İdealist,
teist, deist, panteist veya pananteist kozmogoniler, spiritist
ve spiritüalist, mistik ve dinî pek çok inanç sistemi kendi
içlerinde tutarlı referanslarla hareket ederler. Dinler de,
sosyal psikoloji bağlamında, birer ideolojidirler. Hepsinin
kendine göre bir Ulu Yaratıcı, Tanrı fikri vardır ve melekler,
cinler, diğer tabiatüstü-mânevî yaratıklarla dolu bir veri
tabanı olan inanç ve referans sistemleri vardır ve kendi
içlerinde tutarlıdırlar. Bâzı dürüst ve otokritiği güçlü
kişilerin özeleştiriden kaçınmadıkları da görülmüştür. Kendi
inanç sistemine göre, bir kişideki “ruhsal” bir sorun şeytandan,
içine giren bir cinden veya Poltergeist’ten kaynaklanıyor
olabilir ve bundan kurtulmak için de bir hocaya, mânevî
şifacıya, exorcist’e, medyuma veya cinciye gidebilir. Nitekim,
en câhilinden en sofistikesine kadar pek çok kişinin bu yollara
tevessül ettiklerini biliyoruz. İnsanın okurken sinirden patlasa
mı, gülmekten çatlasa mı karar veremediği, hastaya musallat
olmuş cini çıkarmak için cinin (!) nasıl dövüleceğini anlatan
kitaplar gırla gidiyor ve bunu yazan hurâfecilere, koca
üniversite profesörü, televizyon sunucuları iltifat
edebiliyorlar; böyle bir olayı katıldığım bir canlı televizyon
programında yaşamış ve yayınladığım bir makalede anlatmıştım!
Bu konudaki ısrarcı tutumumun sebebi, İslâm’ın esasında böyle
sapkınlıkların hiç olmadığını, böyle kişilerin ya şarlatan ya da
akıl hastası olduğunu bilmemden kaynaklanıyor. Yoksa, ayakları
yere basan ve akl-ı selîme alenen ters düşmeyen her türlü inanca
saygım vardır. En önemli nokta-i nazâr, bunun bilimle ilgisinin
olmadığı düsturudur.
Bilimsel olmak iddiasıyla bir şey yaparken ise, o tatbikatın
dayanağının güvenilir ve geçerli olması gerekir.
Bütün bu epistemolojik tartışmalara ve Heraclitus’un “aynı
derede iki kere yıkanamazsınız” ifâdesine rağmen, agnostik
tavırlı emprisizm ve pratiklik prensiplerinin müspet ilmin
(pozitif bilimin) temel taşı olduğunu düşünüyorum. Yâni ya
doğrudan müşahede (observation: gözlem) yoluyla ya da bir
varsayım üzerine binâ edilmiş bir teorinin tecrübelerle (experiment:
deney) ispatı yoluyla elde edilen bilginin defâten ve farklı
gözlemcilerce de teyidi söz konusu olduğu zaman, bu bilgi
bilimseldir. Bu şekilde elde edilen bilgiye bilim ve felsefede
objektif (nesnel) bilgi denir.
İlham, sezgi, içe doğma, rûyada görme, vahiy gibi vâsıtalarla
elde edilen bilgiye ise sübjektif (öznel) bilgi denir.
Objektif bilgi dâimâ daha yeni ve geçerli, güvenilir bilgilerle
çürütülüp değişebilmek özelliğini taşır.
Sübjektif bilgi ise dogmatik, nass’a dayanan ve değişmez
vasıftadır; ancak üzerinde tefsirler yapılabilir ki, bunlar da
yeni birer sübjektif bilgi oluştururlar. Objektif bilgi bir
kanaât (opinion) konusudur, dâima değişmeye ve ilerlemeye
adaydır, sübjektif bilgi ise bir îman konusudur ve –çoğu zaman-
tartışılması bile memnûdur. Maâlesef, Amerikanca’ da “to believe”
fiili o kadar rahat kullanılır oldu ki, ondan etkilenen Türk
yazarlar da bilimsel konularda bile inançtan (belief) bahsetmeye
başladılar, kanaât kayboldu.
Bu semantik bozulmanın tefekkür etmeyi de ne kadar bozduğu ve,
meselâ, “Allah’a îman etmekle”, “Freud’un psişe modelinin doğru
olduğu kanaâtinde olmanın” farkı kalmadı. Bu son derecede önemli
epistemolojik esprinin kaybı, bilim adamlarını îman gibi
taptıkları bilimsel teorilerle mücehhez kılarak, sekter kamplara
böldü. Bir başka semantik sorun, Türk psikiyatrisinde ruh
kelimesinin yanlış kullanılmasından kaynaklanıyor. Araplar
psikoloji karşılığı olarak “ilm-i ruh” demiyorlar, “ilm-i nefs”
terimini kullanıyorlar.
“Zihin” yerine “ruh” denince, metafizik-dinî mânâda ruhla
karışıyor ve ne kadar sözüm ona medyum, şifâcı, “reenkarnasyon
terapisti” geçinen şarlatan varsa, “biz de ruhla uğraşıyoruz,
siz de” deyip, kendilerini psikiyatrla meslekdaş, hâttâ üstün
görme hakkını kendilerinde buluyorlar. Hâlbuki psikiyatrın
uğraştığı şey zihin, yâni psişedir ve bu anlamda ruhun organı da
beyindir. Bu yaklaşım bâzlarına çok redüksiyonist (indirgeyici)
gelebilir. Nitekim, psikiyatri tarihinde de bu konu sürekli
tartışılmıştır. Adolf Meyer’in psikobiyoloji kavramını ortaya
koymasını, George Engel’in “biyopsikososyal modeli” ve “genel
sistemler teorisini” insanın varoluşuyla irtibatlandırması
zenginleştirmiştir. Karl Jaspers, Karl Wernicke ve Sigmund
Freud’un metodolojilerini fazla kutupsal oldukları için
eleştirmiş ve psikiyatride “plüralist bir epistemolojinin”
gerekliliğini vurgulamıştır. Bu eklektik tavır da bâzılarınca
eleştirilmiş, bâzılarınca desteklenmiş, hâttâ geliştirilmiştir.
Metafizik-dinî anlamdaki ruhun ve cin, melek gibi mânevî
varlıkların ne olduklarını bilemeyeceğimiz, onları deney ve
gözlem yoluyla ispat veya inkâr edemeyeceğimiz için, bunlar
müspet ilmin kullanabileceği bilgiler, doneler değildir. Meselâ,
ruhun ölümden sonra başka bir bedende yeniden dünyaya gelmesi
demek olan reenkarnasyon mevzuu ne ruh, ne de öte âlem
mefhumları objektif bilgi olmadıkları için, bilimsel bir
tartışma konusu teşkil etmez; olsa olsa teolojik bir argümandır,
yâni bir inanç konusudur.
Hipnozla kişileri geçmiş hayatlarına götürüp, o zamanlarda
yaşadıkları olayların bu günkü problemlerinin sebebi olduğu
düşüncesiyle, bunları hastaların hâfızalarından silerek tedavi
etmek nev’înden uygulamalar da, bu perspektifle bakıldığında
görüleceği gibi, bilim-dışı, hâttâ tehlikelidir. Aynı şekilde,
pek çok insanın bâtıl bir îtikat hâlinde çekindiği “nazar
değmesi” de, ne demek olduğu belirsiz bir kavram olduğu için,
bilim-dışıdır.
Popper’ın işâret ettiği gibi, müspet ilim ve onun kullandığı
malzeme olan objektif bilgi sâyesinde bilim de, teknoloji de,
insanoğlunun hayat standardı da müthiş bir sür’atle ilerliyor.
Müspet ilmin istinat ettiği ve etmesi şart olan, aksi taktirde
terakkinin, tekâmülün mümkün olmayacağı bilgi objektif bilgidir
ve tıp da müspet ilmin sağlıkla ilgili dalıdır. Bu sebepledir
ki, kişisel inancı, dinî veya ideolojik tercihi ne olursa olsun,
tıp adamının, ezcümle psikiyatrın kullanacağı, rehber edineceği
bilgi objektif bilgi olmak zorundadır.
Bir psikiyatr mesaisine dua ederek, niyet tutarak veya hiçbir
şey yapmayarak başlayabilir; bu onun şahsî tercihidir. Ama,
bilimsel uygulamaya hiç bir inancın katılmaması gerekir. Gene
Popper’ın da vurguladığı gibi, bu temel ilkeye, çağımızın modern
dinlerinin de (Marksizm ve Freudizm de dâhildir) istisna teşkil
etmediği kanaâtindeyim. En önemli bilimsel ahlâk prensibi budur.
Bizler moralist değil terapistiz.
Onlara ideolojimizi, inancımızı veya tercihlerimizi,
yönelimlerimizi hastalarımıza empoze etmeye asla hakkımız
yoktur. Hastalarımızı yargılamak, vaftiz veya takdis etmek
değil, tedavi etmekle mükellefiz.
Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul - 13.07.2004
http://sufizmveinsan.com
|