Amerika Birleşik Devletleri demokrasinin, farklılıklar içerisinde birlikte yaşayabilmenin, insan haklarının, adâletin ve sûlhun simgesiydi. Bunu bütün dünyaya da yayacaktı. Biz de küçük bir Amerika olmalıydık. Bu hülya içerisinde 80 senede ABD’nin ve bizim geldiğimiz nokta ne peki? Bizi parçalamak için alenen uğraşan “dost ve müttefiklerimiz” ne âlemdeler?

Amerikan “ulusu” köklü bir mâziden, millî duygulardan ve arketiplerden mahrum, eski tâbirle “mâşerî gayrı meş’ûru” olmayan heterojen bir toplum. Tarihi katliam, kan, barut, ırkçılık, köle ticareti ve müstevlîlikle dolu. Övünebildikleri kahraman kovboylar aslında Kızılderili kaatili; insan hakları ve demokrasi ise hâlâ sâdece Üstün Hristiyan Beyaz Adam (ÜHBA) için mevzû-u bahis.

Avrupa, farklıdır. Tarihi boyunca kıt’a Avrupası’ndan uzak ve tepeden bakar vaziyet almış olan, bir zamanların hudutları dâhilinde güneş batmayan (hâlâ kendilerine Büyük Britanya derler) İngiltere hâricinde, diğer Avrupa ülkeleri ABD’ye hep soğuk bakmış ve mesafeli durmuşlardır. Kendi aralarında defâlarca harp eylemiş ve sürtüşmüş olsalar da, birbirlerine karşı bir saygı da duyarlar; bir nev’î “ambivalans” vardır yâni. Hem sevişir hem dövüşürler. Çünkü hepsinin, ama öyle ama böyle, anlı şanlı bir mâzileri vardır. Uluslaşma sürecini çoktan aşıp, cihanşümullaşmaya yönelmişlerdir. Meselâ Avrupa’da “milliyetçilik” lâfını ettiğinizde genellikle olumsuz tepki alırsınız çünkü bunu “ırkçılık” gibi idrak ederler. Hepsi de millî değerleriyle bu kadar mağrur ve memnun olan bu adamların bu tavrına önce şaşırırsınız ama anlaşılması o kadar da güç değildir: Buda’nın dediği gibi, dereyi geçtikten sonra köprüyü taşımaya gerek yoktur.

Bakarlar ki ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ve US Doları ciddî bir hasım, onlar da bir başka ABD (Avrupa Birleşik Devletleri) olmaya yelken açarlar ve Euro’yu yaratırlar. Tabiî, bütün bunları iliklerine kadar sömürdükleri “öteki” dünyadan temin ve tesis ettikleri maddî refahla yaparlar; ABD de onları batırmak için Dolar’ın değerini düşürür. Yarın öbür gün ekonomileri biraz zora girsin, bakın nasıl gene birbirlerini yiyeceklerdir! Neden mi? Çünkü temel güvenlik duyguları sarsılınca, bir önceki denge durumuna regresyon gösterme bütün insanların ve beşerî cemiyetlerin ortak evrimsel davranış örüntüsüdür.

Pekâlâ, ortaklaşa şuuru ve şuurdışı olmayan ama süper güç hâlindeki bir ülke ne yapar? Kendi iç dinamiklerini, ekonomisini, etnik ve ırksal çoksesliliğini dinamik bir dengede tutabilmek yâni toplumsal homeostazisini muhafaza edebilmek için on ilâ on beş senede bir muhayyel veya yarı-muhayyel düşmanlar imâl eder, iyi kalbli vatandaşlarını bu kötü bedhahlardan kurtarmak de onlarla savaşır. Bu arada da yeni askerî, elektronik, teknik ve stratejik oyuncaklarını in vivo denemiş olur.

Senelerce bizi ultra-, hiper-, süper-kahraman imgeleriyle hazırlayıp beyinlerimizi yıkadılar: New York veya Şikago benzeri prototip bir Amerikan şehrinde muhkem Kriptonlu (ve tabiî ki Amerikalı) Süpermen, Flashman, Batman, Örümcek Adam, Captain America ve diğerleriyle… Çocukluğumuz Kaptan Swing’in, Pekos Bill’in, Ranger Tommiks’in ve diğer uydurma Amerikan kahramanlarının çizgi romanlarını okuyarak geçti. Hollywood şâheserleri önce filmlerle, sonra televizyon “yapıtlarıyla” beynimizi yıkamaya devam ettiler. Bu arada da sürekli olarak dehşet, savaş, dövüş temalarıyla hepimizi terörize vaziyette tuttular. Bu iş tamamen bilinçli ve plânlıdır. Büyük medyamız ve ulus-aşırı şirketlerle işbirliği içerisindeki “yok adamlarımız” onlarla koordine çalışırlar.

Türkiye’de bâzı televizyon kanalları ve refakatçileri gazete vs. yazılı yayınlar uzun zamandır son derecede sorumsuzca ve her şeyi ekonomiye ircâ ederek ve reyting uğruna hiçbir ahlâkî, mânevî değeri kaâle almayarak yayın yapmaktadırlar. İntihar, katil, kavga, terör ve benzeri vahşet sahnelerinin yer aldığı haberler ya -fırsatını bulurlarsa- canlı yayından, ya ânında oraya yetişen muhabirlerin kameralarındaki görüntülerden yayınlanmakta, bu gerçekleşemediği takdirde arşiv görüntülerine müracaat edilmekte, o da olmazsa sözüm ona “canlandırma” yapılmaktadır; Haberlerin defâlarca ve yavaş gösterimle temâşa ettirilmesi de bu rezâletin başka bir boyutudur. Hepimiz bu yapılanların bizleri, özellikle de ergenleri ve gençleri fenâ hâlde kötü yönde etkilediğini farkındayız da, bunun mekanizması nedir? Neden terör en ahlâksızca ama en de etkili propaganda aracıdır? Buna bir cevap verelim.

Ünlü psikoloji mütefekkiri Maslow, bütün canlıların, ezcümle Homo sapiens sapiens’in (biz modern insanların) belli bir ihtiyaçlar hiyerarşisi içerisinde varlıklarını sürdürebildiklerine işâret eder. Bunlardan fizyolojik zaruretler soluma, gıda alma, boşaltım, ısınma gibi şeylerdir. Bunu karşılayabilen bir birey, hemen akabinde (hâttâ onunla iç içe olarak), vazgeçilmez bir temel güvenlik (emniyette olma) ihtiyacı duyar: Düşmanlardan korunma, sâkin ve huzurlu olma. Ancak ve ancak kendini emniyette hisseden bireyler daha üst seviyedeki ihtiyaçları hissedebilmeye ve onları gerçekleştirebilmek için çabalamaya girerler. Sevgi (evrimsel psikiyatrinin terimiyle karşılıklı diğerkâmlık ve yakınlaşma), saygı (gene evrimsel psikiyatrinin terimiyle kaynak tutucu potansiyelin ve rölatif kaynak tutucu potansiyelin arttırılması, bu sâyede de sosyal dayanışmanın ve hiyerarşinin teşkili), âidiyet – mensubiyet ihtiyaçları (bir âileye, bir toplumsal gruba, takıma, millete âit ve mensup olup paylaşımı arttırmak) bunlar arasındadır. Kendini gerçekleştirme veya ego ideâlini gerçekleştirme ihtiyacı ise, ancak bütün bu konforlara sâhip bireylerin başarabileceği, ulaşabileceği bir aşamadır: Meslekî kariyerde ilerleme, hayır işleri yapma vs.

Bütün bu bireye (ferde) yönelik ihtiyaçlar, aynen insan toplumları için de geçerlidir.

Vurgulanması gereken çok önemli bir husus da, bu “binânın” zemin katını oluşturan emniyet ihtiyacının şu veya bu şekilde ortadan kalkması hâlinde, tıpkı diğer katların havada asılı kalamayacağı gibi, diğer ihtiyaçların da tamamen göçeceği, çökeceğidir. Kendini emniyette hissetmeyen ferdin veya cemiyetin sevgiyle, saygıyla, âidiyetle, mensubiyetle veya kendini aşmayla uğraşma “lüksü” ortadan kalkar. İşte, bu noktada, ünlü Rus bilim adamı Pavlov’un meşhur deneylerinden bahsetmek gerekmektedir.

PAVLOV ve ŞARTLI REFLEKSLER

Bütün inançlarımız ve bilinçli-bilinçsiz (pratikte, “şuur” ve “bilinç” aynı anlama geliyor) davranışsal tercihlerimiz şartlı reflekslerdir. Köpeklerin fıtratında et görünce ağzının sulanması vardır. Pavlov, köpeklere et verirken bir yandan da zil çalarlar, bir süre sonra sâdece zil çalındığında ve et gösterilmediğinde dahi hayvanın salyası akar; yâni zil sesine şartlanmıştır ve zil sesi onda et görmüşçesine uyarılmaya yol açmaktadır. Biz insanlar da doğuştan inançlarımızla, âidiyet ve mensubiyetlerimizle gelmiyoruz bu dünyaya. Bunlar şartlı refleksler hâlinde zamanla beynimizde teşekkül ediyor; bu işin beyinsel mekanizmaları açısından onlardan hiçbir farkımız yok. Gene bu deneylerde gözlenmiştir ki, şiddetli korku, ölüm tehlikesi atlatma ve benzeri terörizasyon hâlleri köpeklerdeki şartlı refleksleri sür’atle silmektedir ve hayvan zil sesine aldırış etmez olmaktadır. İşte, bu müthiş gözlemden sonra, muhtelif beyin yıkama ve propaganda işlerinde terör bilimsel bir yöntem olarak kullanılır olmuştur. En dayanıklı insanlarda dahi, îman gücüyle ne kadar dayanırsa dayansın, terörizasyon çeşitli psikolojik mekanizmalarla çökmeyi, hâtta düşmanının fikrini paylaşır duruma gelmeyi hâsıl etmektedir.

Terörizasyon, şartlı refleksleri (devletine milletine bağlılık, dinî ve benzeri mânevî inançlar, âidiyet ve mensubiyetle ilgili diğer hususlar) sür’atle siler ve insanın beynini âdeta “boşaltır”. 10–15 sene önce, PKK’nın ilk eylemlerinden sonra cesetlere kimselerin sâhip çıkmadığını hatırlayınız; bir de şimdiki hâlimize bakınız. Tabiat boşluktan hoşlanmaz. Yoğun bir propaganda ile, sürekli medya terörü altındaki Türk halkının mânevî duyguları aşınmakta, şartlı refleksleri söndürülmektedir. Bir yandan da seviyesiz identifikasyon (özdeşleşme - benimseme) nesneleri sürekli olarak teşhir ve telkin edilmekte, Türk folkloru ve kimliği yavaş yavaş değiştirilmektedir... Maalesef, büyük medya bu uluslararası desteği de olan kampanyaya âlet olmakta, hâttâ desteklemektedir. Etnik ve dinî ayrımcılık, bölücülük alenen veyâ zımnen sürekli olarak kaşınmaktadır. Sûret-i Hakk’tan görünüp senelerdir bölücülük propagandası yapan belli medya organlarının ABD’nin Güneydoğumuz’daki faâliyetleriyle ne kadar koşut seyri sefer eylediklerini anlamak için dâhi olmaya hiç gerek yok.

O dereceye geldi ki hâl, Türk’ten ve Türklük’ten bahsetmek çağdışılık addedilir oldu. Maalesef, kent-soylu bir kavram olan milliyetçilik Türkiye’de köy kasaba kökenlilerin inhisarında olduğu, en azından öyle sunulduğu ve sanıldığı için de, aydınlarımız kendilerine ve köklerine iyice yabancılaştılar. Türklüğü aşağılamak, Osmanlı’ya sövmek, Batı’ya perestiş etmek “entellik” ölçütü oldu! Evinde İngilizce konuşan, Türkçe’yi çoluğuna çocuğuna yasaklayan yabancılaşmışlarla, kendi ulusunu “ötekileşmiş” görenlerlerle dolmaya başladı çevremiz. Musikîmizden, harsımızdan bîhaberiz. Geçenlerde gece üniversite tahsilli bir bankacı “Kim 500 Milyar İster” programında yarışırken Mevlânâ’nın Mesnevî’sini bilemiyor ama Cervantes’i, Dostoyevski’yi çok iyi tanıyordu!

Depolitizasyonu müteâkip başlatılan dezenformasyon, misenformasyon, akültürasyon ve asimilasyon hamleleri gâyet plânlı olarak uygulanmakta, Türk kültürü Amerikan perestişkârlığına tahvil edilmektedir. Aynı şeyi, zorâkî bir uluslaştırılmayı müteakip, muhtemelen hızlı bir bypass ile Kürtler’e de yapmaktalar; entellektüel ve “iyi eğitimli” Peşmergeler ne işe yarıyor dersiniz? Memleketin kötü yönetilmesi ve ekonomo-politik terör de bu zemini, maalesef, sağlamlaştırmaktadır. Böyle bir dönemde yeni bir iktidarın başa ge(tiri)lmesi de tabiî ki tesadüf filân değildir. Bu sâyede iyice zayıflamamız sağlanmıştır.

MODERNİTE, POST-MODERNİTE ve KÜRESELLEŞME

Önce bir modernleşme dalgası yayıldı. Bütün dünya, üstünlüğü sui generis kabûl edilmiş Batı medeniyetine tahvil ve istihâle etmeliydi. Akabinde etnosentrizmi ve mikro-milliyetçiliği kaşıyan post-modernizm piyasaya sürüldü. Hangi ekmeklere yağ sürüldüğü o kadar âşikâr ki, yoruma gerek yok. Maâlesef, kaçınılmaz bir diyalektik gelişme olarak, ırkçılığa varan bir Türk milliyetçiliği de hızla tırmanıyor. Şu cânım ülkede DPT’nin rakamlarına göre 105 civarında etnik grup var. Onları da kaşıyorlar zâten. Kürtçülükle başlayan bu kıvılcım varoşlardan başlayarak bir ateşe dönüşürse, sokaklarda eski komşular birbirlerini boğazlayacak, o alev herkesi yakacak. Bosna’da ne oldu, unuttuk mu? Hem bizim beceriksiz idarecilerimiz içeriden, hem kendi aralarında anlaşamasalar da bizim üzerimizdeki emellerini tevhid ettirmiş hâricîler dışarıdan bütün potansiyel yangınları körüklüyorlar. 20 milyon kişi açlık sınırının altında bu ülkede; gelecek nesillerimizi emanet ettiğimiz öğretmenler, üniversite hocaları ise sefâlet sınırının altında maaş alıyorlar. Ne güçlü arketiplerimiz var ki, hâlâ patlamıyoruz. ÜHBA da ellerini ovuşturarak patlayacağımız o günü bekliyor.

Ne oluyor yâhu demeye kalmadı ve bomba her anlamda patladı: Globalleşme! Hepimiz küreselleşecektik ve aynı ve dahi tek kültürlü dünyanın mutlu müreffeh üyeleri olacaktık.

Bu yazıyı yazdığım 27.10.2003 itibâriyle küreselleşmenin getirdiklerine bir göz gezdirelim: Dünyada 20 milyondan fazla insan göçmen durumunda. Afrika’da AIDS sâyesinde (!) silâhsız, bombasız bir mega-soykırım sürüyor ve ulus-aşırı şirketler buralara ucuz ilâç göndermeyi reddetmekte. Güneş’in yaklaşık 3 milyar sene sonra gerçekleşecek olan, Hidrojen yakıtını tükettiğinde beyaz bir cüce hâlini almadan önce geçici kızıl top hâlinde genişleyip etrafını mahvetme aşaması misâli, müstevlîler her yere saldırıyor. Gözleri hem petrolde, hem medya, ilâç ve silâh sektörlerinin inanılmaz rakamlardaki kârlarına kâr katmasında, hem de Avrupa ve Çin’e karşı yeni bir teşekkülde.

Küreselleşmenin yerini küreyelleşme (glocalisation), huzurun yerini güvensizlik, âidiyet ve mensubiyetin yerini kimliksizlik aldı. Batı kültürünün aşırı bireyselciliği yalnızlığa ve yabancılaşmaya yol açtı. Gidin herhangi bir Avrupa kentine, yaşlı ve yalnız insanlar görürsünüz her tarafta. Âile, içtimaî dayanışma filân yoktur; her şey sisteme bırakılmıştır. Hyde Park’ta hepsi ayrı banklarda yapayalnız oturup köpeklerini seven kadınlar, adamlar doludur. Bizde ise hâlâ kaynaşıverir insanlar ama büyük kentlerimizde biz de Batı’nın tarzını yaşamaya başladık. Komşuluk, mahallelilik kalmaz oldu. Bir uçta yok mekânlarda (her yerde birbirinin âdeta aynı olan büyük havaalanları, İnternet ve siber-alan, büyük oteller, büyük siteler, büyük iş merkezleri) yaşayan süper zenginlerden oluşan Homo ekonomicus’lar, öbür uçta sefil, aç, bî-ilâç, bî-mekân ve bî-çâre Homo sapiens sapiens’ler. İki ucun da kendiliğinin (self) içi boşalmış.

Öte yandan tarihe baktığımızda, hiçbir müstebit devletin kabaca 70 seneden fazla yaşamamış olduğunu görüyoruz. ABD, önceden bal gibi bilip engel olmadığı Pearl Harbor baskınını vesile kılıp Japonya’ya iki atom bombası attığından beri müstebit olmuştur. Ayakta kalabilmek için de aynı oyunu oynayıp durmaktadır. 30 Mart 2003’de Hürriyet’te Murat Bardakçı ABD’nin bu çılgın oyunlara merakını ve İkiz Kuleler’in vurulması benzeri tedhiş plânlarının General Lyman Louis Lemnitzer tarafından nasıl tezgâhlanmaya kalkıldığını, o zamanki Başkan Kennedy’in bu hâinliğe nasıl mâni olduğunu açık açık yazdı (katli üzerindeki esrar perdesi hâlâ çözülememiş olan Kennedy). Bir şeyi daha yazdı: O ekipten Donald Rumsfeld hâlen ABD Savunma Bakanı!

Eğer bu 70 sene hesabım doğru ise, varın müstevlîlerin kaç senesi kaldığını hesaplayın…

BİZ NE YAPACAĞIZ?

Sağcımızla solcumuzla, ama lâik ve demokratik, bölünmez Türk Cumhuriyeti Devleti’ne bağlılık düsturunda buluşmuş olarak, başta medya olmak üzere, âcilen ulusal bir eğitim seferberliği içerisinde gönül ve vazife birliği kurmamız gerekmektedir. Şükür ki bâzı emâreleri var bu âcil ihtiyacın. Sağdan soldan canlar bir olmaya başladılar.

Tarih arenasından nice kavim, halk geldi geçti. Çoğunun adını bile bilmiyoruz. Yaklaşık 50.000 yaşındaki homo sapiens sapiens türünün en köklü tarihe sâhip kavimlerinden biri olduğumuzu asla unutmamalı ve dayanışmalıyız. Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün dediği gün o gündür: Dâhilî ve hâricî bedhahlarla başa çıkmalıyız. Yeniden tam bir eğitim seferberliği ve gönül birliği ile etnik özümüz ne olursa olsun, Türklük üst-kimliği ve Türkiye çatısı altında el ele, omuz omuza verip çalışmalı, kimliğimizi ve öz değerlerimizi yitirmemeliyiz. Bunu yaparak asrî medeniyet seviyesinin üstüne çıkabiliriz ancak. İşte bu noktada, vatanına ve milletine gönülden bağlı Türk Polisi’ne özel bir rol de düşmektedir.

Batılılaşarak uluslaşamayız, bizi dezentegre edip ortadan kaldırırlar. Bakın Neumark neler demiş?

1933–1952 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan ve Türkiye’de ekonomi biliminin gelişmesine büyük katkıları bulunan Alman Prof. Dr. Fritz Neumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar.

Talebelerden biri Prof. Neumark’a şu soruyu sorar:

-Avrupa bizi neden sevmez...?

Prof. Neumark şu cevabı verir:

— Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkler’i sevmez ve sevmesi de mümkün değildir... Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı Hıristiyanlar'ın hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince:

1- Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza lâiklik söyle dursun, Hristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

3- Avrupa’nın pazarı idiniz. Simdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.

4- En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

5- Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise orta Avrupa ve Balkanlar’ı, Haçlı ordusuna mezar ettiler.

6- Sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar.

7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet’i devam ettirdi.

8- Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri yukarıdadır.

9- Ben Türkiye'ye geldiğimde iki üniversiteniz vardı, simdi 19 üniversite var. (O tarihte öyle idi şimdi ise çok daha fazla.)

10- Sizler, gerçek hüviyyetinize döndüğünüz an Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.

11- Yine sizler, Avrupa’nın tarihî düşmanısınız ve dâima düşman olarak kalacaksınız.

400 sene önce Amerika’da muhtemelen de Orta Asya kökenli, son büyük buz çağında oraya Bering Boğazı’ndan göçmüş Kızılderililer yaşıyordu. Müstevlî ve müstebit, korsan ve mütecâviz torunu adamlar yoktu.

Biz, vardık.

400 değil, 40 sene sonra bile bu müstevlîler muhtemelen orada hükümran olamayacaklardır.

Ama biz var olmaya devam edeceğiz. Uluslaşarak Batılılaşabiliriz, Batı’nın artılarını alıp eksilerini çöpe atarak.

Yeter ki isteyelim. Muhtaç olduğumuz kudretin nerede olduğunu biliyoruz.

Bu yazımı, seneler önce kaleme aldığım felsefî bir denememle sonlandırmak isterim; konuyla ilişkisini gönül gözü açık olanlar hemen kavrayacaktır kuşkusuz…

GÖKKUŞAĞINI YAKALAMAK

Hakikati ararken bunalmak, tam “işte, şimdi buldum” dediğinde içindeki pası görüp cilâya aldanmamayı başarmak ama gene, tekrar, arayış rüzgârının sizi savurmasına müsaâde etmek zorunda kalmak... Asla bitmeyecek bir arayış, koşuşturma, eleştirme, keşif hezeyanının yanından geçip, gene bulamamış olduğunu fark etmiş olmanın hüzünlü tâlihini yaşama...

Hakikât tıpkı gökkuşağı gibi! Tam bir karadelik o, dayanılmaz câzibesi ile sizi çeker. Bembeyaz o, çünkü bütün renkleri ihtiva eder ve onları karıştırırsanız elinizde aklık ve paklık kalır. Ve ulaşılmaz o, ne kadar yaklaşsanız o kadar uzaklaşır, hiç bir zaman yakalayamazsınız, bir anda kayboluverir. Çünkü aslında bir yanılsamadır gökkuşağı, güneşin nûrunun suyun damlacıklarından süzülmesiyle oluşmuş ilâhî bir güzelliktir, mevcuttur ama varlığı yoktur.

Kolaycı ve indirgeyici kafalar için ise, gökkuşağı diye bir mes’ele yoktur. Başkalarının fikirlerini, ideolojilerini, hazırlop sunuluvermiş “brainnet”lerini kolayca benimserler; başka her türlü düşünceye düşman birer fanatik, sekter, hâtta yobaz olurlar. Bunların renk ve istikametleri çok farklı tezahür edebilir: Solcu, sağcı, Freudcu, Darwinci, Müslüman, Hristiyan, ateist... Her kılığa bürünebilirler ama ana yapı aynıdır: İndirgeyicilik, hizipçilik ve kendinden olmayandan nefret etmeyi bir kaba koyup iyice çalkalayın, üzerine de biraz sevgisizlik ekleyin, işte mamûlünüz hazır! Bilimle uğraşanları kendi ekollerinin hâricindekilere düşmanlık ederler, politikada yer alanları farklı düşünenleri ellerinden gelince öldürürler, asla demokrat olamazlar. İşin vahim yönü, pek çok alanda en faâl ve örgütlü olanlar da brainnetçilerdir. Kendilerini aşmak çabaları olmadığı için, enerjilerini kendi dünya görüşlerini diğerlerini yok ederek yaymak amacıyla harcarlar.

Gökkuşağını yakalamak için çabalayanlara gelince... İnsanoğluna yeni ve güzel şeyleri hediye edenler hep onlardır. Genellikle de kalabalığın içinde yalnızdırlar. Bir sosyolojik teoriye göre, onlara “kognitif azınlık” denir, “moral çoğunluğun” dâima birkaç adım ve 40–50 sene önünde yürürler. 40–50 sene sonraki moral çoğunluk da, onların yarattıklarını bir güzel kullanırken, yeni kognitif azınlık mensuplarına sırt çevirmeye devam eder.

Ve bu devran böyle döner... Gökkuşağı, neredesin?

Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul - 25.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail