Görenim
ve görmeyenim, uykudaki göz gibi
Varım
ve yokum, gülsuyundaki koku gibi
Duruyorum ve koşuyorum, üzengideki
ayak gibi
Susuyorum ve
söylüyorum, kitaptaki yazı gibi.
Esasen doktoramızı
Mevlânâ’nın “Mesnevîsi” üzerine yaptıktan sonra, doçentlik
çalışmamızda
da yine “eğitim anlayışı” açısından Mevlânâ’nın “Divân-ı
Kebîri’ni” ele aldık. Belirttiğimiz gibi biz bu çalışmalarımızda
Mevlânâ’yı sahamız olan “Eğitim Bilimleri” açısından
değerlendirdik O’nun eğitim anlayışını anlama gayreti
içersindeydik. Ne var ki satırları arasında O, bize,
anlayışlar/branşlar üstü yüzünü gösterdi. Böylelikle
tasavvurumuzdaki eğitim olgusunun da bambaşka bir renge
büründüğünü de burada belirtmek etmek isteriz.
Öncelikle,
yukardaki kıt’asında olduğu gibi, şahsiyetin içe ve dışa dönük
tezahür ve hususiyetlerini; algılama, etkileme ve hareket
tarzının durumuna göre değişkenliğini; kendi zatındaki derin
manayı ve sırrî mükemmeliyeti belirtiyor. Kıt’anın bilhassa son
satırındaki sembolik ifade; terbiyenin, insan şahsiyetindeki
manevi değerlerin sonsuza intikal etmesini ve kitaplardaki
yazılar gibi istikbali etkilemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Ayrıca
Mevlânâ, eğitimin ön koruyuculuk özelliğne ve gücüne işaret
etmektedir. O, insanın alışkanlıklarının, düşüncelerinin, kendi
mayasına ne ölçüde işleyeceğine dikkat çekmiş, bundan korunmak
için eğitimi bir çare olarak sunmuştur.
Mevlânâ
eğitimi sihirli bir değnek olarak görmemektedir. Çünkü biliyordu
ki, eğitim yaradılıştan var olanı geliştirir. Yaradılıştan
olmayanı var edemez. Ona göre kalp akça olan nasipsizlerle,
altın yaradılışlı olan temiz kişiler, aynı eğitim potasına
girmelerine rağmen, ötekiler kararırken, berikiler ise parlar,
gerçek değerleri ortaya çıkar.
Bir önemli
nokta da, ahmağın terbiye edilemeyeceğidir. Ahmağın kalbi granit
taşına benzer. Verilen bilgi ve değer onda beklenen etkiyi
meydana getirmez, onda hiçbir tohum bitirmez. “Ahmaklık
Allahın kahrıdır” diyen Hz. İsa, onun insanı yaralayan
bir illet olduğuna dikkat çekmiştir. Hiçbir el ona çare veremez.
Ahmaktan İsa’nın kaçışı gibi kaçılmasını tavsiye eden Mevlânâ,
onunla konuşmanın belaya götüreceğine işaret etmiştir. Hava suyu
nasıl çalarsa, ahmak da dini öyle çalar. Kendi
etkileneceği/terbiye olacağı yerde, o seni etkiler. Çok zeki ve
akıllı olmalarına rağmen, temyiz , yani iyi ile kötüyü, hakla
batılı, doğru ile yanlışı ayırdetme kabiliyeti olmayanlar da
ahmaktır. Bu tip insanları, Süleyman Peygamberin çağırdığı fakat
duymayan kuşlara benzetiyor. Hz. Süleymanın çağrısına bütün
kuşlar icabet etmiş, o da onları kendine bağlamış, ama
içlerinden biri bu çağrıyı duymadığı için davete gitmemiştir.
Hz. Nuh da ahmak olan toplumunu eğitememiş, neticede onlar ilahi
disiplin cezasından kurtulamamışlardır. Mevlânâ, Peygamber
Efendimizin, “ahmakları düşman olarak”
nitelendirdiğini hatırlatır. Eğitilen kişide, öğüdü kabul edecek
kulak olmayınca eğitimci yüzlerce çaba sarfetse bir fayda
vermeyecektir. Öğüt tohumunu ekersiniz ama yer çoraksa ürün
alamazsınız.
Allah’tan
uzak bir hayata hayat denilemeyeceğini, ebedi varlığa nasıl
kavuşulacağını, insanın kendi benliğinden uzaklaşmakla Allah’a
nasıl varılacağının bilinmesinin önemini vurguluyor. İnsan
kendi varlığını Allah’ta kaybetmekle yok olmadığını sadece bir
değişikliğe uğradığını bilmelidir. Eğitici eğitilene
varlıkla yokluk arasında nasıl bir tercih yapacağını
öğretmelidir. “Her şey zıddı ile bilinir”
ilkesinden hareket eden Mevlânâ, bu tercihte tabiat kanunundan
hareket eder. Nasıl ki bal sirke ile anlaşılırsa, varlık da
yokluk sayesinde anlaşılır. Bundan dolayı eğitilen konumundakine
ahmak olmaması için yokluğu seçmesini öneriyor. Yokluk varlığın
aynası olduğuna göre varlığı onda gözlemek mümkündür. İnsanın
kendi benliğinden sıyrılması ile ortaya çıkan yokluk halini o
kadar önemsiyor ki, Allahı övmenin bile kişide bir gizli varlık
hissi belirtisi olduğu konusunda hassasiyetle vurgu yapıyor. Ona
göre övmede bir varlık ispatı vardır. Varlık ise kişi için en
büyük günahtır. Böylece insana, benliğinin varlığını
hissettirecek herşeyden kaçınması gerektiğini tavsiye ediyor.
Mevlânâ’ya
göre en kötü şeylerden biri de kişide olgunluk/yeterlilik zannı
ve hissinin bulunmasıdır. Çünkü insan, mevcut hali ile olgun
olduğu hissini duyarsa, Allah’a varamaz. Demek ki eğitim insana
kendi noksanını göstermelidir. Kendi noksanını gören, olgunluğa
süratle koşar. Ona göre hekimlik sanatının güzelliğini/önemini
ortaya çıkaran zayıf hastadır. Hastalık halinde insanın, sağlam
ve sıhhatte olduğunu zannetmesi ne acı bir şey, sonu çok acı
noktalanacak bir yoldur. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder: “Senden
bu kendini görme gidene kadar, gözünden gönlünden çok kanlar
akar”.
Prof. Dr. Mustafa USTA
Marmara.Ünv.İlahiyat Fak.
DKAB Öğretmenliği Bölümü
mustafausta@marmara.edu.tr
İstanbul - 19.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|