Prof. Doksat'ın kullandığı yazım işaretlerine ilişkin açıklaması:
"Okuyacağınız yazıda, Türkçe'yi yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan hale getirebilmek için öne sürdüğüm, son derecede basit ama anlaşılır bir teklifi de göreceksiniz. Uzatma amacıyla alt çizgi, inceltme amacıyla takke işareti, gerektiğinde de ikisini birden kullanmaktan ibarettir bu teklif. Bu sayede, meselâ, kalın ama uzun okunması gereken ikamet kelimesi doğru yazılıp okunabilir hale gelecektir."


2.Bölüm

Epistemoloji

Epistemoloji, bilginin (knowledge) tabiatını ve sınırlarını araştıran felsefe dalıdır. Bilginin yapısını, menşeini ve kriterlerini inceler. Duyuların idraki, bilinen nesneyle bilen arasındaki ilişki, muhtemel bilgi tipleri ve her bir bilginin muhtemel kat'îyet derecesinin tespiti, hakikatin tabiatı, varılan sonuçların haklı görülmesinin tabiatını tetkik eder. Epistemoloji terimi episteme'den (bilgi) ve logos'tan (teori, bilim) gelir. Epistemoloji için kısa bir tarif yapılmak istenirse, "bilgi teorisidir" denilebilir. Epistemoloji Yunanistan'da, bilgiyi sorgulayan sofistlerce başlatıldı. Bunlardan Protagoras bir epistemolojik sübjektivistti ve dıştan görülenlerin (görünümler: appearances) bilinebilecek yegâne gerçekler olduğunu ve her bir ferdin bütün şeylerin ölçüsü olduğunu söylüyordu. Mademki bütün bilgi kişinin sübjektif yaşantısına istinat ediyordu ve o kişi de hüküm vermekte yalnızdı, bilgi her fert için izafi olmaktan öteye geçemezdi. Sokrat ve Platon, felsefelerinde bu epistemolojik izafiyete karşı çıktılar. Sokrat öncelikle "tarif etme" kavramını izah ederek, bunun, kişilerin izafi kanaâtlerinden ziyade, bir şeyin esansiyel karakteristiklerini ortaya koyduğunu söyledi. Bunun yanı sıra, sorgulanan şeyin pek çok farklı cihetlerinin tetkik edilmesi vasıtasıyla birtakım tarifler geliştirilmesi ve bunların arasındaki ortaklıkların araştırılması yöntemini ortaya koydu; sonraları bu yönteme endüksiyon (tümevarım) denmiştir. Platon da, epistemolojik objektivizm yaklaşımında, bilgi objesinin bilen süjeden bağımsız olduğunu savunarak, sofistlere karşı çıktı. Bilginin çeşitli tanımlarını yaptı ve bilginin idrakten ibaret olması fikrini reddetti. Ona göre, belli bir idrakin meydana gelmesinde rol alan duyum (sensation) sübjektif kalmak mecburiyetindeydi çünkü idrak edenin varoluşuna ve doğasına istinat etmekteydi; hâlbuki, idrak edilen nesne için bu derecede bir bağımlılık söz konusu değildi. Bilgi ve idrakin yakından bağlantılı olmaları düşüncesi sonraları iki farklı pozisyona yol açtı. Eğer idraklerin öznel temsillerden (subjective representations) ibaret olduğu düşünülüyorsa veya kendisi fizik bir nesne olmayan içsel resimler gibi telâkki ediliyorsa, bu bir epistemolojik düalizm anlayışına yol açacaktı. Bu durumda da, bu zihinsel entiteyle veya idrakle fizik nesne arasındaki münasebetin izahı sorun oluşturuyordu. Ayrıca, bu çeşitten bir düalizm, her türlü fizik nesneye inanmanın haklılığını zora sokuyordu çünkü zihnin bilebileceği her şeyin sadece temsillerden ibaret olması fikrini taşıyordu. Eğer idrakler objektif şeyler ve sübjektif entitelerden ziyade harici nesnelerin kısımları olarak telâkki edilirse, o zaman doğrudan ve saf bir realizm ortaya çıkıyordu. Bu sefer de, farklı gözlemcilerce fizik nesnelerin kalitelerinin çelişkili ve farklı şekilde idrak edilmesi vakıasının altında yatan sebebin, bunun nesnelerin tabiatıyla ilgisinin izahı sorunu gündeme geliyordu. Birisi bir yola baktığında, onun gittikçe daralarak ufukta birleştiğini görür, aynı yolun öbür ucundaki bir gözlemci ise aynı şeyi tam aksini müşahede eder ama tam zıt istikamette; pekalâ, gerçek hangisidir?

Platon, Devlet isimli eserinde, bilginin değişmezliği ve bizatihi bir obje olarak gerçekliği olduğu varsayımından hareketle, Formlar Teorisi'ni geliştirdi. Mademki duyum yaşantısı dünyası sürekli olarak değişmektedir, bilginin nesnesi de, gerçek de olamazdı. Mademki bilgi vardır, bilginin nesnesini teşkil eden ve değişmeyen bir başka bilgi alemi olmalıydı. Sokrates'in tanımlarıyla Formlar veya İdealar olarak isimlendirilen bu alem sadece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir. Platon'a göre, bilgi gerçek inanca "bir açıklamayla haklı gösterilerek" kavuşuyordu. Haklı gösterilme veya izah ise İdealar'a müracaat edilerek temin ediliyordu. İşte, bu "gerçek inançla haklı çıkarılabilen temel bilgi" tanımlaması ta 1960'lara kadar rakip tanımadı. Platon'un İdealar Alemi telâkkisi kendisinden sonraki pek çok felsefeyi, bütün semavi dinleri etkilemiş ve metafizik felsefenin impetusunu oluşturmuştur. İdealar Alemi'ndeyken her bilginin tam ve mükemmel olan hakikatine (verity) aşina olan ruh, içinde yaşadığımız bu İmtihan Alemi'ndeyken sadece onları hatırlar, bilginin esas kaynağı sadece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir olan bu hatırlamadır. Bu özel "hatırlamaya" verdiği isim de pek hoştur: anamnesis! Aristotle bu "haklı gösterilme yoluyla ulaşılan hakiki inanç" yapısını kabûl etti ama Formlar teorisini reddetti. Haklı gösterilme yoluyla ulaşmanın duyusal yaşantıyla gerçekleştiğini söyledi. III. yy'de Sextus Empricus sofistlerin şüpheciliğini gözden geçirerek, bilgi edinmek konusunda Platon'un duyularla idrak konusundaki eleştirisine hak verdiği gibi (duyuların skeptisizmi), Aristotle'nin saf sebebi reddedişini de kabûl etti (sebebin skeptisizmi). Sonuç ilginçti: Bilgi mümkün değildi!

Görüldüğü gibi, çeşitli epistemolojik tartışmaların özünde iki temel sorunsal yatmaktadır: 1) Bilginin mahiyeti, kabaca, ne olduğunun açıklanması; 2) Bilgiye nasıl ulaşılacağı... Konuya ikincisi suâl bağlamında yaklaşıldığında, mes'ele metodolojik bir münakaşa hâlini almaktadır. Yani ortada bir bilgi vardır da, ona nasıl ulaşılacaktır; burada, a priori olarak bir bilginin varlığı (existence) ve mevcudiyeti (presence) kabûl edilmektedir! XVI. ilâ XIX. asırlar arasında daha ziyade metodolojik tartışmalar yapılmıştır. Materyalizm ve idealizm epistemolojik tartışmalara tutarlı açılımlar getiremiyordu. Matematik ve fizik bilimleri ilerleyip gittikçe artan bir şekilde önem kazandıkça, bunların metodolojileri arasında da rekabet ortaya çıktı. Matematikte temel bilgi kaynağı saf sebeptir ve istinat ettiği dayanak saf akıl, metodolojik açıdan da rasyonalizmdir. Fizik bilimlerde ise temel bilgi kaynağı duyusal yaşantılar, metodolojik açıdan da emprisizmdir. Metodolojiler bilginin sınırlarını tayin etmekte kullanılıyordu; sadece kabûl edilen metodolojiyle elde edilebilen veya ondan menşe alan bilgi hakikiydi, bunun haricindekiler sadece kanaâtten, hezeyandan veya inançtan ibaretti. Rene Descartes, Baruch Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalistlere göre, kendiliğinden ispatlanmış ve belli olan gerçek aksiyomlara istinat eden bilginin kaynağı da, en son sınanması da dedüksiyonla (tümdengelimle) anlamlandırmadan ibaretti. Bu yaklaşım bilginin kesinliğini izah ediyor ama hatalı inançların hesabını veremiyordu. Meselâ, paranoyak bir hastanın tutarlı hezeyanlarını, hele bunun bir folie impose hâlinde pek çok kişi tarafından paylaşıldığını düşününüz; bunun örneklerinden yukarda bahsettik. John Locke, George Berkeley, David Hume gibi emprisistler ise bilginin duyusal yaşantıdan elde edildiğini ve sınanmasının da bu yolla yapılabileceğini söylüyorlardı; yani, bir şeyin ne olduğunu bilebilmek ve bunu sınayabilmek için beş duyumuzdan birinin veya birkaçının kullanıldığı deneyler yapılmalıydı. Onlar da hataların hesabını verebiliyor fakat alemle ilgili genel-geçer hükümlere varmakta kesinlik sağlayamıyorlardı. Hattâ Hume'ın kendisi endüksiyon (tümevarım) yöntemini eleştiriyordu: "Mademki olayların illetleri hakkındaki bilgi idrake dayanmaktadır, idrak de her zaman yanılabilir, hatalı idrakler adeta istisna değil kaidedir, belli bir illetin daima ondan beklenen tesirleri hasıl etmesi konusunda asla emin olamayız ve bu, en temel bilim kanunları için bile geçerlidir"!

XIX. yy'de John Stuart Mill illi (nedensel: causal) ve matematiksel kanunları mazur gösterebilmek için endüktif (tümevarımsal) yöntemler formüle etmeye gayret etti. Kant ise bu metodolojilerin açmazlarını aşabilmek için her birinin elemanlarını birleştiren bir yaklaşım getirmeye çalıştı: Bir kimse yaşantı dünya(phenomenon) hakkında kesinlikten bahsedebilirdi çünkü onu kendisi inşa ediyordu ama dünyanın hakikatte ne olduğu hakkında bilgisi olamazdı (noumenon). Mademki bir kimsenin yaşantısı matematiksel ve nedensel (illi) kanunlarla inşa ediliyordu, bu kanunların evrensel uygulamasını yaşantının kanunlarına tatbik etmeye hiç de gerek yoktu. Kant, Tanrı ve benzeri dini, metafizik inançları da acımasızca eleştirdi. Kant'tan sonra hem realizm hem de idealizm tekrar gündeme geldi. Neorealistlerden Moore "şeylerin sadece ve basitçe göründükleri gibi olduklarını" söyledi. Her şeyin sadece zihinde var olduğunu düşünen idealistler için, hakikatin anlamı ciddi bir sorun hâline geldi ve hakikatle ilgili bir koherans (tutarlılık, iltisak) teorisi geliştirdiler. Buna göre, hakikatin standardı daha büyük bir önerme (proposition: kaziye) sistemine istinat eden bir önermenin mantıki tutarlılığı idi. Wittgenstein gibi filozoflar batıl itikatların, boş inançların da kendi içlerinde tutarlı olabileceğini ifade ederek bu bakış açısına karşı çıktılar. Wittgenstein hakikati izah etmek için bir tekabüliyet (correspondence) teorisini kabûl etti. Buna göre, hakikat, bir fikir veya önerme ile onun nesnesi arasındaki ilişkiden ibaretti. Gene de, bu yaklaşımla, dinleri tamamlayıcı vahiyler alan hanımefendi hazretleri gibilerine ne diyeceğiz? Burada da bir fikir veya önerme ile onun farazi nesnesi arasında ilişki söz konusudur. Analitik ve linguistik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm gibi felsefe ekolleri de bilginin kaynağı, mahiyeti konularında epistemolojik tartışmalar gündeme getirdiler. Agnostiklik akımının zirvesi olan Popper ise hakikatin asla bilinemeyeceğini, sadece faraziyelerde, varsayımlarda bulunulabileceğini ifade ederek bütün realist, idealist veya materyalist akımlara karşı çıktı. Platon'un, Hume'ın, Wittgenstein'in, Marx'ın ve daha pek çok mütefekkirin, filozofun öğretilerine ağır tenkitler getirdi. Popper'ın ünlü teist bir sinir-bilimci olan Eccles'la zihin-beden ilişkisi konusundaki son derecede keyifli ve seviyeli tartışmaları unutulmazdır.

Konuya bilim felsefesi açısından bakıldığında, Ortaçağ boyunca Hristiyan dogmatizmi ve yobazlığı altında inleyen Batı Medeniyeti'nin Rönesans ve Reform hareketleriyle zincirlerinden kurtulması sonucunda gelişen pozitivizm düşüncesi, ifrata kaçarak materyalist bir mahiyet kazanmıştır. Ne kadar ironik bir vakıadır ki, Rönesans ve Reform hareketlerinin filizlenmesinde, hattâ Protestanlık'ın kurulmasında Haçlı Savaşları boyunca, özellikle de Templiyeler gibi şövalyelik tarikatlarının vasıtasıyla, Batı'nın Doğu ezoterizmiyle ve İslâm tasavvufuyla tanışmasının büyük rolü olmuştur. O dönem dünyasında Müslüman bilim adamları gerek fiziksel gerekse teorik bilimlerde büyük icat ve keşifler yapmaktaydılar ve impetusları da İslâm'dı! Bunlar arasında sıfır kavramının bulunması, cebirin icadı, astronomik gözlemler, çeşitli matematik teoriler, Türk asıllılardan El Biruni'nin ilk robotları ve otomasyon teknolojisini icadı, İbn-i Hâldun'un ünlü Mukaddime'siyle Comte'dan çok önce sosyolojinin temellerini atması, İbn-i SIna'nın (Batı kaynaklarında Hippocrates'e de, Galenius'a da el veren büyük tıp üstaAvicena diye geçer) başta tıp olmak üzere pek çok sahada gerçekleştirdiği muazzam buluşlar gibi niceleri sayılabilir.

<devam edecek>

İstanbul - 13.11.2001
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail