übarek Ramazan ayı yaklaşıyor.
Gönüller muhabbetle dolup taşacak. Kucak dolusu rahmet yağacak.
Cenab-ı Hak, hepimize bu ayın nimetlerini idrak ettire.
Bildiğiniz gibi yoğun bir çalışma temposu yakaladık.
Sizlere alternatifli yazılar ulaştırmanın gayreti ile daha
bir coşku içersindeyiz.
İstedim ki biraz dinlenin. Fıkra ve hikaye ile rahatlayın
Kendinize de pay çıkartın.
Geri kalmış ülkenin zengin şeyhlerinden biri,
Paris’i ziyarete gitmiş. İlk gün maiyeti ile beraber şehri
gezerken büyük abdestine sıkışmış ve caddenin ortasında
bulunduğu yere çömelerek def-i hacetini gidermiş. Olayı gören
bir polis, hemen yaklaşarak şeyhi ve yanındakileri sert bir
şekilde uyarmış
“Paris’te böyle şey yapamazsınız. Ağır cezası var.
Bin frank ödeyeceksiniz.”
Fransızca bilmeyen şeyh, tercümanına sormuş:
“Ne diyor ?“
Tercüman açıklamış:
“Şeyh Hazretleri, yaptığınız işin cezası varmış ve
miktarı da bin frank imiş.”
Şeyh, sakalını sıvazlayarak düşünmüş ve tercümanına
şöyle demiş:
“Tabii, tabii, neyse cezamızı ödeyelim. Hatta siz şuna peşin
bir on bin frank verin. Biz burada şu kadar gün kalacağız.
Sayısını tam bilemem, ama ben günde küçüklü büyüklü,
birkaç kez dışarı çıkarım. Artarsa da üstü kendinde
kalsın.
New York'ta yaşayan Kemal, Çin restaurantına gitmiş.
Garson yüzde yüz hiç katıksız- bir Çinliye yemek siparişi
verirken, Çinli, Türkçe sormuş:
- Arzu ederseniz size kuru fasulye pilav da verebiliriz.
Kemal zevkten dört köşe...
- Pilav üstü kuru var mı?
- Var beyim!
Çinli getirmiş fasulye pilavı, Kemal'in keyfine diyecek yok.
Yemeği o kadar beğenmiş ki teşekkür etmek için patronla görüşmek
istemiş.
Çin restaurantının patronu da bizim Temel!
Kemal, Temel'in elini hararetle sıkarken tebrikleri sıralamış:
- Tevekkeli değil bütün Türk arkadaşlar sizin restaurantı
tavsiye ediyor, ben memlekette böyle güzel fasulye pilav az
yedim. Hele şu Çinli garsona bayıldım birader, adam takır
takır Türkçe konuşuyor.
Temel'den cevap:
Şşşşşşşt... Fazla bağırma, ona İngilizce öğrettiğimi
zannediyor!
Kendi durumuna ters düşen, bir çelişkiyi dile getiren
bu öykü, enteresan bir mizah anlayışını gösteriyor.
İşte hikâye:
‘‘Bir oyunun sergilendiği sırada, günlerden bir gün,
Priene kentinin kıyısına balıkçı tekneleri yaklaşmış...
Balıkçıların geldiğini haber veren çan sesini duyan bütün
tiyatro izleyenleri tiyatroyu terk edip balık almak için koşarak,
limana gitmişler ve koca tiyatroda sadece bir tek yaşlı adam
kalmış oyunu izleyen. Ama oyuncular bütün oyunu oynamışlar
ve oyunun bitiminde yaşlı adama yönelerek, 'Helâl olsun sana
amca be! Bak çan sesini duyan herkes balık almaya koştu,
gitti. Oysa bir tek sen kaldın bizi izleyen! Sağol! gibisine
bir şeyler söylemişler. İhtiyar adamsa elini kulağına götürerek,
Neee! Balıkçılar mı gelmiş' deyip koşarak o da limana
gitmiş.
Nasrettin Hoca, ara sıra insanları alır teknesiyle
gezdirirdi. Günlerden bir gün bir müderris, geniş bir ırmağın
öbür yakasına geçmek için Hoca’nın teknesini kiraladı.
Nehre açılır açılmaz, bunun zor bir yolculuk olup olmayacağını
sordu.
“Bana bu konuda bir şey sorma” dedi Hoca.
Müderris, “daha önce hiç dilbilgisi öğrenmiş miydin?”
diye sordu.
Hoca “Hayır” diye cevapladı.
Müderris, “öyleyse ömrünün yarısı boşa geçmiş.”
dedi.
Hoca hiç sesini çıkarmadı.
Az sonra korkunç bir fırtına patladı. Hocanın küçük
teknesi su almaya başladı.
Hoca, Müderris’e eğilerek, “ yüzme öğrenmiş miydin?”
diye fısıldadı.
“Hayır” diye yanıt verdi Müderris.
“Öyleyse efendi, tüm hayatın boşa geçmiş, çünkü batıyoruz!”
Bir zamanlar hayatından bunalan bir çakal varmış. Bütün
gördüğü, çok sayıda aç yavru, bir sürü avcı ve tuzakmış.
Böylece bir gün tek başına kalabilmek için kaçmış.
Birden tatlı bir melodinin notaları gelmiş kulağına. İyilik
ve huzur melodisiymiş bu. Melodiyi ormandaki açıklığa kadar
takip ederek bir kütüğün üzerinde güneşlenip şarkı söyleyen
çekirgeyle karşılaşmış.
“Bana şarkını öğret” demiş çekirgeye. Cevap alamamış.
İsteğini yinelemiş. Ama çekirge sessiz kalmış. Sonunda onu
yutmakla tehdit edince, çekirge kabul ederek güzel şarkısını
çakal ezberleyinceye kadar tekrarlamış. Çakal da yeni şarkıyı
mırıldanarak ailesine doğru yola çıkmış. Birdenbire
havalanan bir yaban kazı sürüsü dikkatini dağıtmış.
Kendini toparlayıp şarkıyı yeniden söylemek üzere ağzını
açınca, unuttuğunu fark etmiş.
Bu yüzden yeniden ormandaki güneşli açık alana geri dönmüş.
Ama o gelene kadar çekirge deri değiştirmiş, boş derisini
aynı kütüğün üzerine bırakmış ve ağacın dalına uçmuş.
Çakal şarkıyı sürekli olarak içinde tutmak istediğinden
vakit kaybetmemiş; çekirgenin hâlâ içinde olduğunu sanarak
bir hamlede deriyi yutmuş.
Eve dönerken yine şarkıyı bilmediğini fark etmiş. Mideye
indirdiği çekirgeden bu şekilde öğrenemeyeceğini anlayınca
çekirgeyi dışarı çıkartıp öğretmeye zorlaması gerektiğini
düşünmüş. Onu dışarı çıkartmak için bıçağını
alarak karnını kesmiş. Ama o kadar derin kesmiş ki ölüvermiş.
Bugünkü yazımızda bir de öykü var sanat çevresinden.....
Anadolu turnesindeyiz. Eskişehir’de oynuyoruz. Oyunda
zengin bir adam rolündeyim. Yüzme havuzlu bir köşkte
oturuyorum, hizmetçim, uşağım var.
Bir gece oynayacağız. Ertesi sabah da Kütahya’ya geçeceğiz.
Oyundan sonra salonda yer gösterenlerden biri yanıma yaklaştı
“Ağabey “ dedi,”senden bir ricam var.”
“Buyur “ dedim.
“Bana bir kıyak yapacaksın,” dedi delikanlı “Gönül
verdiğim bir kız var. Bugün ailesiyle sizi seyretti. Yarın
çiçeğimizi şekerimizi yaptıralım, evlerine gidelim, şu kızı
bana bir iste. Babası aksi bir herif Ama senin gibi bir zengini
görünce, sırtımı sağlam yere dayadığımı sanır, kızı
şıp diye verir. Hatta bir zahmet, hizmetçinle uşağını da
al, daha tesirli olur.”
“İsterdim ama yarın Kütahya’ya gideceğiz,” dedim.”
Gece orada oyunumuz var.”
“Amma yaptın ağabey,” dedi delikanlı.
“Yükünü tutmuşsun tutacağın kadar. Bir gece de oynamasan
ne çıkar sanki?”
Kalın
sağlıcakla...
İstanbul
- 22.11.2000
http://afyuksel.com
|