Hâlen
içerisinde yaşadığımız Senozoik Çağ ise son 65 milyon
seneye verilen isimdir, %1,5’luk kısmı kapsar ve hakkında
en çok şey bildiğimiz dönemdir. İlk canlıların 4 milyar
sene kadar önce ortaya çıktıkları tahmin edilmektedir. En
tipik ve ortak evrim merkezî sinir sisteminde cereyan ettiği
için, bu sistemin gelişimi rehber alınacaktır. Canlılar
âleminde aynı evrimsel koldan gelen gruplara, benzer genetik
özelliklere (DNA yapısına) sâhip olan ve evrimsel açıdan
akraba olan türlerin içerisinde bulunduğu evrimsel kollara
filum (phylum) denir. Birkaç tip evrimin iç içe cereyan
ettiği yazılır:
1.
Filetik evrim: Yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açan
evrim. Fosillerde doğrudan gözlemlenebilen evrim budur. Bir
popülasyon içerisindeki genetik çeşitlilik ne kadar
fazlaysa, evrimleşme ihtimali de o kadar artmaktadır çünkü,
“hayırlı” mutasyon ve eşleşmelerin gerçekleşmesi
ihtimâli, “genetik havuzun” genişlemesiyle, daha da yükselmektedir.
2.
Mozaik evrim: Tür içerisinde dış görünüşün değişmesi,
mesela bedenin belli bir bölgesinin zamanla adaptif değişimlere
uğraması ve bunun sonraki nesillere aktarılması.
Kedigillerin muazzam sayıdaki alt-türlerinde bunun örneklerini
görmek mümkündür.
2.
Fenetik evrim: Türün ortamdaki özelliklere intibak etmesi
çabası içerisinde ortaya çıkan veya tabiî etkilerin
yarattığı evrim. Mesela, Bergmann Kuralı’na göne
politipik sıcakkanlı türlerde alt-türlerin vücut cesâmetleri
habitatın soğumasıyla artar (kutup balinalarını düşününüz);
kezâ Allen Kuralı’na göre, sıcakkanlı türlerde habitatın
ısısı yükseldikçe kulaklar, kuyruk gibi uzantı-organların
cesametinde artma olur (filleri düşününüz) çünkü
buralardan ısı atımı kolaylaşacaktır.
Tedricî
ve nokta nokta evrim: Fenetik evrimin daha seçici ve özel şartlar
altında oluşanıdır. Bâzı aniden ortaya çıkıp kaybolan
türlerin böyle oluş mekanizmalarını ifâde eder. Bazı
“yaşayan fosiller” buna istisnâ teşkil etmektedir:
Lingula kabuklusu ismindeki bir kafadan bacaklı cinsinin
yaklaşık 450 milyon senedir hayatını sürdürdüğü
bilinmektedir. Bir sürüngen olan tuatara’nın da
(sphenodon punctatus) takriben 200 milyon senedir pek az şekilsel
değişikliğe uğrayarak hayatını idâme ettirdiği
bilinmektedir. Mavi ve yeşil algler ise dünyanın en eski yaşayan
organizmaları olarak ta Prekambrian Çağı’ndan beri
denizleri süslemeye devam etmektedir. MERKEZÎ SİNİR SİSTEMİNİN
EVRİMİ, Dünyanın oluşmasından yarım milyar yıl kadar
sonra, günümüzden yaklaşık 4 milyar yıl önce, kabuk
tabakasındaki ilkel okyanusların tuzlu sularında ilk
organik moleküllerin gelişip bir nev’î zarla çevrelenecek
şekilde bir araya geldikleri ve bu suretle oluşturdukları
kozervat denen canlılık öncesi oluşumlardan da, ilk tek hücreli
canlıların ortaya çıktıkları düşünülmektedir. Bu
moleküllerin ortamdaki çeşitli gazları ve diğer kimyasal
maddelerin ısı ve ışık enerjisinin etkisiyle oluştuğu
fikrinin yanı sıra, panspermi diye adlandırılan, uzaydan
bir göktaşı veya benzeri gök cismi üzerinde taşınarak
gelmiş olabileceğini de iddia edenler mevcuttur. Eğer böyleyse
bile, menşeini aldığı yerde de benzer süreç yaşanmış
olsa gerekir. Bunların tek çizgili bir DNA’ya sâhip
oldukları ve basit, iptidaî bir fotosentez mekanizması sâyesinde
ultravioleden ve diğer dalga boylarındaki ışığın öldürücü
etkilerinden kurtuldukları zannediliyor. Bu yarı-geçirgen
ve küçük delikçikler ihtiva eden zarın, dış ortamın çok
zehirli ve yıpratıcı vasfından dolayı, mikroorganizmanın
iç dengesini koruyabilmek için geliştiği, bir yandan da çevredeki
diğer organizmalar tarafından salgılanan çeşitli
maddelerle seçici bir temas kurulmasını sağladığı, bu sâyede
de ilk organik bilgi alışverişinin başladığı tahmin
edilmektedir. Zamanla, gerek korunma gâyesiyle, gerekse çeşitli
hayatî fonksiyonların sürdürülmesinde işbirliğinin
hayatta kalmayı kolaylaştırmasının sonucunda, bu
organizmalar kolonileşmeye başladılar; bu gelişmenin 3.5
milyar sene kadar önce gerçekleştiği düşünülmektedir.
Çeşitli fosil incelemelerinde, bu tek hücreli organizmaların
stromatolitler ismi verilen büyük yığınlar halinde kule
gibi tabakalar oluşturdukları tesbit edilmiştir.
1.
Hücreler
arası bağlantı ve çekimin yürütülmesi ve çevreyle olan
alışveriş başlıca üç yolla olmaktaydı: Kimyasal
maddeler, vibrasyon ve basınç gibi fiziksel etkileşimler ve
radyasyonun (ısı, ışık vs.) algılanması. İşte,
zamanla hücrelerin zarlarında bu modaliteleri algılayacak
özel yapılar gelişmeye başladı ki, bunlara reseptör
denir. Mikroskopik plândaki bu evrim makroskopik olarak da
cereyan etti. Denizlerin zarif süslerini oluşturan mercanların
adaleyle nöron (sinir hücresi) arasında bir hücre yapılarının
ve çeşitli reseptörlerinin olmasının yanı sıra, koloni
hâlinde yaşamaları, evrimin her bir plânda devamlılık
arz ettiğinin muhteşem bir numunesidir. İlk tek hücreli
prokaryositler (çekirdeği bulunmayan ilkel hücreler) basitçe
kendi DNA’larının kopyalarını imâl ederek çoğalıyorlardı.
Dünya tarihinin ilk 1 milyar senesi boyunca atmosferin metan,
amonyak ve karbondioksidden ibâret olduğuna, oksijenin ya hiç
mevcut olmadığına ya da çok az bulunduğuna işâret eden
pek çok bulgu mevcuttur. Muhtemelen bu canlılar oksijeni bir
artık madde olarak çevreye yayıyorlardı ve benzer canlılar
hâlâ denizleri süslemekte, O2 istihsâl etmektedirler.
Denizlerde ortaya çıkan bu O2, atmosfere yayıldıkça, güneş
kaynaklı radyasyonun etkisi sonucunda meydana gelen fotoşimik
reaksiyonlarla ozon (O3) meydana geldi ve günümüzde bâzı
kimyasal maddeler sebebiyle zarara uğrayan ve öldürücü
ışınlara karşı doğal bir kalkan vazifesi gören ozon
tabakası tâ o dönemlerde, yüz milyonlarca yıl zarfında
oluştu. Bu sâyede hayat denizlerin daha üst tabakalarına tırmanabildi,
sonunda da denizlerden çıkabilip çeşitlenebildi, O2’ye
bağlı hayat formuna geçilebildi.
<devam
edecek>