özünden kopuk tamamen potansiyeli bile
olmayan sınırlı, kapasitesiz, yetersiz hayvan türü varlık olarak
bu dünyaya mahkum etmeye çalışmaktadırlar. Tıpkı Cinlerin
bu fikri insanlarda oluşturmaya çalıştıkları ve bunda da oldukça
başarılı oldukları gibi. Üstelik onca ayet ve hadis ve
günün bilimsel verilerine rağmen. Oysa daha maddesel boyutta
bile varlığın tek yapı olarak atomlardan ve atomların da tek bir
hidrojen atomun türevi olduğu ve daha derin düzeyde kuantum
fiziğinin verilerinde ise, insanın doğadan, evrenden, kainattan,
bunların boyutsal katmanlarından, Hakikati olan Allah’ tan asla
ayrı bir varlığı bulunmadığı ve bulunamayacağı yanı sıra da (bu
öyle bir bütündür ki) parçaların bile söz konusu olmadığı bu
bütünsellikten tek bir zerreyi, bir boyutu bile çekip ayırmanın
kesin olarak mümkün olamayacağı bildirilmektedir. Boyutlar, tüm
boyutlarla birlikte bir Bütün olarak mevcuttur. Bunlardan birini
ortadan kaldırdın mı tüm boyutlar da ortadan kalkar. Bu nedenle,
boyutlarda arada bir kesinti olacak şekilde ayrı olmayıp
her bir boyut, alt boyut ya da boyutlarda farklı şekillerde
kodlanmış olarak açığa çıkar. Daha doğrusu bir alt
boyut, bir üst yada üst boyutların kodlarını barındırmasının
ötesinde o kodlardan, şifrelerinden oluşmuştur. Tıpkı üç
boyutlu holografik görüntülerin, iki boyutlu hologram plakasında
girişim olarak şifrelenmesi gibi. Bu konuda M. İ. Arabi, “ bu
dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Bu yüzden yorumlanması
gerekir” demiştir. Dolayısıyla boyutlar arası olan ayrılık
ancak, “Boyutsal Farklılaşma” şeklinde olmaktadır.
Varlığın, sistemin boyutların boyutsal kodlama ile var olması bu
boyuta (ya da herhangi bir boyuta) üst boyutlardan ayrı ayrı
bakış açılarıyla bakmak anlamına da gelmektedir. Yine bu
boyutsal Bütünlük dolayısıyladır ki mesela, Miraç olayında Hz.
Resulullah yaratılmışa ve yaratılmamışlığa ait tüm boyutları tek
tek müşahade etti, gördü de sonra tekrar dünyaya geri döndü ve
onlar orada üstü kapandı, örtüldü, öylece kaldı değil, tek bir
“an” da müşahede ettiği tüm boyutları aynı anda ve her an
kesintisiz müşahede etmeye devam etmiştir. Gerçi miraç öncesi
zaten miraç halindeydi. Çünkü, Kuran’ın bir defada ona inmesini
çok iyi anlamak lazım fakat bu da işin başka bir yönü. Bu
nedenle Kuran’ da evrene, sisteme, Öze (Hakikate) ait bilgiler
sistemin gereği olarak gerçeğine işaretle sembol ve mecazlarla
anlatılmış ve böylece bunlar, birebir karşılığı olmasalar da o
gerçeğe giden anahtar kelimelerle, cümlelerle ifade
edilmişlerdir. Dolayısıyla Kuran, farklı cümle ve kelimelerle de
aynı gerçeğe işaret edecek şekilde dizayn edilebilirdi, Mutlak
Bilinç tarafından. Mesela Kuran Afrika kabileleri için de ya da
kutuplardaki Eskimolar arasında açığa çıksaydı ifade tarzı aynı
olmayacağı gibi. Ya da aynı gerçekler farklı anlatım tarzlarıyla
da ifade edilebilmektedir. Kuran’ın evrensel oluşu,
Kainata ve Hakikate ait olan kodları boyutumuzda ihtiva etmesi
dolayısıyladır. Keza Hz. Muhammed’in (sav) Resullüğü de
İnsanın Uzayın Hakikati olan boyutlarına dönük “Evrensel
Resullüktür”. Böylece “Ben yürüyen Kuran’ım “ diyen
ve yedi İnsanı Kamilden biri olan Hz. Ali (ra) gibi,
aynısı olduğu insan da, bilincinde bu kodların açılması oranında
evrende, Kainatta kapasitesince Hakikatini bilen birim olarak
yerini alır ki bu birime, Evrensel İnsan, tüm kemaliyle
çıkması halinde ise, İnsanı Kamil adı verilir.
Böylece
modern bilimin verileri bile, ne Kuran ne de hadislerde
kesinlikle mevcut olmayan tanrı ve tanrısallık kavramını çoktan
çöpe atmıştır. Bu nedenle Hz. Muhammed (sav)’ den açığa çıkan
İlim Ve Kudret, Evrensel Sistemde de mevcut olan, tüm bunların
Özü Allah’a ait İlim Ve Kudrettir. Yine bu sebeple Hz.
Muhammed’in (sav) vahiy ile kendi özündeki bir boyutta bulduğu,
hissettiği, yaşadığı Allah İlmi ve sonucunda Okuduğu sistem ve
düzen, onun beyni aracılığıyla boyutumuzda belirdiği içindir ki
Onun bakış açısı, düşünce ve değerlendirme sistemi olmaksızın
Kuran anlaşılamaz ve anlaşılamamaktadır da. Ama ne trajik ki
Kuran, Hadis ve gelmiş geçmiş onca Evliyaullahın açıkça dile
getirmesine rağmen bu çöplükten beslenerek kendisini tanrı
olarak lanse edecek olan Deccal, benzer bilimsel söylemleri
kullanarak gerçekte Tek’ in varlık adı altındaki belli bir
boyut katmanına ait ilim ve kudretinin kendinde açığa çıkmasına
karşın, kendisini birimlerde potansiyel olanın açığa çıkmışı
olarak zirve noktada gösterip varlığın tanrısı olduğunu dile
getirecek ve insan ya da çeşitli uzaylı varlık suretinde somut
olarak görünecek Cinler yardımıyla da insanların ekseriyatını
hükmü altına alacaktır. Deccal, kendisini varlığın tanrısı
olarak gösterebilir, ama Allah ve Onun aynası olan birimlerin
indinde varlık, hiçbir zaman var olmamıştır. Var olmayanın
tanrısı da ancak bir hayalden ibarettir, gerçek bir varlığı
yoktur. Bu nedenle, sahip olduğu hayali ilim ve gücü, boyutsal
çarpışmada ona bir fayda vermeyip Hz. İsa (as) adı altındaki
İlim Ve Kudret altında ezilip kalacaktır. Özetle, Hz. Muhammed’e
(sav) bakmak, Onu değerlendirmek demek ona et kemik yığını
olarak bakıp değerlendirmek değil, kendi boyutsallığında bir
bilinç titreşimi olarak görmek daha doğrusu sonsuz-sınırsız bir
bilinç titreşimi olarak onda yok olmak demektir. Uzak doğu
mistikleri bile her ne kadar ötesini değerlendiremedikleri için
Ona iman etmeyip bu yüzden onda yok olamasalar da onu kendi
bilinç katmanlarında kapasitelerince kendileri gibi sadece şuur
titreşimi olarak görmekte, bu da Ona saygı duymayı
getirmektedir.
Ayrıca bir şeyi
reddetmek, o şeye karşı kendini kapama, kilitleme ; iman ise, o
şeye karşı kendini açık hale getirme demektir. Bu nedenledir ki
mesela, meleklere iman etmeyen kişi otomatik olarak onlarla
olabilecek rezonansı kesmekte dolayısıyla da kendindeki o meleki
güçleri bloke etmekte, ortaya çıkartamamaktadır. Meleklere iman
etmeyen de, her an bilincinde olarak meleki güçlerle hareket
eden Resul ve Nebileri, açığa çıkarttıklarını, anlattıkları
Hakikatleri, sistem ve düzeni varsa kitaplarını kesinlikle
anlayamamakta, değerlendirememektedirler. Başka bir deyişle bir
kişi, Hz. Muhammed (sav)’e iman etmeyip onu reddettiği müddetçe
onun çeşitli seviyelerdeki ilim ve enerji alanına giremeyeceği,
onunla telepatik bağlantıya geçemeyeceği için, onun ortaya
koyduğu gerçekleri en alt düzeyde bile anlaması mümkün değildir.
Bu yüzden, onu ve getirdiklerini eleştiren bu yönlü yayınların
hiçbir geçerliliği yoktur. “Hadisler uydurmadır, sadece Kuran
bize yeterlidir” diyerek Hz. Muhammed’i (sav) devre dışı bırakan
ve kendilerine “Müslüman” diyen kişiler de aynı şekilde, sahip
oldukları zihniyetlerle bu enerji alanı dışında yer
aldıklarından Hz. Muhammed’i (sav) değerlendiremedikleri gibi
onun kendi öz boyutlarından “Oku” duğu, Onun Bilincinden açığa
çıkan Kuran’ı da asla idrak edip anlayamazlar. Ne kadar
çabalarsa çabalasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar anlamaları da
kesinlikle mümkün değildir, işleyen sistemin kurallarına göre.
Anladıklarının ise, onları nelere, nereye kadar götüreceklerini
de yaşayarak göreceklerdir. Bu yapılara dil uzatanların, hakaret
edenlerin sistemin gereği olarak mutlaka karşılığını almalarının
nedeni de yine bu enerji alanları dolayısıyladır. İman edenlere
gelince, onlar da kapasiteleri oranında ondan enerji (ki büyük
çoğunluk bu yönlüdür) ve ilim temin etmekte (tabanda belli
şeylere iman ettiklerinden o imanlarına devam etmiş olsalar da)
edemedikleri ya da onu reddettikleri noktalarda yine o boyut
itibariyle ondan faydalanamamaktadırlar. Ya da, ne kadar
iman sahibi olursa olsunlar o imanlarına rağmen, içinde
bulundukları sınırlı düzeylerin dışındaki o ilim ve enerji
alanına giremezler. Bu yüzden Hz. Muhammed’in (sav) o ilim ve
enerji alanına giremeyenler, o alanlarla bağlantılı olan
velileri de anlayamamakta ve hatta iş, onları kâfirlikle
suçlamaya kadar gitmektedir. Keza Hz. Muhammed’in (sav) aynası
olan İmamı Mehdi’nin ortaya koyduğu ilmin anlaşılamaması,
Mehdi’nin ve Hz. İsa’ nın (as) açığa çıktıklarında ilkin din
adamlarının karşı çıkmasının nedeni de Hz. Muhammed (sav)’ in
İlminin reddedilmesidir. Daha önceden Onu
değerlendirmeyenin, yani o ilim ve enerji alanına beyinlerini
yönlendirmeyenlerin, açmayanların Mehdi’nin ve Hz. İsa’nın (as)
kabulünden sonra onları ne kadar değerlendireceği ise,
meçhuldür. Yine bazı medyumların, hassas beyinli bazı kişilerin
duyu dışı algılama (DDA) yöntemiyle aramaya kalktıkları taktirde
İmamı Mehdi’yi bulamayacak olmalarının sebebi de bir yönüyle
budur. Kaldı ki Veliler arasında bile bu ilim ve enerji
seviyeleri bulunmakta ve üst düzey veliler dışındaki evliya dahi
onu tanıyamamakta sadece kendi bulunduğu boyuttaki etkilerinden,
yansımalarından yeryüzündeki işlevlerinden dolayı varlığından
haberdar olabilmektedir. Her an ondan dünya üzerine yayınlanan
dalgalar ise, ilgili kişilerce idrak kapasiteleri oranınca
alınıp değerlendirilerek dünyayı şu ana kadar görülmemiş bir
yenilemeye, yeni yeni algılamalara, bakış açılarına
sokmaktadır.
(Bkz. Kendini Tanı
/İnsan Ve Din / Akıl Ve İman / Okyanus Ötesinden III – Ahmed
Hulusi / Küttübi Sitte )
(1).
Hurma ağacının aşılanması olayı da, onun bilememesi dolayısıyla
değil, tamamen vahyin konumunu daha fazla belirgin kılma, daha
ön plana çıkartma başta olmak üzere bizler için birçok ders
bulunmaktadır.
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 05.09.2006
http://sufizmveinsan.com
|