Bu
yazıyı, İnternet yoluyla bana ulaşan benzer bir makale
mahrekiyle yazıyorum. ABD’nin Irak politikasını
anlayabilmek için, bu ülkenin 20. yüzyılda, dünya çapında
izlediği politikaya kısaca göz atmak faydalı olacaktır.
1947’de
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Truman,
Sovyetler Birliği ve komünizmi kastederek "ya özgürlükten
yanasınız ya da terör ve zulümden" diyor ve dünyayı
bir seçim yapmak zorunda bırakıyordu. Bundan 54 yıl sonra,
11 Eylül saldırılarının ardından Başkan Bush'un
kongrede yaptığı tarihî konuşmada "Dünyanın her
yerindeki tüm uluslar bir karar vermek zorunda; ya bizimlesiniz
ya da teröristlerle" diyerek ABD'nin dış politikasının
aynı yolda ilerlediğini gösteriyordu.
ABD'nin
bugün de devam eden uluslararası politikasının temelleri
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde atıldı. Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan hükümetinin dış
politikalarına danışmanlık yapmak üzere "Dış İlişkiler
Konseyi" adı altında bir örgüt kurulmuştur. Bu
konseyin üyeleri, genellikle medya kuruluşlarının, endüstri
ve sanayi şirketlerinin, ordunun, enerji ve silâh şirketlerinin
ve çokuluslu şirketlerin yöneticileri ve hissedarları arasından
seçilmiştir. Bugün de durum aynıdır. Kuruluşun temel görevi
büyük şirketlerle hükümetin çıkarları arasında bir köprü
kurarak, dış politikayı iki taraf için de en uygun hâle
getirmektir.
Konsey,
2. Dünya Savaşı sonunda, 1945 yılında “Büyük Bölge Plânlaması”
adı altında dünyaya yeni bir düzen vermeyi amaçlayan bir
rapor hazırlamıştır. Bu raporda, "ABD endüstrisi için
dünya üzerinde kaynak ve ham maddeleri, ekonomik ve askerî
yollarla mümkün olduğunca sıkıntısız bir şekilde hâkimiyet
altına almanın gerekliliği vurgulanmıştır. Konseyin yayımladığı
"Büyük Bölge Plânlaması" dikkatli incelendiğinde,
dünya üzerinde çeşitli noktaların stratejik amaçlarla hâkimiyet
altına alınmasını öngörmekte ve günümüze kadar
Amerika'nın Saddam da dâhil olmak üzere dış müdahaleciliğinin
felsefesini resmi olarak açıklamaktadır. Serbest piyasa
ekonomisinin tüm dünyada yayılmasını amaçlayan bu
planlamada, üçüncü dünya ülkelerinin rolü, merkezdeki ülkelere
işgücü, hammadde ve pazar sağlamak olarak belirlenmiştir.
Ancak
ABD, 2'nci Dünya savaşının ardından hukukun ve demokrasinin
önem kazandığı dünyada, bunu emperyalizm şemsiyesinden
kurtularak yapmak, dolaylı yollara başvurmak zorundaydı.
Amerika profesyonel stratejiler kullanmalı, uluslararası
platformda, yaptıklarını meşrûlaştırmalı, bunu yapamadığı
zamanlarda da, daha sonraları Nixon'un
kavramlaştırdığı "deli adam teorisine" uymalıydı.
Nixon bu
teorisinde "Düşmanlarımız, emrimizde olağanüstü yıkıcı
bir güçle bizim çıldırmış ve ne yapacağı öngörülemez
olduğumuzu anlamalılar, bu durumda korkuyla irâdemize boyun eğeceklerdir"
demekteydi.
Benzer
bir rapor 2000 yılının Eylül ayında, henüz yönetimde
olmayan bugünkü Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz gibi isimlerin içinde bulunduğu bir ekip tarafından,
"Büyük Bölge Plânlaması’nın" yeni bir
versiyonu olarak "Yeni
Amerikan Yüzyılı" adıyla hazırlandı.
Bu rapor kendisine rakip olabilecek başka güçlerin oluşmasına
izin vermeden, Amerikan gücünü ve hegemonyasını gelecek yüzyılda
da korumak ve geliştirmek için yapılması gereken stratejik
ve askerî plânlamaları içermektedir. Bu “Şâhinler”
grubunun önceden beri benzer plânları olduğu herkesçe
bilinmektedir. George
W. Bush’un alenen hileyle seçilmesi zâten mevcut sürecin
başlangıcını oluşturmuştur.
Raporda,
Kuzey Kore, İran ve Irak'ın Amerikanın liderliğine ve
topraklarına karşı tehdit oluşturduğuna ve bunun
giderilmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Raporun Ortadoğu
ile ilgili bölümünde geçen "ABD’nin Körfez bölgesinin
güvenliği üzerindeki rolünün kalıcı hâle getirilmesi
gerekir. Irak'la hâlâ çözülmemiş çatışmamız kısa vâdede
bize bir bahane sağlasa da, Körfez bölgesinde ABD gücünün
gerekliliği konusu, Saddam
Hüseyin rejimi konusunu aşan bir husustur." ifâdesini
içeren cümle oldukça düşündürücüdür. Raporda Türkiye
bir üs olarak görülmekte, limanlarından faydalanılması, Doğusu’nda,
muhtemelen Diyarbakır'da büyük bir Amerikan üssü kurulması
gerektiği vurgulanmaktadır.
Gene
aynı raporda, 11 Eylül'de yaşananlar hakkında kafalarda soru
işareti yaratan tüyler ürpertici bir yargı da vardır. Bu
yargı Amerika'nın dünya kaynaklarının çoğunluğuna egemen
olmak için "Pearl
Harbor gibi yıkıcı ve hızlandırıcı bir olaya ihtiyaç
duyulduğunu”
belirtmektedir. Birçok kişi, daha sonra meydana gelen 11 Eylül
saldırısının, ABD’yi ihtiyaç duyduğu bu hızlandırıcı
olaya kavuşturduğunu düşünmektedir. Pearl Harbor baskının
da en az haftalar öncesinden ABD istihbaratınca fark edildiği,
yetkililerin ikaz edildiği ama hiç bir şey yapılmadığı
seneler sonra ifşâ edilmiş, hâttâ bu konuda filmler çevrilmiştir.
ABD,
11 Eylül olayının yarattığı fırsat ile kitle imha silâhlarının
akla gelmeyen şekillerde teröristler tarafından kullanılabileceğini
ileri sürerek, bu tür silâhların yayılmasını engelleyeceğini,
bu silâhları kullanabilecek teröristlere destek sağlayan
diktatörleri ortadan kaldıracağını, uluslar arası teröre
savaş açtığını tüm dünyaya ilân etmiştir.
İlk
bacağını Afganistan’ın oluşturduğu bu savaşın ikinci
bacağını kitle imha silâhlarını daha önce kendi halkına
karşı kullanan Saddam
Hüseyin’in ülkesi Irak’ın oluşturacağı görülmektedir.
Saddam
Hüseyin
yönetiminin herkese ibret verecek şekilde cezalandırılmasının,
kitle imha silâhı üreten veya üretmeye çalışan diğer
devletlere güzel bir ders olacağı ileri sürülmektedir. Aslında
ABD yönetimi, İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkeleri tehdit
ederek, bu tür silâh teknolojisini üçüncü ülkelere satan,
gerçekte ABD’nin ileride kendisine rakip olabilecek
kapasitede gördüğü Çin, Rusya ve hâttâ Fransa gibi ülkelere
mesaj vermektedir. Küçük ülkeler kitle imha silâhlarından
arındırıldıktan sonra, belki de sıra büyüklere
gelecektir.
ABD’nin
Irak’a ısrarla bir müdahale yapmak istemesinin diğer bir
boyutunu da İsrail oluşturmaktadır. İsrail, Ortadoğu'da Müslüman
denizinin ortasındaki bir ada gibi yaşamaktadır. Varlığını
devam ettirebilmesi, kendini kuşatan bu denizin zayıflığına
bağlıdır. Yahudi Devleti, bir Müslüman denizi konumundaki
Ortadoğu'da hayatta kalabilmek için çok geniş kapsamlı bir
"bekâ stratejisi" geliştirmiştir. İsrail Dışişleri
görevlisi Oded
Yinon'un 1982 yılında hazırladığı,
"1980'lerde İsrail için Strateji" başlığını taşıyan
bir rapor, tüm Ortadoğu'nun İsrail’in "hayat sahası"
hâline getirmesi gerektiğini belirtmektedir. Yinon'un raporunun
temelini Ortadoğu ülkelerinin demografik yapısı oluşturmaktadır.
Yinon’a
göre, Ortadoğu ülkelerinin hiç biri, tek bir milletten oluşan
sâbit ve köklü devletler değillerdir. Aksine, yapay biçimde
birbirine tutturulmuş birer zorâki mozaiktirler. Dahası, bu
devletlerin sınırları içinde birbirlerine pek de dostça
bakmayan farklı dinî ve etnik gruplar vardır. Peki, böylesine
karışık bir Ortadoğu'da İsrail'in stratejisi nedir? Cevap
basittir: "böl ve yönet". Bölünen parçalar
birbirleri ile güç mücadelesine gireceğinden zayıflayacak,
dış müdahalelere açık hâle geleceklerdir. Türkiye’de de
büyük medya ve belli entelektüel gruplar sürekli olarak bu
mozaiklik temasını senelerdir işleyerek beyin yıkamaktadırlar.
İşte
bu rapor doğrultusunda, Irak’ın bölünmesini en çok
isteyen devletin İsrail olacağı anlaşılmaktadır. Hâlen
İsrail’de 1950’li yıllarda kuzey Irak’tan bu ülkeye göç
eden 150.000 civarında Kürt kökenli Yahudi yaşmaktadır.
İsrail,
Kuzey Irak'ta oluşacak bir devlet içinde Kürt Yahudileri'nin
haklarını garanti ederek, bu bölgede nüfuz sahası elde
etmenin yollarını aramaktadır. Hâttâ, Hürriyet gazetesinde
manşetten Barzanî’nin Kürt Yahudisi olduğu, bunun tarihî
kaynaklarla sâbit olduğu Sefa Kaplan mahreçli bir haberle yayınlanmış
ve Radikal’de çıkan cılız bir itirazın hâricinde bunu
kimse yalanlamamıştır. Radikal’deki yalanlamayı yazan kişiye
gönderdiğim e-mektuba cevaben beni telefonla aramış ama ikna
edici bir şey de söylememiştir; tek ilginç savı Barzani sülâlesinin
Nakşibendî olduğuydu. Bu neyi değiştirir ki?
Hiç
şüphesiz Irak’ın bölünmesiyle kurulacak bir Kürt
devleti, İsrail’in de işine gelecektir. Çünkü Kürt
devleti İsrail’in iki temel düşmanı İran ve Irak’ı zayıf
düşüreceği gibi, kendisi için bölgede rakip olan, aynı
hayat sahasını paylaştığı Türkiye’yi de rakip olmaktan
uzaklaştıracaktır. Uzun vâdede ise, Türkiye’nin de bir kısmının
bu devlete ilhakı gündeme gelebilecektir. Son derecede
stratejik öneme hâiz Kıbrıs’ın Türkler’den
temizlenmesi için bütün Batı’nın bu kadar uğraşması da
bu mes’eleyle net olarak paraleldir. Eğer bu gerçekleşirse,
Türkiye tam bir muhasara (kuşatma) altında kalacaktır.
Ülkemizde
bâzıları 1950’den başlayarak dünyada Amerikan egemenliğinin
kurulacağını ve Türkiye'nin de Küçük bir Amerika olacağını
sanarak, bu ülkeye bende olmak ve bu ülke adına propaganda
yapmak yolunu seçtiler. Bilirsiniz, lisede okullarda askerlik
dersi vardır (sanırım hâlâ var). O yıllarda, esas hoca
olan bir Deniz Albayı’nın mazereti sebebi ile, yerine
genç bir Yüzbaşı gelir. Bu yüzbaşı, bir Kore gâzisidir.
O sıralarda 1960 ihtilâli olmamıştır ve yine bugün
olduğu gibi her şeyimizle ABD’ye teslim olmuş, hayranlık
duymaktayızdır. Aramızdan bâzıları gidip orada yaşamayı
bile hayâl etmektedir (Aynen bu gün olduğu gibi. Arkadaşlarımın
lise veya üniversiteyi bitiren çocuklarının tek arzusu var.
ABD'ye gitmek fırsat bulurlarsa oraya yerleşmek!). Bu Yüzbaşı,
bir gün göğsünde Amerikalılar’ın verdiği “Blue
Ribbon” yâni kahramanlık madalyası takılı olduğu hâlde
derse gelir. O gün vekâlet görevi bitiyordur. Yine eski hoca
görevine dönecektir. Talebelere, "Çocuklar, bu göğsümdeki
şerit, Amerikalılar’ın Kore'de verdiği kahramanlık
madalyasıdır. Ancak, ben bunu taşımaktan gurur
duymuyorum ve takmıyorum. Çünkü o savaş bizim savaşımız
değildi. Biz orada yüzlerce askerimizi şehit verdik” der.
Daha sonra, ABD’nin ittifaklar kurarak ülkesini dâireler şeklinde
koruduğunu, bir saldırının ABD’ye ulaşmaması için bu
tedbirleri aldığını, İç Harp hâriç ABD'nin kendi toprağında
hiç savaşmadığını ve savaşın kendi toprağına ulaşmaması
için her şeyi yapacağını, Türkiye'nin ise, ABD korumasının
en dış halkası olduğunu, Sovyet tehlikesine karşı Türk
Ordusu’nun kullanıldığını karatahtaya şemalar çizerek
anlatır. Ve… Çok çarpıcı bir cümle ile sözlerini
tamamlar: “ABD
Türkiye'nin stratejik konumuna ihtiyacı kalmadığı anda Türkiye'yi
dışlar ve her türlü tehlike ile baş başa bırakır. Bunun
için, ilişkilerimizde çok ihtiyatlı olmalı ve her
istediklerini yapmamalı, kendi ülkemizin çıkarlarını çok
iyi korumalı ve hesaplarımızı ABD'nin desteğine bağlamadan
yapmalıyız”.
Birçok konuda ABD'nin Türkiye'ye karşı davranışları, attığı
kazıklar bu genç Kurmay Yüzbaşı'yı haklı çıkarmıştır.
Tezkerenin TBMM’de reddi üzerine, ânında Kuzey Irak’taki
Kürtler’in bayrağımızı yakarak eyleme geçmeleri tesadüf
müdür?
Hükûmetler,
yıllarca ABD'nin çıkarına hizmet etmiştir. ABD, istihbarat
teşkilâtımızın içine ajanlarını soktu, yıllardır Türkiye'ye
büyük elçi olarak CIA ajan eskilerini tâyin eder. Terörün
en azılı dönemlerinde meşhur Kahramanmaraş ve Çorum
olaylarının ABD büyükelçisinin bu şehirlere yaptığı
seyahatten sonra patladığını gençler bilmez, yaşlıların
çoğunluğu da unutmuştur. Abdi İpekçi ve Uğur
Mumcu'nun hayatına mâl olan sebeplerin başında,
ABD'li silâh tüccarları, uyuşturucu trafiği ve Türkiye'deki
terör konusundaki araştırmaları gelmektedir. ABD, o dönemde
hem sağcı, hem solcu, hem de dinci terörü desteklemekteydi.
Ne hazindir ki, köy-kasaba kökenli samimi Türk milliyetçilerini
de emellerine âlet etmişlerdir; bir yandan milliyetçilik-muhafazakârlık
denirken, bu düsturla hareket ettiğini zannettiğimiz
iktidarların yardımıyla memleketin iktisadî bünyesi
tedricen esir alınmıştır. Bitirici nokta da Özal döneminde
Avrupa Birliği ile imzalanan tek taraflı gümrük birliği
antlaşmasıdır. Bu sûretle hem Avrupa’ya tek taraflı
olarak bağımlı, hem de ABD’ye zımnen muhtaç hâle gelmişizdir.
Aynı “sağcı” Özal, “Kürtler’le konfederasyon düşünebiliriz”
diyerek, misyonunun temelini o zamandan ifşa etmiştir. Zamanla
müfrit politik oluşumlar çökertilince, ABD etnik terörü
devreye sokmuştur. Şimdi de dincileri beslemektedir. Zîra
menfaâti o yöndedir.
Başka
bir konuya daha dikkat edelim: Ne zaman ekonomisi durgunluğa sürüklenip, ekonomik çöküntü başlamak
üzere olduysa, ABD dünyanın bir noktasında savaş çıkarır.
Çünkü savaş, enerji fiyatlarını yükselterek bu sektörü
topyekûn kontrolü altında tutan çevrelere büyük kârlar sağlar,
muazzam stoklarını yüksek fiyatla elden çıkarmalarına imkân
verir. İkinci sırada silâh sektörü, üçüncü sırada da
ilaç ve tıbbî malzeme sektörü gelir. ABD'de, bu sektörlerdeki
en büyük sermaye de Yahudi lobisinin elindedir. ABD
Başkanları’nın hepsine Musevi olmadıkları halde Tevrat
Tomarı taşıtırlar. Seçilmeleri için alacakları maddî
yardımın şartı budur. ABD kazığını atıp gittiği
zaman, doğacak zarardan da en fazla pay, kendi ülkelerinin
çıkarını görmezden gelip yabancı çıkarlarına destek
olanların hesabına yazılacaktır. Bundan emin olabilirsiniz.
Ayrıca
ABD’nin müdahalesi sonrası, Irak’ın
silâhsızlandırılmasıyla İsrail, bölgenin belirleyici
askerî gücü hâline gelecek, ABD’nin bölgedeki varlığı
ile bekasını garanti altına alacak ve anti-demokratik
Arap rejimlerinin Filistinliler'e sağladığı para kaynağının
kesilmesiyle, Filistin’i istediği bir barışa râzı
edebilecektir.
ABD
başkanı Bush
26 Şubat 2003 tarihinde Washington Hilton Otelinde yaptığı
bir konuşmada “Irak’ta elde edilecek başarı Ortadoğu barışı
için yeni bir sayfa açacak, aynı zamanda kalıcı demokratik
bir Filistin devletinin kurulmasına da imkân sağlayacaktır. Saddam rejiminin
devrilmesi, teröristlere ve intihar bombacılarına yapılan
desteğin kesilmesini sağlayacak, aynı zamanda başka
rejimlere de terörist hareketleri desteklemenin hoş karşılanmayacağını
açıkça gösterecektir.” demiştir. Bush’un bu konuşması
ABD’nin, İsrail’in planları ile paralel hareket ettiğini
göstermektedir. İsrail, stratejik ortağı ABD’nin, Irak’a
müdahale etmesi sonucunda kendi amaçlarının da gerçekleşeceğini
umut etmektedir.
Ortadoğu’daki
totaliter rejimler ABD’nin bölgede rahat hareket etmesini
engellemeye başlamıştır. Bölgeye demokrasinin getirilmesi
ABD’ye hareket serbestisi kazandıracaktır. Bölgedeki etnik
ve mezhep farklılıkları kısa vâdede demokrasi ile birlikte
birbirleriyle mücadeleye girecek, Yugoslavya örneğinde olduğu
gibi parçalanmalar ve kaos meydana getirebilecektir. Orta vâdede
ise kontrolü daha kolay küçük küçük devletçikler ortaya
çıkacak, bu durun ABD ve İsrail’in işine gelecektir. ABD yönetiminin
bölgeye demokrasi getirme isteğinin altında yatan gerçek
nedenin bu olduğu değerlendirilmektedir.
Saddam
yönetiminin devrilmesinden sonra Irak’ın geleceğinin ne
olacağı da şüphelidir. 1991’den beri Çekiç Gücün
koruması altında ve BM’nin para desteği ile bugün Kuzey
Irak’ta meydana gelen de
facto
durumun oluşmasında ABD’nin önemeli bir payı vardır.
ABD’nin 10 yıldır Kürtler’le ilişkisini bu seviyeye
getirmesinin bir tesadüf olmadığı, Türkiye’nin baskısı
ile şimdilik Kürt devletinden vaz geçilse bile, uzun vâdede
ABD ve İsrail’in bu niyetlerinden vazgeçmeyeceği değerlendirilmektedir.
ABD
başkanı Bush Irak’ın petrolünü istemediklerini petrolün
Irak halkına ait olduğunu söylemekte olası harekat sonrası
Irak’a kalıcı olarak yerleşmeyeceklerini yalnızca gerektiği
kadar kalacaklarını belirtmektedir. Fakat Colin
Powell’in basına sızan bir bir konuşmasında Arap
ülkelerinde okullar açılacağını, eğitim programları
uygulanacağını, Amerikan değerlerinin ve demokrasinin yerleştirileceğini
söylemesi ABD’nin Irak’ta kalış süresinin hiç de kısa
olmayacağını göstermektedir. İlk Körfez Harbi'nde orada
mevzilenen Amerikan askerlerinin Kürtler'i Saddam'dan değil, Türkiye'nin
muhtemel bir baskısından korumak işlevi olduğunu artık
herkes bilmektedir. Nitekim, o dönem alıp yetiştirdikleri Peşmergeler'i
şimdi yeni Kürdistan'ın entellektüelleri ve yöneticileri
olarak örgütledikleri alenen yazılıp anlatılmaktadır.
ABD
ordusunun Irak’a ve bölgeye yerleşmesi ile İran, Suriye ve
Suudi Arabistan gibi ülkeler, Irak’taki demokrasi denemesinin
etkisi ve ABD askerî gücünün yaratacağı baskı ile
rejimlerinde değişiklik yapma ihtiyacını hissedeceklerdir.
Zaten ABD’nin niyeti de askerî varlığı ile bölgeye güç
projeksiyonu yapmaktır. Fakat bu güç projeksiyonun Ortadoğu
ile sınırlı kalmayacağı, asıl hedefin Orta Asya olacağı
değerlendirilmektedir.
Gerçekte
ABD bugün bir şekilde Ortadoğu petrollerini kontrol
edebilmektedir. ABD’nin kontrol edemediği bölge Orta Asya
enerji havzasıdır. ABD’nin Irak ve Türkiye’ye yerleşerek
İran üzerinden Orta Asya’ya güç projeksiyonu yapmayı
planladığı Orta Asya’nın enerji kaynaklarının işletime
açılmasıyla bu kaynakların ve petrol boru hatlarının kendi
kontrolünde şekillendirmeye çalışacağı değerlendirilmektedir.
ABD,
ulusal güvenlik stratejisinde belirtiği gibi kendisine rakip
olabilecek bir gücün oluşmasının istememektedir. Bu gücün
oluşumunu engellemenin en önemli yolu enerjiyi kontrol
etmektir. Gelişmiş ülkeler her geçen gün artan bir oranda
enerji kullanmaktadır. ABD, önümüzdeki 25 yıl içinde bir sıçrama
yaparak artacak ve 30-40 sene içerisinde de muhtemelen bitecek
olan petrol tüketimini güvence altına almanın ötesinde
muhtemel rakipleri olan Çin, Hindistan ve Avrupa Birliği’nin
de enerji ihtiyaçlarını denetim altına almayı
hedeflemektedir. Muhtemel Irak harekâtının altında yatan en
önemli sebebin bu olduğu değerlendirilmektedir.
Yalçın
Doğan,
5 Mart 2003’de Hürriyet’te şunları yazıyordu:
«Kürt
Devleti’ne çeyrek kala!...
İKİ kilit: İsrail ve Türkmenler. Kuzey Irak'ta Türkiye
aleyhine gelişen tepkilerde belirleyici iki etken.
Son
on yıldır, Ankara'dan her türlü anlayışı gören, hatta
kendilerine kırmızı pasaport bile verilen Kürt
liderler, Barzani ve
Talabani, Türkiye'ye karşı şimdi düşmanca bir
tavır içinde. Birkaç nedeni var.
Önce
en önemli amaç, Kürt Devleti kurmak, onlara göre,
eskiye oranla, artık çok daha yakın, çok daha mümkün!..
Çünkü, Amerika net bir tavır değişikliği içinde. Tezkere
öncesinde, Washington'un Ankara'ya kesin sözü var. Ama, o söz
şimdi geçerli değil. Hatta, tam tersi: Ankara'ya
son birkaç gündür ulaşan bilgiler, ABD'nin Kürt Devleti'ne
yeşil ışık yaktığı yolunda...
ABD
Dışişleri Bakanı Powell'ın tezkere sonrasındaki sözünü
Ankara yanlış anlıyor. Powell, ‘‘Biz Türkiye
ile ekonomik işbirliğini devam ettireceğiz’’ diyor.
Ankara, bu söze seviniyor. Oysa, adam açıkça ‘‘Sizinle
stratejik ortaklığımız artık bitti’’ diyor!..
Kuzey
Irak'ta hızlanan Türkiye aleyhtarı eylemler, bu ortaklığın
sona ermiş olduğunun kanıtı!..
İSRAİL
BÖLÜNMEDEN YANA
Kuzey
Irak'ta Türk düşmanlığının ikinci nedeni, İsrail'in rolü.
İsrail,
Irak'ın bölünmesinden yana. Savaştan
sonra, ABD ile birlikte, masaya oturmaya çalışıyor. Yavaş
yavaş masaya yaklaşıyor. Büyük ve bir bütün Irak yerine,
o bütünden çıkabilecek birkaç devlet üzerinde, daha etkili
olacağı inancında. Kaldı ki, petrol İsrail'in de düşü!..
Üçüncüsü,
Türkiye ile Türkmenler’in ilişkisi. Türkiye, Türkmenler'den
hiç bir yardımı esirgemiyor!... Akla gelebilecek her türlü
yardım. Kürtler, Türkiye'nin hem doğrudan, hem de Türkmenler
üzerinden, kendilerini tehdit ettiği inancında. Tehdit iki yönlü.
Bir, onların devlet kurmalarını önlüyor. İki, Türkiye'nin
Türkmenler aracılığıyla, Musul ve Kerkük'e el koyacağını
iddia ediyorlar.
Son
etken, Barzani ile Talabani askeri güçlerini birleştiriyor.
İkisinin toplam askeri yüz bin silahlı Peşmerge!.. Artık
ciddi bir askeri güç!.. Buna, ABD'nin onlara sağladığı
askeri desteği de eklemek gerek!..
Çünkü,
Amerika artık Kuzey'deki harekatını Türkiye'ye değil, Kürtlere
dayanarak yapmayı planlıyor!..
Karşılığında,
Kürt Devleti!.. Ayıkla pirincin taşını!..
Bu
yazılanların hiç biri spekülasyon değil, hepsi somut bilgi.
AKP
kulisinde tezkere
TEZKERENİN
reddi, dış yardım hayallerini suya düşürüyor. Bu, AKP Hükümetini
ek kaynak arayışına itiyor. Sonuç, bir araba vergi!..
Halkta ve AKP tabanında büyük tepki!..
Dün
AKP kulisleri yeni bir tezkere ile çalkalanıyor. ‘‘Tamam,
onurumuzu kurtardık, ama bu bize pahalıya mal oldu’’',
eğilimi ağır basıyor. Hatta, Başbakan Gül'ün yakın
çevresine, 'Siirt seçiminden sonra, yeni bir tezkereden' söz
ettiği, AKP kulislerine yayılıyor. Buna, Tayyip Erdoğan'ın
yeni tezkere istediği yolundaki iddialar ekleniyor.
Onbeş
gün içinde, yeni bir tezkere fırtınası yaşarsak,
kimse şaşmasın!...»
Yeni
tezkerenin yolda olduğu bu gün (09 Mart 2003 Pazar) itibâriyle
belli değil mi?
Tarih
boyunca güçlü devletler dünya hâkimiyeti hayâlini kurmuşlardır.
Bugünde ABD’nin aynı hayâlin peşinde olduğu görülmektedir.
Sanayi devriminden sonra dünya hâkimiyeti teorisinin netleşmesini
sağlayan Alman stratejist Prof. Friedrich Ratzel’dir. 1800’lü yılların sonunda yaşayan Ratzel,
Almanlar'ın Hayat Alanı Teorisi'nde “Devlet, bir hücreden
meydana gelen bir organizmadır. Devlet, gelişme ve yayılmayı
arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük
devletlere dışarıdan istilâ yoluyla mümkün olur. Bu küçük
gezegende, sâdece bir büyük devlet için gerekli yer
mevcuttur." demiştir. Ratzel’den etkilenen Mackinder,
Spykman, Mahan
gibi birçok stratejist dünya hâkimiyeti için çeşitli
teoriler geliştirmişlerdir. Bu teorilerin hepsinin temelinde
“Enerji
ve Hammaddeye Sâhip Olan Dünya Pazarına Sâhip Olur, Pazara Sâhip
Olan İse Dünya’ya Hâkim Olur”
fikri yatmaktadır. İşte bugün ABD, Irak harekâtı ile bu
fikrin uygulanmasında yeni bir adım atmak istemektedir.
Tam
bu dönemde, Atatürk’ün kurduğu millî ordunun başından
gelen bir açıklamayla sarsıldık. Bakın, vatansever bir
dostum neler diyor:
«Sayın
Org. Hilmi Özkök,
05.03.2003
günü görsel medyada, 06.03.2003 tarihinde de yazılı basında
yer alan “savaşanların yanında olmalıyız”, “tek dileğim
savaşanları karşımıza almamak” ifâdelerini içeren
beyanatınızı okudum.
Mesleğim
askerlik değildir. Bu konularda yorum yapma hakkına sâhip değilim.
Ancak, gerek yurt içindeki ve gerekse yurt dışındaki olayları
çok yakından izleyen bir vatandaş olarak, ihtisasım dâhilindeki
ekonomik ve politik konulardaki görüşlerimi aktarmama müsaade
edeceğinizi umarım.
Bugün,
ABD tarafından dünyaya dayatılan “Yeni
Dünya Düzeni” veya “Küreselleşme”
olarak adlandırılan olgu, topsuz
tüfeksiz yeni sömürgecilik düzenidir. Bu düzenin topu tüfeği
ise, IMF ve Dünya Bankası’nın milletlerin ekonomilerini
çökertecek reçeteleridir. Bu gün hiç kimse, IMF reçeteleri
ile ekonomisini düzeltmiş tek bir ülke gösteremez. IMF ile
anlaşmak, tüccarın tefeciye mahkûm olması gibi bir düzendir.
Size borç verilir, bu borcun fâizi yeni borçlar doğurur.
Sonuç hüsran olur. Bunun son ve en canlı örneği ülkemizdir.
1980 yılından beri IMF güdümündeki ekonomik politikalar, iç
ve dış borcu çevrilemez hâle getirmiştir. Yirmi üç yılda
sonuç alınamayan bu sürece maalesef hâlâ inatla devam
ediyoruz.
“Küreselleşme”
gereği olarak, (burada bunu sağlayan anlaşmaları yazarak
vaktinizi almak istemiyorum ancak, arzu edildiği takdirde,
bunları tek tek yazarım) sermaye transferlerinin serbest bırakılması,
yabancı sermayenin Türkiye’deki en önemli sanayi kollarını
(ilâç, telekomünikasyon, otomotiv, elektronik,
elektro-mekanik ve gıda sanayi sektörlerini) yok pahasına ele
geçirmesine neden olmuştur. Sonraki aşama kendi markalarını
Türk markalarının yerine ikame etmek ve işlerine
gelen ülkede yaptırdıkları mamûlleri buraya ithâl ederek
satmak ve Türk markalarını öldürmek olacaktır. Bunun ilk işaretleri
görülmeye başlamıştır. Ticaret ve Sanayi Odalarının kayıtlarından,
hangi firmaların yabancı sermayenin eline geçtiği net olarak
görülebilir.
Şimdi
sıra bankacılık ve sigortacılık sektörlerinin yabancı
sermayeye devrine gelmiştir. Bu da sağlandıktan sonra Türkiye’nin
soluğu ekonomik bakımdan iyice kesilecek, tamamen yabancı
sermayeye bağımlı hâle getirilecektir. 1980
yılından beri uygulanan ekonomik programlar, Atatürk’ün
millî ekonomi ve sanayi ilkelerini birer birer yıkarak, âdetâ
kapitülasyonları geri getirecek mertebeye doğru hızla yol
almaktadır. Cumhuriyetin temel direği olan prensipler ve
ekonomik ilkeler hızla terk edilmektedir. Tröstleşmiş medya
da buna alkış tutarak gerçekleri sâde vatandaşın gözünden
kaçırmaktadır.
Gümrük
duvarlarının kaldırılması, Türkiye tarımının “hybrid”
tâbir edilen kısır
tohumlara mahkûm edilmesini sağlamıştır. Bu tohumlardan gösterişli
ürünler elde edersiniz. Üretimde belirli ilâç ve hormonları
kullanmak zorunda kalır, dışarıya döviz ödersiniz. Bu
tohumlardan elde edilen üründen tekrar tohum elde edemezsiniz.
Her yıl yeni tohum satın alırsınız, almak zorunda kalırsınız.
Zira, bu tohumlar gen dönüştürülmesi yoluyla kısırlaştırılmıştır,
tohum veremezler. Tohumu ithâl edemediğiniz zaman, halkı aç
bırakamayacağınız için, tohum yerine uluslararası
tekellerin, kim bilir hangi ülkede ürettikleri tarım ürünlerini
ithâl etmek zorunda kalırsınız. Hem döviziniz gider, hem de
ülke halkı açlık denilen silâhın tehdidine mâruz kalır.
ABD’nin
son yıllardaki faaliyetine bir dikkat ediniz. ABD, “Enerjiyi
kontrol eden dünyaya hâkim
olur” prensibinden hareketle, dünyanın tüm
enerji kaynaklarını kontrolü altına almaya çalışmaktadır.
Bin
Lâdin’i bahane ederek Afganistan’a yerleşmesinin amacı,
Hazar Havzası petrol yatakları ile Çin’in arasına
girmektir. Kuzey’de Gürcistan’da ve diğer Türk
Cumhuriyetleri’ndeki Amerikan askerî varlığı bu ekonomik
ve politik nedene dayanmaktadır. Dünya petrol rezervi sür’atle
azalmaktadır. Dünya enerji rezervinin nerede ise üçte birini
tek başına ABD tüketmektedir. ABD şimdilik genellikle
petrole dayalı bu enerji türünü kendi refahı için kontrolü
altında tutmak istemektedir. Teksas’ta çıkarılan petrol
ise hiç tüketilmemekte, rafinerilerde saklanmaktadır.
Irak’a açılacak savaşın nedeni askerî veya politik yâhut
Irak halkına demokrasi sağlamak amaçlı değil, ekonomiktir.
Zîra Irak, dünyada Suudi Arabistan’dan sonra, en büyük
petrol rezervine sâhip ülkedir.
Türkiye’nin
Güney’inde, derinde olmakla birlikte, petrol yatakları
bulunduğu gerek yurt içi gerekse yurt dışı kaynaklarca doğrulanmaktadır.
Bu noktada ABD’nin Kürt sempatisinin sebebi net olarak ortaya
çıkmaktadır. ABD hiç
bir zaman Doğu’da bir Ermenistan ve Güneydoğu’da
bir Kürt devletinden vazgeçmemiştir (Avrupa da Pontus’un
hayâlini asla bırakmamıştır. ABD’nin 1800’lü yıllarda,
Elazığ’ın kerpiç kasabası Harput’ta bir Amerikan Koleji
açtırdığı ve burada bölge halkından öğrencileri
Amerikan dil ve kültürü ile yetiştirmek üzere misyonerler görevlendirdiği
unutulmamalıdır. Bu faaliyet, bir gün bu bölge ABD tarafından
işgal edilir veya kukla bir Kürt devleti kurulursa, kendi dil
ve kültürünü bilen yandaşlar bulmak amacına yöneliktir.
Ne mutlu ki, Cumhuriyet’in kurulması o heveslerini kursaklarında
bırakmıştır. ABD, Güneydoğu’daki potansiyel petrol
havzası ile, Irak havzasının Kuzeyi’ni, Hazar Havzası’nın
Batısı’nı kendisine bağımlı iki güçsüz devletle
kontrol altında tutmayı, orada güçlü bir Türkiye’nin
bulunmasına her zaman yeğ tutar. Bugün Kuzey Irak’ta vuku
bulmakta olan gelişmeleri göreviniz dolayısıyla siz,
hepimizden daha iyi bilecek ve değerlendirecek konumdasınız.
ABD orada bir Kürt Devleti kurmakla meşguldür. Hâttâ,
fiilen kurmuştur. Bir tek, dünya ülkeleri tarafından tanınması
eksiktir. Hazar petrollerinin, Bakû-Ceyhan hattı ile
Akdeniz’e ulaşacak olması, ekonomik yönden hem Güneydoğu
bölgesini, nakliyenin deniz yolu bacağını kontrol altında
tutabilmek açısından da Kıbrıs’ı son derece önemli kılmaktadır.
ABD’nin
amaçları ve uygulamaları dikkate alındığında, savaş
Irak’la sınırlı kalmayacaktır. Irak’ı, Suriye’nin işgali
takip edecek, nihâyet İran petrol rezervleri ele geçirilmek
üzere harekât İran’a yönelecektir. Zira amaç enerjiyi
kontrol etmektir. İran’ın petrol rezervleri de İran’a bırakılamaz.
Biz
iki nedenden dolayı bir çatışmaya girmek durumunda kalacağız:
Birincisi,
bir Kürt Devleti ilânını, -ki bu kaçınılmaz görünüyor-
savaş nedeni sayacağımızı tüm dünyaya açıkladığımız
için, bu çatışmaya bulaşmak durumunda kalacağız. Bu yakın
bir savaş tehlikesidir; üstelik, Türkiye’nin kendi sınırları
içerisinde de, büyük kentlerin varoşlarından başlayıp,
belli bölgelerinde ise toplu kalkışmalara dönüşebilecek
bir barut fıçısıdır.
İkincisi,
bugün dünyada petrolün yerini alacak yeni bir enerji kaynağına
en kuvvetli aday, bor cevherinden üretilen Hidrojen gazıdır.
Hidrojen’in gaz halinde depolanıp kullanılması, patlamaya
karşı çok yüksek bir temayül göstermesi sebebi ile, çok kısıtlıdır.
Ancak, ABD bordan hidrojen üretmenin tekniğini hayata geçirmiştir.
Bu teknoloji hidrojenin patlama tehlikesini tamamen izale
etmekte ve kullanışlı bir hâle getirmektedir. Hâttâ,
Daimler-Chrysler firması bor ile çalışan arabanın serî üretimi
dahi plânlamış bulunmaktadır. Dünya bor rezervinin en az
%70’inin Türkiye’de bulunduğu bilinmektedir. Geleceğini, “Enerjiyi
kontrol eden, dünyaya hâkim
olur” prensibine bağlayan ABD, er veya geç bu temiz ve
emin enerji kaynağını ele geçirmek isteyecektir. Bu amaç,
ya Türkiye’yi sömürge hâline getirmek, ya da bu gün
Irak’ta olduğu gibi Türkiye’ye saldırmak yolu ile gerçekleştirilecektir.
Şâyet, Türkiye sömürgeleşmeye râzı olmazsa, bu gün
Irak’ın başına gelen durumla 10-20 yıl gibi yakın bir
gelecekte kaçınılmaz olarak karşılaşmak durumunda kalacağız.
Bu durum, “savaşanları karşımıza almamak” dileğinizin
gerçekleşmesine önemli bir engel teşkil etmektedir. En azından
savaşanlardan biri ile, gelecekte bir çatışma yaşanması kaçınılmaz
gibi görünmektedir.
Son
bir husus da, ABD’nin ekonomisi tüketime dayalı olduğu için
iç tüketim düşmeye başlayınca ekonomi de bozulmaktadır.
Bush işbaşına geldiğinden beri, tüketimi arttırmak için
birçok yol denemiştir. Tüketim istenen seviyede artmamaktadır.
Bunun iki temel nedeni vardır. Bütün reklâm ve tanıtım çabalarına
rağmen, toplum tüketime doymuş olduğu için tüketim
artmamaktadır. İkincisi ise, Bush yönetiminde halkın geleceğe
güven duymaması ve harcamalarını kısmasıdır. Ne zaman ABD
ekonomisi resesyona girerse, ABD, dünyanın bir yerinde savaş
çıkartır ve kamu harcamaları yoluyla ekonomiyi canlandırmaya
çalışır. Bu Küba ambargosunda da, Vietnam savaşında da böyle
olmuştur. Bu nedenle, bu savaşın temelinde ekonomik etkenler
de rol oynamaktadır demek yanlış olmaz.
Diğer
taraftan, beyanatınızın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı,
nüfus kâğıtlarında iki harften ibâret olan, muhtemelen başka
bir ülkenin de pasaportunu taşıyan, servetlerinin bir kısmını
Amerikan ve İsviçre bankalarında değerlendiren, aslında
pasaportunu taşıdıkları ikinci ülkenin de gerçek vatandaşı
olmayan, sâdece “para ve servet” ülkesinin vatandaşlığını
kabûl eden bir kısım büyük iş adamı tarafından sevinçle
karşılanması ve bu çevrelerin savaş propagandası yapmaları
da son derece dikkat çekicidir.
ABD
silâhlı unsurlarının girdikleri ülkelerden çıkmadıkları
bilinen bir gerçektir. Dünyanın en güçlü mobil teçhizatına
sâhip olan, Vietnam’da bataklıklar üzerine dahi F-4’lerin
inip kalkabileceği mobil hava alanlarını en kısa zamanda
kurup kaldırabilen ABD askerî unsurlarının, iki ay gibi bir
süre ile kalmaları plânlandığı halde, ABD hükümeti neden
Türk topraklarında büyük ölçüde liman ve hava alanı sâbit
tesisleri kurmaktadır?
Üç
ay gibi bir süre için İncirlik’de yerleşen Çekiç Güç
olarak bilinen, ABD askerî unsurlarının, Silâhlı
Kuvvetlerimiz’in yüzlerce şehit vermesine neden olan ayrılıkçı
güçlere sağlık mâlzemesi, mühimmat, istihbarat yardımı
sağlayarak Kürt Devleti’nin nüvesinin teşkiline yardımcı
oldukları tesbit edildiği hâlde ülke topraklarından çıkarılamamışken,
şimdi gelmesi söz konusu olan, 60.000 civarındaki ABD askeri,
savaş bitince bu topraklardan nasıl çıkarılacaktır?
ABD
yetkilileri bizde etnik ayrılıkçı bir parti olarak bilinen
DEHAP yöneticileri ile hangi sıfatla toplantı yapıp görüşebilmektedir?
(Çorum ve Kahraman Maraş olaylarının hangi büyükelçilerin
bu şehirleri ziyaretinden sonra patlak verdiği unutulmamalıdır.)
ABD’nin
60.000 kişilik askerî unsurları Kuzey Irak’ta kurulmakta
olan Kürt Devleti’ne koruma sağlamaya başladıkları
takdirde, bu güç nasıl engellenecek, devlet kurulması nasıl
önlenecektir?
ABD,
var olduğu söylenen diplomatik ve askerî mutabakat tutanağına
uymaz ise, bunun yaptırımı nedir? O zaman, savaşanları karşımıza
almak zorunda kalmayacak mıyız?
Sâde
bir vatandaş olarak, beyanatınızda bu tür riskler
konusundaki görüşlerinizin de yer almamasından üzüntü
duyduğumu belirtmek zorundayım.
ABD
politikalarının 150-200 yıllık dönemleri kapsamak üzere şekillendirildiği
çok iyi bilindiği cihetle, bizim karşı tedbirlerimizin de,
karşımızdakinin uzun vâdeli plânlamaları göz önüne alınarak
hazırlanmasında sayısız yararlar bulunduğunu düşünüyorum.
Bugünün şartlarına bakarsanız, 1914’de I. Dünya Savaşı’ndan
önceki şartlarla inanılmaz bir benzerlik görülüyor. Bu da
ülkemiz için büyük bir risk oluşturuyor.
Bugünkü
şartlarından çok daha kötü durumda iken, Kurtuluş Savaşı’nı
başlatmış ve ülkesinin bağımsızlığından vazgeçmemiş
bir halkın, ABD’nin tamamen kendi refahını sağlamak için
dünyayı sömürme arzusuna dayalı bir savaşına yardımcı
olması, ileride ülkesine yönelecek tehdide ve tehdidin bölgesine
yerleşmesine ve kendi aleyhine tezgâhlar çevirmesine göz
yumması beklenemez. Ne AB, ne de ABD her şey demek değildir.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin Atatürk’ün koyduğu temel prensiplerden
sapmadan yoluna devam etmesi ve Ulu Önder’in “Yurtta sûlh, cihanda sûlh” prensibine bağlı kalması, varlığını
sürdürmek için gerekli tedbirleri alması, oyuna gelmemek için
basiretli davranılması gerektiğini düşünüyorum. Başkalarının
kirli savaşlarına karışmanın, Cumhuriyet’e yararı
olmayacağına inanıyorum.»
Dünya’ya
hâkim olmak isteyen her güç her zaman karşı güçleri de
yaratmıştır. Bugün ABD’nin karşısında oluşan dünya
kamuoyu önemli bir güçtür. Fakat Çin ve Rusya, Japonya,
Almanya ve Fransa gibi önemli bölgesel güçler hâlâ kendi
konumlarını değerlendirmekte ve bir karar verememektedirler.
Fakat bu süreç onları ciddi bir karar almaya doğru götürecektir.
Önümüzdeki
birkaç yıl yeni bir soğuk savaşa yol açacak kutuplaşmaların
olup olmayacağını gösterecektir.
Bu
arada bize düşen en önemli vazife de, yıkılmadan ayakta
kalacak ulusal bilince kavuşup dayanışmak, sağcımızla
solcumuzla ve 100 küsur etnik grubumuzla asgarî müşterekte,
yâni Türklük kimliğinde buluşup vatanımızı fedâ
etmemektir! Türkiye dağılırsa, iç harplere sürüklenirse
bundan kimlerin kârlı çık(may)acağını anlatmaya çalıştım.
Uyanık
ve dikkatli olalım kardeşlerim; akl-ı hikmetten uzaklaşmayalım,
dayanışma kudretinden kopmayalım ve sûlh içinde,
birbirimize tahammül hâttâ iltifat ederek yaşama güzelliğinden
şaşmayalım. Tarih arenasında nice kavimler silindi, unutuldu
gitti… Bu oyunlara gelirsek, buralar ne Kürt’e ne de Türk’
e kalmaz ama kurda, kartal kuşuna yuva olur.
Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul
- 11.03.2002
http://gulizk.com
|