Epistemoloji
Epistemoloji, bilginin
(knowledge) tabiatını ve sınırlarını araştıran felsefe
dalıdır. Bilginin yapısını, menşeini ve kriterlerini
inceler. Duyuların idraki, bilinen nesneyle bilen arasındaki
ilişki, muhtemel bilgi tipleri ve her bir bilginin muhtemel
kat'îyet derecesinin tespiti, hakikatin tabiatı, varılan
sonuçların haklı görülmesinin tabiatını tetkik eder. Epistemoloji
terimi episteme'den (bilgi) ve logos'tan (teori,
bilim) gelir. Epistemoloji için kısa bir tarif yapılmak
istenirse, "bilgi teorisidir" denilebilir.
Epistemoloji Yunanistan'da, bilgiyi sorgulayan sofistlerce
başlatıldı. Bunlardan Protagoras bir epistemolojik
sübjektivistti ve dıştan görülenlerin (görünümler:
appearances) bilinebilecek yegâne gerçekler olduğunu
ve her bir ferdin bütün şeylerin ölçüsü olduğunu söylüyordu.
Mademki bütün bilgi kişinin sübjektif yaşantısına
istinat ediyordu ve o kişi de hüküm vermekte yalnızdı,
bilgi her fert için izafi olmaktan öteye geçemezdi.
Sokrat ve Platon, felsefelerinde
bu epistemolojik izafiyete karşı çıktılar. Sokrat
öncelikle "tarif etme" kavramını izah
ederek, bunun, kişilerin izafi kanaâtlerinden
ziyade, bir şeyin esansiyel karakteristiklerini ortaya
koyduğunu söyledi. Bunun yanı sıra, sorgulanan şeyin pek
çok farklı cihetlerinin tetkik edilmesi vasıtasıyla birtakım
tarifler geliştirilmesi ve bunların arasındaki
ortaklıkların araştırılması yöntemini ortaya koydu;
sonraları bu yönteme endüksiyon (tümevarım) denmiştir.
Platon da, epistemolojik objektivizm
yaklaşımında, bilgi objesinin bilen süjeden bağımsız
olduğunu savunarak, sofistlere karşı çıktı. Bilginin çeşitli
tanımlarını yaptı ve bilginin idrakten ibaret olması
fikrini reddetti. Ona göre, belli bir idrakin meydana
gelmesinde rol alan duyum (sensation) sübjektif kalmak
mecburiyetindeydi çünkü idrak edenin varoluşuna ve doğasına
istinat etmekteydi; hâlbuki, idrak edilen nesne için
bu derecede bir bağımlılık söz konusu değildi. Bilgi ve
idrakin yakından bağlantılı olmaları düşüncesi
sonraları iki farklı pozisyona yol açtı. Eğer idraklerin
öznel temsillerden (subjective representations) ibaret
olduğu düşünülüyorsa veya kendisi fizik bir nesne
olmayan içsel resimler gibi telâkki ediliyorsa, bu bir epistemolojik
düalizm anlayışına yol açacaktı. Bu durumda da, bu
zihinsel entiteyle veya idrakle fizik nesne arasındaki
münasebetin izahı sorun oluşturuyordu. Ayrıca,
bu çeşitten bir düalizm, her türlü fizik nesneye inanmanın
haklılığını zora sokuyordu çünkü zihnin bilebileceği
her şeyin sadece temsillerden ibaret olması fikrini
taşıyordu. Eğer idrakler objektif şeyler ve sübjektif
entitelerden ziyade harici nesnelerin kısımları
olarak telâkki edilirse, o zaman doğrudan ve saf bir realizm
ortaya çıkıyordu. Bu sefer de, farklı gözlemcilerce fizik
nesnelerin kalitelerinin çelişkili ve farklı şekilde idrak
edilmesi vakıasının altında yatan sebebin, bunun
nesnelerin tabiatıyla ilgisinin izahı sorunu gündeme
geliyordu. Birisi bir yola baktığında, onun gittikçe
daralarak ufukta birleştiğini görür, aynı yolun öbür
ucundaki bir gözlemci ise aynı şeyi tam aksini müşahede
eder ama tam zıt istikamette; pekalâ, gerçek
hangisidir?
Platon, Devlet
isimli eserinde, bilginin değişmezliği ve bizatihi
bir obje olarak gerçekliği olduğu varsayımından
hareketle, Formlar Teorisi'ni geliştirdi. Mademki
duyum yaşantısı dünyası sürekli olarak değişmektedir,
bilginin nesnesi de, gerçek de olamazdı. Mademki
bilgi vardır, bilginin nesnesini teşkil eden ve değişmeyen
bir başka bilgi alemi olmalıydı. Sokrates'in
tanımlarıyla Formlar veya İdealar
olarak isimlendirilen bu alem sadece akıl ve
muhakeme yoluyla bilinebilir. Platon'a göre,
bilgi gerçek inanca "bir açıklamayla haklı gösterilerek"
kavuşuyordu. Haklı gösterilme veya izah ise İdealar'a
müracaat edilerek temin ediliyordu. İşte, bu "gerçek
inançla haklı çıkarılabilen temel bilgi" tanımlaması
ta 1960'lara kadar rakip tanımadı. Platon'un İdealar
Alemi telâkkisi kendisinden sonraki pek çok
felsefeyi, bütün semavi dinleri etkilemiş
ve metafizik felsefenin impetusunu oluşturmuştur. İdealar
Alemi'ndeyken her bilginin tam ve mükemmel olan
hakikatine (verity) aşina olan ruh, içinde yaşadığımız
bu İmtihan Alemi'ndeyken sadece onları hatırlar,
bilginin esas kaynağı sadece akıl ve muhakeme
yoluyla bilinebilir olan bu hatırlamadır. Bu özel "hatırlamaya"
verdiği isim de pek hoştur: anamnesis! Aristotle
bu "haklı gösterilme yoluyla ulaşılan hakiki
inanç" yapısını kabûl etti ama Formlar teorisini
reddetti. Haklı gösterilme yoluyla ulaşmanın duyusal yaşantıyla
gerçekleştiğini söyledi. III. yy'de Sextus Empricus
sofistlerin şüpheciliğini gözden geçirerek, bilgi
edinmek konusunda Platon'un duyularla idrak konusundaki eleştirisine
hak verdiği gibi (duyuların skeptisizmi), Aristotle'nin saf
sebebi reddedişini de kabûl etti (sebebin skeptisizmi). Sonuç
ilginçti: Bilgi mümkün değildi!
Görüldüğü gibi, çeşitli
epistemolojik tartışmaların özünde iki temel sorunsal
yatmaktadır: 1) Bilginin mahiyeti, kabaca, ne olduğunun açıklanması;
2) Bilgiye nasıl ulaşılacağı... Konuya ikincisi suâl
bağlamında yaklaşıldığında, mes'ele metodolojik
bir münakaşa hâlini almaktadır. Yani
ortada bir bilgi vardır da, ona nasıl ulaşılacaktır;
burada, a priori olarak bir bilginin varlığı
(existence) ve mevcudiyeti (presence) kabûl
edilmektedir! XVI. ilâ XIX. asırlar arasında daha ziyade
metodolojik tartışmalar yapılmıştır. Materyalizm
ve idealizm epistemolojik tartışmalara tutarlı açılımlar
getiremiyordu. Matematik ve fizik bilimleri ilerleyip
gittikçe artan bir şekilde önem kazandıkça, bunların
metodolojileri arasında da rekabet ortaya çıktı.
Matematikte temel bilgi kaynağı saf sebeptir ve
istinat ettiği dayanak saf akıl, metodolojik açıdan
da rasyonalizmdir. Fizik bilimlerde ise temel
bilgi kaynağı duyusal yaşantılar, metodolojik açıdan da emprisizmdir.
Metodolojiler bilginin sınırlarını tayin etmekte
kullanılıyordu; sadece kabûl edilen metodolojiyle
elde edilebilen veya ondan menşe alan bilgi hakikiydi,
bunun haricindekiler sadece kanaâtten,
hezeyandan veya inançtan ibaretti. Rene
Descartes, Baruch Spinoza ve Leibniz
gibi rasyonalistlere göre, kendiliğinden ispatlanmış
ve belli olan gerçek aksiyomlara istinat eden bilginin
kaynağı da, en son sınanması da dedüksiyonla (tümdengelimle)
anlamlandırmadan ibaretti. Bu yaklaşım bilginin
kesinliğini izah ediyor ama hatalı inançların hesabını
veremiyordu. Meselâ, paranoyak bir hastanın tutarlı
hezeyanlarını, hele bunun bir folie impose hâlinde
pek çok kişi tarafından paylaşıldığını düşününüz;
bunun örneklerinden yukarda bahsettik. John Locke, George
Berkeley, David Hume gibi emprisistler ise
bilginin duyusal yaşantıdan elde edildiğini ve sınanmasının
da bu yolla yapılabileceğini söylüyorlardı; yani,
bir şeyin ne olduğunu bilebilmek ve bunu sınayabilmek için
beş duyumuzdan birinin veya birkaçının kullanıldığı
deneyler yapılmalıydı. Onlar da hataların hesabını
verebiliyor fakat alemle ilgili genel-geçer hükümlere
varmakta kesinlik sağlayamıyorlardı. Hattâ Hume'ın
kendisi endüksiyon (tümevarım) yöntemini eleştiriyordu:
"Mademki olayların illetleri hakkındaki bilgi
idrake dayanmaktadır, idrak de her zaman yanılabilir,
hatalı idrakler adeta istisna değil kaidedir,
belli bir illetin daima ondan beklenen tesirleri hasıl
etmesi konusunda asla emin olamayız ve bu, en temel
bilim kanunları için bile geçerlidir"!
XIX. yy'de John Stuart
Mill illi (nedensel: causal) ve matematiksel
kanunları mazur gösterebilmek için endüktif
(tümevarımsal) yöntemler formüle etmeye gayret etti. Kant
ise bu metodolojilerin açmazlarını aşabilmek için her
birinin elemanlarını birleştiren bir yaklaşım getirmeye
çalıştı: Bir kimse yaşantı dünyası (phenomenon)
hakkında kesinlikten bahsedebilirdi çünkü onu kendisi inşa
ediyordu ama dünyanın hakikatte ne olduğu
hakkında bilgisi olamazdı (noumenon). Mademki
bir kimsenin yaşantısı matematiksel ve nedensel (illi)
kanunlarla inşa ediliyordu, bu kanunların
evrensel uygulamasını yaşantının kanunlarına
tatbik etmeye hiç de gerek yoktu. Kant, Tanrı
ve benzeri dini, metafizik inançları da acımasızca
eleştirdi. Kant'tan sonra hem realizm
hem de idealizm tekrar gündeme geldi. Neorealistlerden
Moore "şeylerin sadece ve basitçe
göründükleri gibi olduklarını" söyledi. Her şeyin
sadece zihinde var olduğunu düşünen idealistler için,
hakikatin anlamı ciddi bir sorun hâline geldi
ve hakikatle ilgili bir koherans (tutarlılık, iltisak)
teorisi geliştirdiler. Buna göre, hakikatin standardı
daha büyük bir önerme (proposition: kaziye) sistemine
istinat eden bir önermenin mantıki tutarlılığı
idi. Wittgenstein gibi filozoflar batıl itikatların,
boş inançların da kendi içlerinde tutarlı olabileceğini
ifade ederek bu bakış açısına karşı çıktılar.
Wittgenstein hakikati izah etmek için bir tekabüliyet
(correspondence) teorisini kabûl etti. Buna göre, hakikat,
bir fikir veya önerme ile onun nesnesi arasındaki ilişkiden
ibaretti. Gene de, bu yaklaşımla, dinleri
tamamlayıcı vahiyler alan hanımefendi hazretleri gibilerine
ne diyeceğiz? Burada da bir fikir veya önerme ile
onun farazi nesnesi arasında ilişki söz konusudur. Analitik
ve linguistik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm
gibi felsefe ekolleri de bilginin kaynağı, mahiyeti
konularında epistemolojik tartışmalar gündeme getirdiler. Agnostiklik
akımının zirvesi olan Popper ise hakikatin
asla bilinemeyeceğini, sadece faraziyelerde,
varsayımlarda bulunulabileceğini ifade ederek bütün
realist, idealist veya materyalist akımlara karşı çıktı.
Platon'un, Hume'ın, Wittgenstein'in,
Marx'ın ve daha pek çok mütefekkirin,
filozofun öğretilerine ağır tenkitler getirdi. Popper'ın
ünlü teist bir sinir-bilimci olan Eccles'la
zihin-beden ilişkisi konusundaki son derecede keyifli ve
seviyeli tartışmaları unutulmazdır.
Konuya bilim felsefesi açısından
bakıldığında, Ortaçağ boyunca Hristiyan dogmatizmi ve
yobazlığı altında inleyen Batı Medeniyeti'nin Rönesans
ve Reform hareketleriyle zincirlerinden kurtulması
sonucunda gelişen pozitivizm düşüncesi, ifrata
kaçarak materyalist bir mahiyet kazanmıştır.
Ne kadar ironik bir vakıadır ki, Rönesans ve Reform
hareketlerinin filizlenmesinde, hattâ Protestanlık'ın
kurulmasında Haçlı Savaşları boyunca, özellikle de
Templiyeler gibi şövalyelik tarikatlarının vasıtasıyla,
Batı'nın Doğu ezoterizmiyle ve İslâm tasavvufuyla tanışmasının
büyük rolü olmuştur. O dönem dünyasında Müslüman
bilim adamları gerek fiziksel gerekse teorik bilimlerde büyük
icat ve keşifler yapmaktaydılar ve impetusları da İslâm'dı!
Bunlar arasında sıfır kavramının bulunması, cebirin icadı,
astronomik gözlemler, çeşitli matematik teoriler, Türk asıllılardan
El Biruni'nin ilk robotları ve
otomasyon teknolojisini icadı, İbn-i Hâldun'un
ünlü Mukaddime'siyle Comte'dan çok önce
sosyolojinin temellerini atması, İbn-i SIna'nın
(Batı kaynaklarında Hippocrates'e de, Galenius'a
da el veren büyük tıp üstadı Avicena
diye geçer) başta tıp olmak üzere pek çok sahada gerçekleştirdiği
muazzam buluşlar gibi niceleri sayılabilir.
<devam
edecek>