Eğitim Yine Eğitim

Görenim ve görmeyenim, uykudaki göz gibi

Varım ve yokum, gülsuyundaki koku gibi

Duruyorum ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi

Susuyorum ve söylüyorum, kitaptaki yazı gibi. [1]

Esasen doktoramızı[2] Mevlânâ’nın “Mesnevîsi” üzerine yaptıktan sonra, doçentlik çalışmamızda[3] da yine “eğitim anlayışı” açısından Mevlânâ’nın “Divân-ı Kebîri’ni” ele aldık. Belirttiğimiz gibi biz bu çalışmalarımızda Mevlânâ’yı sahamız olan “Eğitim Bilimleri” açısından değerlendirdik O’nun eğitim anlayışını anlama gayreti içersindeydik. Ne var ki satırları arasında O, bize, anlayışlar/branşlar üstü yüzünü gösterdi. Böylelikle tasavvurumuzdaki eğitim olgusunun da bambaşka bir renge büründüğünü de burada belirtmek etmek isteriz.

Öncelikle, yukardaki kıt’asında olduğu gibi, şahsiyetin içe ve dışa dönük tezahür ve hususiyetlerini; algılama, etkileme ve hareket tarzının durumuna göre değişkenliğini; kendi zatındaki derin manayı ve sırrî mükemmeliyeti belirtiyor. Kıt’anın bilhassa son satırındaki sembolik ifade; terbiyenin, insan şahsiyetindeki manevi değerlerin sonsuza intikal etmesini ve kitaplardaki yazılar gibi istikbali etkilemesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Ayrıca Mevlânâ, eğitimin ön koruyuculuk özelliğne ve gücüne işaret etmektedir. O, insanın alışkanlıklarının, düşüncelerinin, kendi mayasına ne ölçüde işleyeceğine dikkat çekmiş, bundan korunmak için eğitimi bir çare olarak sunmuştur.

Mevlânâ eğitimi sihirli bir değnek olarak görmemektedir. Çünkü biliyordu ki, eğitim yaradılıştan var olanı geliştirir. Yaradılıştan olmayanı var edemez. Ona göre kalp akça olan nasipsizlerle, altın yaradılışlı olan temiz kişiler, aynı eğitim potasına girmelerine rağmen, ötekiler kararırken, berikiler ise parlar, gerçek değerleri ortaya çıkar.

Bir önemli nokta da, ahmağın terbiye edilemeyeceğidir. Ahmağın kalbi granit taşına benzer. Verilen bilgi ve değer onda beklenen etkiyi meydana getirmez, onda hiçbir tohum bitirmez. “Ahmaklık Allahın kahrıdır” diyen Hz. İsa, onun insanı yaralayan bir illet olduğuna dikkat çekmiştir. Hiçbir el ona çare veremez. Ahmaktan İsa’nın kaçışı gibi kaçılmasını tavsiye eden Mevlânâ, onunla konuşmanın belaya götüreceğine işaret etmiştir. Hava suyu nasıl çalarsa, ahmak da dini öyle çalar. Kendi etkileneceği/terbiye olacağı yerde, o seni etkiler. Çok zeki ve akıllı olmalarına rağmen, temyiz , yani iyi ile kötüyü, hakla batılı, doğru ile yanlışı ayırdetme kabiliyeti olmayanlar da ahmaktır. Bu tip insanları, Süleyman Peygamberin çağırdığı fakat duymayan kuşlara benzetiyor. Hz. Süleymanın çağrısına bütün kuşlar icabet etmiş, o da onları kendine bağlamış, ama içlerinden biri bu çağrıyı duymadığı için davete gitmemiştir. Hz. Nuh da ahmak olan toplumunu eğitememiş, neticede onlar ilahi disiplin cezasından kurtulamamışlardır. Mevlânâ, Peygamber Efendimizin, “ahmakları düşman olarak” nitelendirdiğini hatırlatır. Eğitilen kişide, öğüdü kabul edecek kulak olmayınca eğitimci yüzlerce çaba sarfetse bir fayda vermeyecektir. Öğüt tohumunu ekersiniz ama yer çoraksa ürün alamazsınız.

Allah’tan uzak bir hayata hayat denilemeyeceğini, ebedi varlığa nasıl kavuşulacağını, insanın kendi benliğinden uzaklaşmakla Allah’a nasıl varılacağının bilinmesinin önemini vurguluyor. İnsan kendi varlığını Allah’ta kaybetmekle yok olmadığını sadece bir değişikliğe uğradığını bilmelidir. Eğitici eğitilene varlıkla yokluk arasında nasıl bir tercih yapacağını öğretmelidir. “Her şey zıddı ile bilinir” ilkesinden hareket eden Mevlânâ, bu tercihte tabiat kanunundan hareket eder. Nasıl ki bal sirke ile anlaşılırsa, varlık da yokluk sayesinde anlaşılır. Bundan dolayı eğitilen konumundakine ahmak olmaması için yokluğu seçmesini öneriyor. Yokluk varlığın aynası olduğuna göre varlığı onda gözlemek mümkündür. İnsanın kendi benliğinden sıyrılması ile ortaya çıkan yokluk halini o kadar önemsiyor ki, Allahı övmenin bile kişide bir gizli varlık hissi belirtisi olduğu konusunda hassasiyetle vurgu yapıyor. Ona göre övmede bir varlık ispatı vardır. Varlık ise kişi için en büyük günahtır. Böylece insana, benliğinin varlığını hissettirecek herşeyden kaçınması gerektiğini tavsiye ediyor.

Mevlânâ’ya göre en kötü şeylerden biri de kişide olgunluk/yeterlilik zannı ve hissinin bulunmasıdır. Çünkü insan, mevcut hali ile olgun olduğu hissini duyarsa, Allah’a varamaz. Demek ki eğitim insana kendi noksanını göstermelidir. Kendi noksanını gören, olgunluğa süratle koşar. Ona göre hekimlik sanatının güzelliğini/önemini ortaya çıkaran zayıf hastadır. Hastalık halinde insanın, sağlam ve sıhhatte olduğunu zannetmesi ne acı bir şey, sonu çok acı noktalanacak bir yoldur. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder: “Senden bu kendini görme gidene kadar, gözünden gönlünden çok kanlar akar”.


[1] İsmail Habib Sevük, Mevlânâ, İstanbul 1954, s.91-92

[2] Mustafa Usta, Mesnevî’de Mevlânâ’nın Eğitim Anlayışı, basılmamış doktora tezi, İstanbul 1984.

[3] Mustafa Usta, Dîvân-ı Kebîr’de Mevlânâ’nın Eğitim Görüşü, İstanbul 1995

Prof. Dr. Mustafa USTA
Marmara.Ünv.İlahiyat Fak.
DKAB Öğretmenliği Bölümü
mustafausta@marmara.edu.tr
İstanbul - 19.05.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail