ozmologlar
herşeyin 15 milyar yıl öncesinde büyük bir patlama ile başladığı
ve buğünkü halini aldığı konusunda
hemfikirler.
Onların en çok merak ettikleri 'Büyük patlamadan daha önce ne vardı?' sorusunu bir kenara bırakıp
patlama sonrasına/günümüze dönelim.
Sadece hatırlanması gereken ancak göz ardı edilen bir husus
var.
O da şudur.
Kozmik takvime göre dünya üzerinde sadece 8.7 saniye gibi
inanılmaz bir süreyle kalmaya mahkum olan insanın boş şeyler
için üzüldüğü, bazı güzellikleri nasıl kaçırdığı,
tadamadığı, kendine bir şeyler kazandırmayan
işler için saliseler düzeyindeki zaman dilimleri arasında
nasıl uğraş verdiğidir.
Arzuların beklentilerin nereden nereye geldiğini gösterir yaşanmış
olayları, insanı güldüren aynı zamanda düşündüren fıkraları
ve daha önce yazdığım
bir fıkra’yı anlatarak bu haftaki sohbeti noktalamak
istiyorum.
Ünlü
fizikçi Einstein bir konferanstan diğerine koşup duruyor ve
her gittiği yerde aynı şeyleri tekrar edip duruyormuş.
Nihayet şöförü dayanamamış,
"Beyefendi" demiş, “artık söylediklerinizi
ezberledim. Bu konuşmaları sizin yerinize ben de
yapabilirim.” Fikir Einstein’in hoşuna gitmiş,
“Tamam buğünkü konuşmayı sen yap.”
Kılık değiştirmişler, Einstein şöför olmuş, şöförde
Einstein. Konuşma son derece başarılı geçmiş. Fakat
salondaki izleyicilerden biri zor bir soru sorunca Einstein rolündeki
şöför “Bu ne kadar da kolay bir soru” demiş, “benim şöförüm
bile yanıtlar bunu.” Ve salonun gerisinde oturmakta olan gerçek
Einstein’a dönerek,
“Soruyu siz yanıtlayın lütfen!”
Hayattan
umudu kesmemek lazım. Kaç kez işitmişsinizdir. 'Ölümcül
vaka' denen hastalıklarda bazen mucizevi iyileşmeler olur.
Umut, sadece fakirin değil, dar duruma düşen herkesin ekmeğidir.
Bir zamanlar Amerika'nın Vietnam'da nasıl savaştığını
anlatan belgesel bir televizyon dizisi izlemiştim. Bir askeri
doktor karşılaştığı bir olayı anlatıyordu:
"Helikopterle cepheden gelen yaralılardan biriydi. Çok ağır
bir durumdaydı. Hemen ameliyata aldık. Bütün gün sürdü
ameliyatı. Gözünün ve kulağının biri gitti, yüz derisi
önemli ölçüde tahrip olmuştu, kollarının ve bacaklarının
ikisi de alınmıştı, hastamız, bir böbreğine ve akciğerlerinden
birinin önemli kısmına veda etmek zorunda kaldı.
Feci bir manzaraydı. Askerden geriye ne kaldıysa şöyle bir
toparladık. Paket gibi bir şey oldu. Birkaç gün sonra
Amerika'ya gönderilmek üzere uçağa bindiriyorduk. Tek gözünü
büyük bir zorlukla açtı, "Doktor," dedi, "şükretmek
lazım. Daha kötüsü de olabilirdi, değil mi?"
Şükretmesini bilmek aslında hiç de fena bir şey değil.
En zor durumda bile insanın içine bir huzur ve güven duygusu
veriyor.
Avcılar
dağda dolaşırken arkadaşlarından birisi kazayla ölür.
"Aman üstümüze kalmasın," diyerek arkadaşlarının
cesedini nehre atarlar. Ceset suda yüzerek dinamitle balık
avlayanların bulunduğu bir yere gelir. Balık avcıları,
"Bu adamı biz öldürmüş olmalıyız," diye korku içinde
cesedi alır, sorumluluktan kurtulmak için o yakınlardaki bir
askeri kampın dikenli dellerine yaslarlar. Askerler,
"Parola!" bağrışmalarına yanıt vermeyen bu şüpheli
şahsı kurşun yağmuruna tutarlar ve ceset pek çok yerinden
yaralanır. Durum anlaşılınca hemen hastaneye kaldırılır.
... Ve uzun bir ameliyattan sonra doktor elini yıkayarak
ameliyathaneden çıkar:
"Yaşama umudu var!"
“Amerikalı
işadamı, küçük bir Meksika kasabasındaki balıkçıyla
konuşmaktadır.
‘Balıkların çok güzel. Bunları tutmak için ne kadar
zaman harcıyorsun?’
‘İki saat.’
‘Geri kalan zamanında ne yapıyorsun?’
‘Karımla konuşuyorum, torunlarımla oynuyorum, arkadaşlarımla
tekila içiyorum, uyuyorum, kağıt oynuyorum.’
‘Bak, ben işletmeciyim. Sana akıl vereyim. Bu işi büyütmelisin.
Günde on sekiz saat çalış. Birkaç kayık daha al. İhracata
başla. Sonra bir konserve fabrikası kur. New York’a taşın,
şirketini daha da genişlet, yeni elemanlar al, çok para
kazan.’
‘Bütün bunlar ne kadar zaman alır?’
‘Otuz yıl kadar.’
‘Sonra ne yapacağım?’
‘Emekli olacaksın.’
‘O zaman ne olacak?’
‘Meksika’da bir sahil kasabasına taşınacaksın. Keyif için
günde birkaç saat balık tutacaksın. Karınla konuşacak,
torunlarını sevecek zamanın olacak. Tekila içip, arkadaşlarınla
oyun oynayacaksın.
Daha ne istiyorsun?’
Kısasa kısas
geçerli. Kadı buyurmuş:
"Götürün, ırza geçenin ırzına geçin, cinayet işleyeni
de öldürün."
Zaptiyeler iki suçluyu birbirine bağlamış götürürken, ırzına
geçilecek olanı bir telaş almış. Ya suçlular birbirine karıştırılırsa!
Ve yol boyunca zaptiyeleri dürtükleyip durmuş:
"Sakın unutmayın haa, benim ırzıma geçeceksiniz. Karıştırmayın!"
yaşam bu bazı şeyleri karıştırmamak gerekiyor.
Çok
zengin bir adam ölüm döşeğindeymiş. Üç yakın arkadaşını
çağırmış.
"Bakın ben ölüyorum. Üç yüz bin dolarım var. Bu
parayı öteki tarafa götürmek isterim ama insanlara güvenemiyorum.
Size yüzer bin dolar vereyim, kefenimin cebine koyun"
demiş.
Kabul etmiş arkadaşlar.
Adam öldükten sonra kefene diktirdikleri cebe paraları koymuşlar.
Bir süre sonra işadamı olan birinci arkadaş vicdan azabına
dayanamamış,
"Borçlarım vardı, kefenin cebine seksen bin dolar
koyabildim,"
diye itirafta bulunmuş.
Papaz olan ikincisi, "Ben de kiliseyi tamir ettirecektim,
para gerekti, sadece elli bir dolar koyabildim," demiş.
Avukat olan üçüncü arkadaş küçümser bir edayla diğerlerini
süzmüş,
"İçinizde tek dürüst ben çıktım galiba," demiş,
"kefenin cebine tam yüz bin dolarlık bir çek
koydum!"
Hoşçakalın..
İstanbul
- 16.6.2000
http://afyuksel.com
|