Amerika Birleşik Devletleri demokrasinin, farklılıklar
içerisinde birlikte yaşayabilmenin, insan haklarının, adâletin
ve sûlhun simgesiydi. Bunu bütün dünyaya da yayacaktı. Biz de
küçük bir Amerika olmalıydık. Bu hülya içerisinde 80 senede
ABD’nin ve bizim geldiğimiz nokta ne peki? Bizi parçalamak için
alenen uğraşan “dost ve müttefiklerimiz” ne âlemdeler?
Amerikan “ulusu” köklü bir mâziden, millî duygulardan ve
arketiplerden mahrum, eski tâbirle “mâşerî gayrı meş’ûru”
olmayan heterojen bir toplum. Tarihi katliam, kan, barut,
ırkçılık, köle ticareti ve müstevlîlikle dolu. Övünebildikleri
kahraman kovboylar aslında Kızılderili kaatili; insan hakları ve
demokrasi ise hâlâ sâdece Üstün Hristiyan Beyaz Adam (ÜHBA) için
mevzû-u bahis.
Avrupa, farklıdır. Tarihi boyunca kıt’a Avrupası’ndan uzak ve
tepeden bakar vaziyet almış olan, bir zamanların hudutları
dâhilinde güneş batmayan (hâlâ kendilerine Büyük Britanya
derler) İngiltere hâricinde, diğer Avrupa ülkeleri ABD’ye hep
soğuk bakmış ve mesafeli durmuşlardır. Kendi aralarında
defâlarca harp eylemiş ve sürtüşmüş olsalar da, birbirlerine
karşı bir saygı da duyarlar; bir nev’î “ambivalans” vardır yâni.
Hem sevişir hem dövüşürler. Çünkü hepsinin, ama öyle ama böyle,
anlı şanlı bir mâzileri vardır. Uluslaşma sürecini çoktan aşıp,
cihanşümullaşmaya yönelmişlerdir. Meselâ Avrupa’da
“milliyetçilik” lâfını ettiğinizde genellikle olumsuz tepki
alırsınız çünkü bunu “ırkçılık” gibi idrak ederler. Hepsi de
millî değerleriyle bu kadar mağrur ve memnun olan bu adamların
bu tavrına önce şaşırırsınız ama anlaşılması o kadar da güç
değildir: Buda’nın dediği gibi, dereyi geçtikten sonra köprüyü
taşımaya gerek yoktur.
Bakarlar ki ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ve US Doları ciddî
bir hasım, onlar da bir başka ABD (Avrupa Birleşik Devletleri)
olmaya yelken açarlar ve Euro’yu yaratırlar. Tabiî, bütün
bunları iliklerine kadar sömürdükleri “öteki” dünyadan temin ve
tesis ettikleri maddî refahla yaparlar; ABD de onları batırmak
için Dolar’ın değerini düşürür. Yarın öbür gün ekonomileri biraz
zora girsin, bakın nasıl gene birbirlerini yiyeceklerdir! Neden
mi? Çünkü temel güvenlik duyguları sarsılınca, bir önceki denge
durumuna regresyon gösterme bütün insanların ve beşerî
cemiyetlerin ortak evrimsel davranış örüntüsüdür.
Pekâlâ, ortaklaşa şuuru ve şuurdışı olmayan ama süper güç
hâlindeki bir ülke ne yapar? Kendi iç dinamiklerini,
ekonomisini, etnik ve ırksal çoksesliliğini dinamik bir dengede
tutabilmek yâni toplumsal homeostazisini muhafaza edebilmek için
on ilâ on beş senede bir muhayyel veya yarı-muhayyel düşmanlar
imâl eder, iyi kalbli vatandaşlarını bu kötü bedhahlardan
kurtarmak de onlarla savaşır. Bu arada da yeni askerî,
elektronik, teknik ve stratejik oyuncaklarını in vivo
denemiş olur.
Senelerce bizi ultra-, hiper-, süper-kahraman imgeleriyle
hazırlayıp beyinlerimizi yıkadılar: New York veya Şikago benzeri
prototip bir Amerikan şehrinde muhkem Kriptonlu (ve tabiî ki
Amerikalı) Süpermen, Flashman, Batman, Örümcek Adam, Captain
America ve diğerleriyle… Çocukluğumuz Kaptan Swing’in, Pekos
Bill’in, Ranger Tommiks’in ve diğer uydurma Amerikan
kahramanlarının çizgi romanlarını okuyarak geçti. Hollywood
şâheserleri önce filmlerle, sonra televizyon “yapıtlarıyla”
beynimizi yıkamaya devam ettiler. Bu arada da sürekli olarak
dehşet, savaş, dövüş temalarıyla hepimizi terörize vaziyette
tuttular. Bu iş tamamen bilinçli ve plânlıdır. Büyük medyamız ve
ulus-aşırı şirketlerle işbirliği içerisindeki “yok adamlarımız”
onlarla koordine çalışırlar.
Türkiye’de bâzı televizyon kanalları ve refakatçileri gazete vs.
yazılı yayınlar uzun zamandır son derecede sorumsuzca ve her
şeyi ekonomiye ircâ ederek ve reyting uğruna hiçbir ahlâkî,
mânevî değeri kaâle almayarak yayın yapmaktadırlar. İntihar,
katil, kavga, terör ve benzeri vahşet sahnelerinin yer aldığı
haberler ya -fırsatını bulurlarsa- canlı yayından, ya ânında
oraya yetişen muhabirlerin kameralarındaki görüntülerden
yayınlanmakta, bu gerçekleşemediği takdirde arşiv görüntülerine
müracaat edilmekte, o da olmazsa sözüm ona “canlandırma”
yapılmaktadır; Haberlerin defâlarca ve yavaş gösterimle temâşa
ettirilmesi de bu rezâletin başka bir boyutudur. Hepimiz bu
yapılanların bizleri, özellikle de ergenleri ve gençleri fenâ
hâlde kötü yönde etkilediğini farkındayız da, bunun mekanizması
nedir? Neden terör en ahlâksızca ama en de etkili propaganda
aracıdır? Buna bir cevap verelim.
Ünlü psikoloji mütefekkiri Maslow, bütün canlıların, ezcümle
Homo sapiens sapiens’in (biz modern insanların) belli bir
ihtiyaçlar hiyerarşisi içerisinde varlıklarını
sürdürebildiklerine işâret eder. Bunlardan fizyolojik zaruretler
soluma, gıda alma, boşaltım, ısınma gibi şeylerdir. Bunu
karşılayabilen bir birey, hemen akabinde (hâttâ onunla iç içe
olarak), vazgeçilmez bir temel güvenlik (emniyette olma)
ihtiyacı duyar: Düşmanlardan korunma, sâkin ve huzurlu olma.
Ancak ve ancak kendini emniyette hisseden bireyler daha üst
seviyedeki ihtiyaçları hissedebilmeye ve onları
gerçekleştirebilmek için çabalamaya girerler. Sevgi (evrimsel
psikiyatrinin terimiyle karşılıklı diğerkâmlık ve yakınlaşma),
saygı (gene evrimsel psikiyatrinin terimiyle kaynak tutucu
potansiyelin ve rölatif kaynak tutucu potansiyelin
arttırılması, bu sâyede
de sosyal dayanışmanın ve hiyerarşinin teşkili), âidiyet –
mensubiyet ihtiyaçları (bir âileye, bir toplumsal gruba, takıma,
millete âit ve mensup olup paylaşımı arttırmak) bunlar
arasındadır. Kendini gerçekleştirme veya ego ideâlini
gerçekleştirme ihtiyacı ise, ancak bütün bu konforlara sâhip
bireylerin başarabileceği, ulaşabileceği bir aşamadır: Meslekî
kariyerde ilerleme, hayır işleri yapma vs.
Bütün bu bireye (ferde) yönelik ihtiyaçlar, aynen insan
toplumları için de geçerlidir.
Vurgulanması gereken çok önemli bir husus da, bu “binânın” zemin
katını oluşturan emniyet ihtiyacının şu veya bu şekilde ortadan
kalkması hâlinde, tıpkı diğer katların havada asılı kalamayacağı
gibi, diğer ihtiyaçların da tamamen göçeceği, çökeceğidir.
Kendini emniyette hissetmeyen ferdin veya cemiyetin sevgiyle,
saygıyla, âidiyetle, mensubiyetle veya kendini aşmayla uğraşma
“lüksü” ortadan kalkar. İşte, bu noktada, ünlü Rus bilim adamı
Pavlov’un meşhur deneylerinden bahsetmek gerekmektedir.
PAVLOV ve ŞARTLI REFLEKSLER
Bütün inançlarımız ve bilinçli-bilinçsiz (pratikte, “şuur” ve
“bilinç” aynı anlama geliyor) davranışsal tercihlerimiz şartlı
reflekslerdir. Köpeklerin fıtratında et görünce ağzının
sulanması vardır. Pavlov, köpeklere et verirken bir yandan da
zil çalarlar, bir süre sonra sâdece zil çalındığında ve et
gösterilmediğinde dahi hayvanın salyası akar; yâni zil sesine
şartlanmıştır ve zil sesi onda et görmüşçesine uyarılmaya yol
açmaktadır. Biz insanlar da doğuştan inançlarımızla, âidiyet ve
mensubiyetlerimizle gelmiyoruz bu dünyaya. Bunlar şartlı
refleksler hâlinde zamanla beynimizde teşekkül ediyor; bu işin
beyinsel mekanizmaları açısından onlardan hiçbir farkımız yok.
Gene bu deneylerde gözlenmiştir ki, şiddetli korku, ölüm
tehlikesi atlatma ve benzeri terörizasyon hâlleri köpeklerdeki
şartlı refleksleri sür’atle silmektedir ve hayvan zil sesine
aldırış etmez olmaktadır. İşte, bu müthiş gözlemden sonra,
muhtelif beyin yıkama ve propaganda işlerinde terör bilimsel bir
yöntem olarak kullanılır olmuştur. En dayanıklı insanlarda dahi,
îman gücüyle ne kadar dayanırsa dayansın, terörizasyon çeşitli
psikolojik mekanizmalarla çökmeyi, hâtta düşmanının fikrini
paylaşır duruma gelmeyi hâsıl etmektedir.
Terörizasyon, şartlı refleksleri (devletine milletine bağlılık,
dinî ve benzeri mânevî inançlar, âidiyet ve mensubiyetle ilgili
diğer hususlar) sür’atle siler ve insanın beynini âdeta
“boşaltır”. 10–15 sene önce, PKK’nın ilk eylemlerinden sonra
cesetlere kimselerin sâhip çıkmadığını hatırlayınız; bir de
şimdiki hâlimize bakınız. Tabiat boşluktan hoşlanmaz. Yoğun bir
propaganda ile, sürekli medya terörü altındaki Türk halkının
mânevî duyguları aşınmakta, şartlı refleksleri söndürülmektedir.
Bir yandan da seviyesiz identifikasyon (özdeşleşme - benimseme)
nesneleri sürekli olarak teşhir ve telkin edilmekte, Türk
folkloru ve kimliği yavaş yavaş değiştirilmektedir... Maalesef,
büyük medya bu uluslararası desteği de olan kampanyaya âlet
olmakta, hâttâ desteklemektedir. Etnik ve dinî ayrımcılık,
bölücülük alenen veyâ zımnen sürekli olarak kaşınmaktadır.
Sûret-i Hakk’tan görünüp senelerdir bölücülük propagandası yapan
belli medya organlarının ABD’nin Güneydoğumuz’daki
faâliyetleriyle ne kadar koşut seyri sefer eylediklerini anlamak
için dâhi olmaya hiç gerek yok.
O
dereceye geldi ki hâl, Türk’ten ve Türklük’ten bahsetmek
çağdışılık addedilir oldu. Maalesef, kent-soylu bir kavram olan
milliyetçilik Türkiye’de köy kasaba kökenlilerin inhisarında
olduğu, en azından öyle sunulduğu ve sanıldığı için de,
aydınlarımız kendilerine ve köklerine iyice yabancılaştılar.
Türklüğü aşağılamak, Osmanlı’ya sövmek, Batı’ya perestiş etmek
“entellik” ölçütü oldu! Evinde İngilizce konuşan, Türkçe’yi
çoluğuna çocuğuna yasaklayan yabancılaşmışlarla, kendi ulusunu
“ötekileşmiş” görenlerlerle dolmaya başladı çevremiz.
Musikîmizden, harsımızdan bîhaberiz. Geçenlerde gece üniversite
tahsilli bir bankacı “Kim 500 Milyar İster” programında
yarışırken Mevlânâ’nın Mesnevî’sini bilemiyor ama Cervantes’i,
Dostoyevski’yi çok iyi tanıyordu!
Depolitizasyonu müteâkip başlatılan dezenformasyon,
misenformasyon, akültürasyon ve asimilasyon hamleleri gâyet
plânlı olarak uygulanmakta, Türk kültürü Amerikan
perestişkârlığına tahvil edilmektedir. Aynı şeyi, zorâkî bir
uluslaştırılmayı müteakip, muhtemelen hızlı bir bypass ile
Kürtler’e de yapmaktalar; entellektüel ve “iyi eğitimli”
Peşmergeler ne işe yarıyor dersiniz? Memleketin kötü yönetilmesi
ve ekonomo-politik terör de bu zemini, maalesef,
sağlamlaştırmaktadır. Böyle bir dönemde yeni bir iktidarın başa
ge(tiri)lmesi de tabiî ki tesadüf filân değildir. Bu sâyede
iyice zayıflamamız sağlanmıştır.
MODERNİTE, POST-MODERNİTE ve KÜRESELLEŞME
Önce bir modernleşme dalgası yayıldı. Bütün dünya, üstünlüğü sui
generis kabûl edilmiş Batı medeniyetine tahvil ve istihâle
etmeliydi. Akabinde etnosentrizmi ve mikro-milliyetçiliği
kaşıyan post-modernizm piyasaya sürüldü. Hangi ekmeklere yağ
sürüldüğü o kadar âşikâr ki, yoruma gerek yok. Maâlesef,
kaçınılmaz bir diyalektik gelişme olarak, ırkçılığa varan bir
Türk milliyetçiliği de hızla tırmanıyor. Şu cânım ülkede DPT’nin
rakamlarına göre 105 civarında etnik grup var. Onları da
kaşıyorlar zâten. Kürtçülükle başlayan bu kıvılcım varoşlardan
başlayarak bir ateşe dönüşürse, sokaklarda eski komşular
birbirlerini boğazlayacak, o alev herkesi yakacak. Bosna’da ne
oldu, unuttuk mu? Hem bizim beceriksiz idarecilerimiz içeriden,
hem kendi aralarında anlaşamasalar da bizim üzerimizdeki
emellerini tevhid ettirmiş hâricîler dışarıdan bütün potansiyel
yangınları körüklüyorlar. 20 milyon kişi açlık sınırının altında
bu ülkede; gelecek nesillerimizi emanet ettiğimiz öğretmenler,
üniversite hocaları ise sefâlet sınırının altında maaş
alıyorlar. Ne güçlü arketiplerimiz var ki, hâlâ patlamıyoruz.
ÜHBA da ellerini ovuşturarak patlayacağımız o günü bekliyor.
Ne
oluyor yâhu demeye kalmadı ve bomba her anlamda patladı:
Globalleşme! Hepimiz küreselleşecektik ve aynı ve dahi tek
kültürlü dünyanın mutlu müreffeh üyeleri olacaktık.
Bu
yazıyı yazdığım 27.10.2003 itibâriyle küreselleşmenin
getirdiklerine bir göz gezdirelim: Dünyada 20 milyondan fazla
insan göçmen durumunda. Afrika’da AIDS sâyesinde (!) silâhsız,
bombasız bir mega-soykırım sürüyor ve ulus-aşırı şirketler
buralara ucuz ilâç göndermeyi reddetmekte. Güneş’in yaklaşık 3
milyar sene sonra gerçekleşecek olan, Hidrojen yakıtını
tükettiğinde beyaz bir cüce hâlini almadan önce geçici kızıl top
hâlinde genişleyip etrafını mahvetme aşaması misâli, müstevlîler
her yere saldırıyor. Gözleri hem petrolde, hem medya, ilâç ve
silâh sektörlerinin inanılmaz rakamlardaki kârlarına kâr
katmasında, hem de Avrupa ve Çin’e karşı yeni bir teşekkülde.
Küreselleşmenin yerini küreyelleşme (glocalisation), huzurun
yerini güvensizlik, âidiyet ve mensubiyetin yerini kimliksizlik
aldı. Batı kültürünün aşırı bireyselciliği yalnızlığa ve
yabancılaşmaya yol açtı. Gidin herhangi bir Avrupa kentine,
yaşlı ve yalnız insanlar görürsünüz her tarafta. Âile, içtimaî
dayanışma filân yoktur; her şey sisteme bırakılmıştır. Hyde
Park’ta hepsi ayrı banklarda yapayalnız oturup köpeklerini seven
kadınlar, adamlar doludur. Bizde ise hâlâ kaynaşıverir insanlar
ama büyük kentlerimizde biz de Batı’nın tarzını yaşamaya
başladık. Komşuluk, mahallelilik kalmaz oldu. Bir uçta yok
mekânlarda (her yerde birbirinin âdeta aynı olan büyük
havaalanları, İnternet ve siber-alan, büyük oteller, büyük
siteler, büyük iş merkezleri) yaşayan süper zenginlerden oluşan
Homo ekonomicus’lar, öbür uçta sefil, aç, bî-ilâç, bî-mekân ve
bî-çâre Homo sapiens sapiens’ler. İki ucun da kendiliğinin
(self) içi boşalmış.
Öte
yandan tarihe baktığımızda, hiçbir müstebit devletin kabaca 70
seneden fazla yaşamamış olduğunu görüyoruz. ABD, önceden bal
gibi bilip engel olmadığı Pearl Harbor baskınını vesile kılıp
Japonya’ya iki atom bombası attığından beri müstebit olmuştur.
Ayakta kalabilmek için de aynı oyunu oynayıp durmaktadır. 30
Mart 2003’de Hürriyet’te Murat Bardakçı ABD’nin bu çılgın
oyunlara merakını ve İkiz Kuleler’in vurulması benzeri tedhiş
plânlarının General Lyman Louis Lemnitzer tarafından nasıl
tezgâhlanmaya kalkıldığını, o zamanki Başkan Kennedy’in bu
hâinliğe nasıl mâni olduğunu açık açık yazdı (katli üzerindeki
esrar perdesi hâlâ çözülememiş olan Kennedy). Bir şeyi daha
yazdı: O ekipten Donald Rumsfeld hâlen ABD Savunma Bakanı!
Eğer bu 70 sene hesabım doğru ise, varın müstevlîlerin kaç
senesi kaldığını hesaplayın…
BİZ NE YAPACAĞIZ?
Sağcımızla solcumuzla, ama lâik ve demokratik, bölünmez Türk
Cumhuriyeti Devleti’ne bağlılık düsturunda buluşmuş olarak,
başta medya olmak üzere, âcilen ulusal bir eğitim seferberliği
içerisinde gönül ve vazife birliği kurmamız gerekmektedir. Şükür
ki bâzı emâreleri var bu âcil ihtiyacın. Sağdan soldan canlar
bir olmaya başladılar.
Tarih arenasından nice kavim, halk geldi geçti. Çoğunun adını
bile bilmiyoruz. Yaklaşık 50.000 yaşındaki homo sapiens sapiens
türünün en köklü tarihe sâhip kavimlerinden biri olduğumuzu asla
unutmamalı ve dayanışmalıyız. Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün
dediği gün o gündür: Dâhilî ve hâricî bedhahlarla başa
çıkmalıyız. Yeniden tam bir eğitim seferberliği ve gönül birliği
ile etnik özümüz ne olursa olsun, Türklük üst-kimliği ve Türkiye
çatısı altında el ele, omuz omuza verip çalışmalı, kimliğimizi
ve öz değerlerimizi yitirmemeliyiz. Bunu yaparak asrî medeniyet
seviyesinin üstüne çıkabiliriz ancak. İşte bu noktada, vatanına
ve milletine gönülden bağlı Türk Polisi’ne özel bir rol de
düşmektedir.
Batılılaşarak uluslaşamayız, bizi dezentegre edip ortadan
kaldırırlar. Bakın Neumark neler demiş?
1933–1952 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde öğretim
üyeliği yapan ve Türkiye’de ekonomi biliminin gelişmesine büyük
katkıları bulunan Alman Prof. Dr. Fritz Neumark ile bir kısım
talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar.
Talebelerden biri Prof. Neumark’a şu soruyu sorar:
-Avrupa bizi neden sevmez...?
Prof. Neumark şu cevabı verir:
—
Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkler’i sevmez ve
sevmesi de mümkün değildir... Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm
düşmanlığı Hıristiyanlar'ın hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine
gelince:
1-
Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza lâiklik söyle dursun,
Hristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.
2-
Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındadırlar:
Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam
olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması
gerekir.
3-
Avrupa’nın pazarı idiniz. Simdi Avrupa’yı pazar yapmaya
başladınız.
4-
En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.
5-
Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise orta Avrupa ve
Balkanlar’ı, Haçlı ordusuna mezar ettiler.
6-
Sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek
hâkimiyet sağladılar.
7-
Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda
etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını
devam ettirirdi. Kaldı ki, Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz
Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet’i,
sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet’i devam
ettirdi.
8-
Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri yukarıdadır.
9-
Ben Türkiye'ye geldiğimde iki üniversiteniz vardı, simdi 19
üniversite var. (O tarihte öyle idi şimdi ise çok daha fazla.)
10-
Sizler, gerçek hüviyyetinize döndüğünüz an Avrupa’nın refahı ve
medeniyeti yıkılır.
11-
Yine sizler, Avrupa’nın tarihî düşmanısınız ve dâima düşman
olarak kalacaksınız.
400
sene önce Amerika’da muhtemelen de Orta Asya kökenli, son büyük
buz çağında oraya Bering Boğazı’ndan göçmüş Kızılderililer
yaşıyordu. Müstevlî ve müstebit, korsan ve mütecâviz torunu
adamlar yoktu.
Biz, vardık.
400
değil, 40 sene sonra bile bu müstevlîler muhtemelen orada
hükümran olamayacaklardır.
Ama
biz var olmaya devam edeceğiz. Uluslaşarak Batılılaşabiliriz,
Batı’nın artılarını alıp eksilerini çöpe atarak.
Yeter ki isteyelim. Muhtaç olduğumuz kudretin nerede olduğunu
biliyoruz.
Bu
yazımı, seneler önce kaleme aldığım felsefî bir denememle
sonlandırmak isterim; konuyla ilişkisini gönül gözü açık olanlar
hemen kavrayacaktır kuşkusuz…
GÖKKUŞAĞINI YAKALAMAK
Hakikati ararken bunalmak, tam “işte, şimdi buldum” dediğinde
içindeki pası görüp cilâya aldanmamayı başarmak ama gene,
tekrar, arayış rüzgârının sizi savurmasına müsaâde etmek zorunda
kalmak... Asla bitmeyecek bir arayış, koşuşturma, eleştirme,
keşif hezeyanının yanından geçip, gene bulamamış olduğunu fark
etmiş olmanın hüzünlü tâlihini yaşama...
Hakikât tıpkı gökkuşağı gibi! Tam bir karadelik o, dayanılmaz
câzibesi ile sizi çeker. Bembeyaz o, çünkü bütün renkleri ihtiva
eder ve onları karıştırırsanız elinizde aklık ve paklık kalır.
Ve ulaşılmaz o, ne kadar yaklaşsanız o kadar uzaklaşır, hiç bir
zaman yakalayamazsınız, bir anda kayboluverir. Çünkü aslında bir
yanılsamadır gökkuşağı, güneşin nûrunun suyun damlacıklarından
süzülmesiyle oluşmuş ilâhî bir güzelliktir, mevcuttur ama
varlığı yoktur.
Kolaycı ve indirgeyici kafalar için ise, gökkuşağı diye bir
mes’ele yoktur. Başkalarının fikirlerini, ideolojilerini,
hazırlop sunuluvermiş “brainnet”lerini kolayca benimserler;
başka her türlü düşünceye düşman birer fanatik, sekter, hâtta
yobaz olurlar. Bunların renk ve istikametleri çok farklı tezahür
edebilir: Solcu, sağcı, Freudcu, Darwinci, Müslüman, Hristiyan,
ateist... Her kılığa bürünebilirler ama ana yapı aynıdır:
İndirgeyicilik, hizipçilik ve kendinden olmayandan nefret etmeyi
bir kaba koyup iyice çalkalayın, üzerine de biraz sevgisizlik
ekleyin, işte mamûlünüz hazır! Bilimle uğraşanları kendi
ekollerinin hâricindekilere düşmanlık ederler, politikada yer
alanları farklı düşünenleri ellerinden gelince öldürürler, asla
demokrat olamazlar. İşin vahim yönü, pek çok alanda en faâl ve
örgütlü olanlar da brainnetçilerdir. Kendilerini aşmak çabaları
olmadığı için, enerjilerini kendi dünya görüşlerini diğerlerini
yok ederek yaymak amacıyla harcarlar.
Gökkuşağını yakalamak için çabalayanlara gelince... İnsanoğluna
yeni ve güzel şeyleri hediye edenler hep onlardır. Genellikle de
kalabalığın içinde yalnızdırlar. Bir sosyolojik teoriye göre,
onlara “kognitif azınlık” denir, “moral çoğunluğun” dâima birkaç
adım ve 40–50 sene önünde yürürler. 40–50 sene sonraki moral
çoğunluk da, onların yarattıklarını bir güzel kullanırken, yeni
kognitif azınlık mensuplarına sırt çevirmeye devam eder.
Ve
bu devran böyle döner... Gökkuşağı, neredesin?
Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul
- 25.04.2003
http://gulizk.com
|