Kayıt için burayı tıklayın




iz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki Allah'ın, kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını an(arak hayvanı boğazla)sınlar" (Hac: 88 (22)/34),

Biz her ümmete, uydukları bir ibadet yolu (şerîat) yaptık. Onun için (din) iş(in)de seninle asla çekişmesinler" (Hac: 88 (22)/67),

Sizin her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (Maide: 110 (5)/48),

Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. 0 halde hayır işlerine koşun!" (Bakara: 92 (2)/148).

Kur'an'a göre Allah, her millete bir ibadet yolu, bir şerîat belirlemiştir. Hac:88 (22)/40'ncı ayette de manastırların, kiliselerin, havraların ve mescidlerin, Allah'ın anıldığı ma'bedler olduğu ve bunların Allah tarafından korunduğu belirtilerek insanlara dinlerin özde birliği mesajı verilmektedir. Allah'tan gelen dinlere mensup olanlann, birbirleriyle ayrılığa düşmelerine, tartışmalarına, birbirlerini dışlamalarına, cenneti yalnız kendilerine özgü sanmalarına sebep yoktur.

İşte: Biz her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki Allah'ın, kendilerine rızık olarak verdigi hayvanların üzerine O'nun adını an(arak hayvanı boğazla)sınlar" (Hac: 88 (22)/34),

Biz her ümmete, uydukları bir ibadet yolu (şerîat) yaptık. Onun için (din) iş(in)de seninle asla çekişmesinler'" (Hac: 88 (22)/67

Sizin her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (Maide: 110 (5)/48),

Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. 0 halde hayır islerine koşun!" (Bakara: 92 (2)/148) ayetlerinde de her milletin bir dini, bir şerîat düzeni, bir kurban ibadeti ve kıblesi olduğu ve bunların Allah tarafından vaz'edildiği vurgulanmıştır.

Biz, her ümmet için bir kurban ibadeti koyduk ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Tanrınız bir tek Tanrıdır, yalnız O'na teslim olun.  (Ey Muhammed) o alçakgönüllü, saygılı, samimi insanları müjdele" (Hac: 88 (22)/34).

Hac: 88 (22)/34. ayette Allah'ın, her millete bir kurban ibadeti, veya kurban kesilecek bayram verdiği, bu ibadet veya bayramda kurban keserken hayvanın üzerine Allah'ın adını anmalarını emrettiği bildiriliyor. Her dinde aynı ibadet emredildiğine göre demek ki bu ibadeti emreden Tanrı bir tek Tanrıdır. Onun için ayetin devamında bütün insanlann Tanrısının bir tek Tanrı olduğu ve O'na teslîm olunması, saygı ile kulluk edilmesi vurgulanıyor ve Allah'a saygılı, alçakgönüllü mü'minlerin müjdelenmesi emrediliyor.

Bu ayette de ilahî dinlerin birliğine işaret edilmektedir. Şöyle ki: Allah, her millete kurban ibadetini koymuştur, ibadet şekillerini belirlemiştir. Başka millellere yaptığı gibi Araplar'a da böyle yapmış, onlara da gönderdiği elçi aracılığı ile ibadet yöntemlerini, din esaslarını, Allah'a kulluk yollarını göstermiştir. Her millete gönderilen elçi, Allah elçisidir. Her ilahî din, Allah tarafından belirlenmiştir. Öyle ise aynı Tanrıya kul olan insanların birbirlerine düşman değil, dost olmaları gerekir. Öteki milletlerin nasıl bir ibadeti, kurbanı varsa, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile gönderilen bu dinde de ibadet ve kurban vardır. Binaenaleyh bu yeni dini ötekilere aykırı görmek veya bu dinle öteki dinlerin hükümlerinin neshedildiğini sanmak hatadır. Onlar, gönderildikleri milletlere özgüdür. Kur'an, kendisini onları neshedici değil, doğrulayıcı olarak nitelendinnektedir. Kur'an'da öteki ilahî dinlerin neshedildiğine dair hiçbir delil yoktur. Tam tersine Kur'an, Kitap ehline: "îçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat'ın ve İncil'in uygulanmasını emrelmektedir". (Maide: 110 (5)/46).

Demek ki Kur'an, o kitapları neshetmemiş, onları doğrulayıcı olarak gelmiştir. Zaten Kur'an'ın içerdiği kıssalar ve hükümler de genelde Tevrat'ın kıssa ve hükümlerine uymaktadır. Ancak ibranî dilinde indirilmiş olan o Kitabı Araplar okuyamazlardı. Araplar'ın ellerinde de, kendi dillerinde okuyacakları bir kitaba ihtiyaç vardı. Ayrıca o eski kitapların üzerinden zaman geçmekle mesajın üzeri küllenmiş, o mesaja insan eliyle yapılan katmalarla o mesaj tazeliğinden çok şey kaybetmişti. Hem Araplar'a anlayacakları ilahî bir Kitap sunmak, hem de zamanla bayatlamış olan o Eski Mesaja canlılığını kazandırmak ve insan eliyle yapılmış zorlaştırmaları kaldırmak üzere Kur'an Hz. Muhammed'e indirilmiştir.

Fakat tüm ilahi mesajların ruhu birdir. Bunlar temelde birbirine ters değil, destektir. Eski Kitaplarda nasıl ibadetler, kurban emredilmişse bu yeni Mesajda da aynı şeyler emredilmiştir. Çünkü bu mesajlan gönderen Tanrı birdir. Bütün dinler insanları O'na kulluğa çağırmaktadır. İnsanlar arasındaki ayrılıklar, kavgalar, Allah adına birbirlerini boğazlamalar, dinin özünde olan şeyler değil;

insanların dini saptırmalarıyla kalblere çöreklenen egoizm, ırkçılık ve tekelciliğin sonucudur. Dinin özünde birleşenler, hangi ilahî dinde olsalar birbirlerini sever, Allah sevgisinde birleşirler.

Kitap ehli bilginleri, kendi kitaplarını doğrulayan ve onun içeriğine uygun olarak indirilen Kur'an'ın, Allah tarafından vahyedildiğine inanırlar. İşte hem kendi kitaplarına, hem de onu doğrulayıcı olarak inen Kur'an'a inanan o kimselere, iki kez ödül verilir: Birincisi, Kitaplarının hükümlerini uygulamalarından, ikincisi de Kur'an'ın Hak sözü olduğunu kabul etmelerinden ötürüdür. Onlar, dinin ruhuna bağlı kalan, kö-tülüğü iyilikle savan, temiz yürekli, cömert insanlardır (Kasas: 49 (28)/53-54).

İman, kuru sözden ibaret değildir. Tevrat ve încil'e inanan Kitap ehli de aynen Kur'an'a inanan mü'minler gibi, imanlarının gereğini yapmaya sabreder, kötülüğü iyilikle savar ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan hayrederler. Boş sözden yüz çevirirler. Boş sözlere dalanlara rastladıklarında: "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size aittir (herkes kendi yaptığından sorumludur), size selam olsun. Biz cahiller (düşüncesiz, kaprislerine göre hareket eden kimselerle sohbet etmey); istemeyiz" derler (Kasas: 49 (28)/55).

İşte temel içerikleri ve misyonları aynı olan iki îlahî Kitap da inanırlarına bu ahlakı aşılar. Bu kitaplara gerçekten inanmış olanların ahlakî sıfatları böyledir. Bu sıfatları taşımayanlar, imanın gerçeğine ermiş değillerdir. Kitap ehli dindarlarına ait bu vasıfları, Ra'd: 87 (13)/19-22'nci, Furkan: 42 (25)/63-75'nci ayetlerde mü'minler hakkında belirtilen vasıflarla karşılaştırırsak, her iki kitaba inananların da hemen aynı vasıfları taşıdıklarını görür ve böylece bu iki kitabın misyonunun aynı, ilahî dinlerin hedef ve amaçlarının bir olduğunu anlarız. Nitekim Fetih Süresinin son ayetinde, Hz. Muhammed'in sahabîlerinin vasıfları anlatıldıktan sonra Tevrat ve încil'de de bunların benzerlerinin böyle anlatıldığı; yani inanmış insanların hep bu vasıfları taşıdıkları vurgulan-makladır.

Dinî Hükümlerin Niteliği:
Burada bir parça da dinî hükümlerin çeşitleri ve mahiyetleri üzerinde durmak istiyorum. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey inananlar, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur'an indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır. Halbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah bağışlayandır, halîmdir. Sizden önce gelen bir toplum da onları sormuştu da sonra onları tanımaz olmuşlardı" (Maide: 110/101-102).

Bu ayetler, Kur'an vahyedilirken gereksiz yere soru sorulmasını yasaklamaktadır. Çünkü Kur'an'ın, hakkında bir açıklamada bulunmadığı şey mübahtır. Hakkında bir hüküm indirilmeyen şeyler serbest bırakılmıştır. Onları yapmakta bir sakınca yoktur. Kur'an'ın amacı, insanları ayrıntılarla uğraştırmak değildir.

Kur'an, ana hatlarıyla bir yaşam tarzı çizer. Kur'an'ın çizdiği genel esaslara aykırı olmamak şartıyla ayrıntılar, insanların yararlarına uygun biçimde serbest bırakılmıştır. Kılı kırk yararcasına ayrıntılarla uğraşmak, dinin amacından
uzaklaşmaya neden olur. Tefsirlerde ve fıkıh kitaplarında Allah Elçisinin kasdetmediği, hatta hatırına bile getirmediği yorumlar ve hükümler vardır. Oysa Allah'ın Elçisi: "Benim sizi serbest bıraktıgım şeylerde siz de beni serbest bırakınız!" fermanıyla, îslam ümmetine ayrıntılarla uğraşmamalarını öğütlemiştir.

Selman-i Farisî'nin anlattığına göre Allah'ın Elçisi, kendisine birtakım şeyler sormuş olanlara, şöyle cevap vermiştir:

"Helal, Allah'ın Kitabında helal kıldıgı şeyler; haram da Allah'ın Kitabında haram kıldığı şeylerdir. Allah'ın, Kitabında bildirmediği şeyler affettiklerindendir. Kendinizi zorlamayınız", "Müslümanların içinde, suçu en büyük olan, bir helalin haram kılınmasına sebep olandır.”

Böylece Allah Elçisinin telkini de Kur'an prensibiyle birleşmektedir. Allah'ın Kitabında haram kılmadığı şeyleri, birtakım akıl yürütmelerle haram kılmak, dini güçleştirmekten başka bir şey değildir. Din kolaylıktır. Birkaç ayette: "Allah size dinde bir güçlük koymak istemiyor" buyurulduğu gibi, Bakara Süresinin son ayeti olan 286. ayette de: "Ya Rabbi, bizden öncekilere yükledigin ağır yükleri bize yükleme!" diye dua edilip Allah'tan, dinde kolaylık istenmesi öğütlenmektedir. Dinin son şekli İslâm, insanları dünya nimetlerinden yoksun bırakmak için değil, daha iyi şartlar içinde, güzel ahlak ile bezeyip mutlu kılmak için gönderilmiştir. Kur'an'ın genel prensipleri her devre uyar. Ayrıntı ise çağın gereklerine göre saptanır. Ayrıntıya ait hükümler zaman ve şartların değişmesiyle değişebilir. Çünkü zaten bunlar Allah'ın kesin hükmü değil, insanların akıl yürütmeleri (ictihadları) sonucu konulmuş hükümlerdir. insan düşüncesinin ürün olan şeyler elbette zamanla değişecektir. Ama vahy ile verilen Kur'an'ın genel esasları sabittir, her zaman geçerliliğini korur.

M. Reşîd Rıza, Maide: 101. ayetin tefsîrinde, îbn Kayyim el-Cevziyye'nin, dinî hükümlerin istinbatı, kıyas ve ictihad konularındaki görüşlerini uzun uzadıya aktardıktan sonra, dinî hükümleri derecelere ayırmaktadır. Yararından dolayı onun bu derecelendirmesini özetleyeceğim:

Dinî mes'eleler, yalnız Kur'an'ın nasslarından ve Peygamber'in (s.a.v.) kendisine nisbetinde kuşku bulunmayan sağlam, sözlü ve amelî sünnetinden alınır. Sahabîlerin üzerinde icma ettikleri bir konuda onlara muhalefet edilemez. Onların fikir ayrılığına düştükleri konularda da kuvvetli görüşler, zayıflara tercih edilir, şaz olan söz ve görüşlere önem verilmez. Allah dini tamamladığı için hiçbir suretle yeni ibadetler ortaya çıkarılamaz. Dine ekleme yapanın davranışı, Kur'an'ın açıklamasına ve Peygamber'in sünnetine dil uzatma anlamını taşır. Sanki onlar dini eksik bırakmışlar da bu kimse o eksikliği tamamlıyor demek olur. Sırf dinî konularda durum böyledir.

Dünyaya ilişkin helal, haram, siyaset ve kaza hükümlerine gelince, deliller uyarınca bunlar şöyle çeşitlendirilebilir"

1. Birincisi açık nass ile sabit olan hükümdür. Tersine delil olmadıkça bunun uygulanması farzdır. Bunu uygulamayan, îslam toplumu tarafından cezalandırılır.

2. İkincisi, üzerinde nass olan, sahabenin çoğu tarafından kabul edilip bazıları tarafından kabul edilmeyen hükümlerdir. Bunun da birincisi gibi uygulanması gerekir.

3. Üçüncüsü, hakkında açık olmayan nass, yahut ne zayıf, ne de sahih olmayan, hasen hadis bulunan hükümdür. Sahabîler ve selef bilginleri, bu konuda fikir ayrılığına düşmüşler, kimi rivayet edilen delîli yeterli görüp hükmü uygulamış, kimi de onu delîl saymamıştır. Bu gibi sorunlarda her müctehid, kendi görüşüne göre hareket eder. Ama kendi görüşünü kabul etmeyeni de ma'zur görür, onu eleştirmez. Nitekim selef, taharet, necaset konularında ihtilaf etmişler, fakat birbirlerini kınamamış, muhalifleriyle  birlikte imam ve me'mum olarak (birbirleri arkasında) namaz kılmışlardır.

Reşîd Rıza, Maide Suresinin 48-50. ayetlerinin tefsiri münâsebetiyle de bu konuda şunları söylüyor
"Allah tarafından indirilen hükümlerin kimi dinin özüne, kimi dünyaya ilişkindir. Birinciler: ibadet ve ibadet niteliğinde olan evlenme ve boşanma gibi hükümlerdir. ikinciler: Cezalar, hadler ve diğer medenî yasalardır. Birinci tür hükümlere aykırı davranmak asla caiz değildir. ikinci tür indirilmiş hükümler azdır. Bu konulara ait hükümlerin çoğu ictihada bırakılmıştır. Bu konudaki ilahî hükümlerin en önemlisi had cizatındır. Öteki cezalar, hakimin icuhadına bırakılmıştır. Riba da medenî hukukla ilgili bir mes'eledir.

"Hadislerde, düşman topraklarında hadlerin de uygulanması yasaklanmamıştır. Bazı imamlar da dar-i harbde ribaya cevaz vermişlerdir. Hatta Ebü Hanîfe'ye göre bütün bozuk akidler dar-ı harbde caizdir. Buna delil de Mekke'de Hz. Ebu Bekir'in, Übeyy b. Halefile mal karşılığında bahse girmesi veya Hz. Peygamber 'in buna müsaade etmiş olmasıdır.

"Dar-i harbde hadlerin uygulanmayacağı, Hz. Ömer'den. Ebü'd-Derda'dan, Huzeyfe'den ve başkalarından rivayet edilmiş, Ebü Hanîfe de böyle demiştir. Ebü'l-Kasım el-Hiraki. Muhtasarında:

'Düşman toprağında müslümana had uygulanmaz' demiştir. Büsr b. Ebî Ertat bir kalkan çalan savaşçıya: 'Eğer Peygamber'in (s.a.v.): 'Savaşta el kesilmez' dediğini duymasaydım. Senin elinikeserdim!' demiştir.

Bu rivayetin garîb olduğunu kaydeden Tirmizî, bunu destekleyen başka senedlerin de bulunduğunu, Evza'î gibi bazı ilim adamlarının da bu görüşte olduğunu, zira savaşta kendisine had vurulan kimsenin, kaçıp düşmana katılabileceğini, bunun da İslâm ordusuna zarar vereceğini, bundan dolayı imamın (komutanın), düşman toprağından çıkıncaya dek bekleyeceğini, İslam toprağına döndükten sonra had vurulması gereken kimseye had vuracağını söylüyor. Ebû Davûd Muhammed el-Makdisî de, savaşta el kesilmeyeceği üzerinde sahabenin icma'ı bulunduğunu söylemiştir. Hz. Ömer, halka, ordu ve tabur komutanlarına: Savaş esnasında müslümanlara had vurmamalarını, zira böyle bir durumun, had vurulan gaziyi kızdırıp kâfir saflarına katabileceğini yazmıştır. Sa'd b. Ebî Vakkas da, Kadisiyye Savaşında içki içen Ebû Mihcen'e sarhoşluk haddi vurmamıştır.

Bu olaylar gösterir ki Allah'ın indirdiği kaza'î hükümler cidden azdır. Düşman toprağında Allah'ın Kitabında açıkladığı cezalar dahi uygulanmayınca, demek ki ceza hükümlerinin hepsi, hakimin ictihadına bırakılmış olan ta'zîr cezasına dönüşür.

Maide: 110/3'de dinin tamamlandığı bildirilmektedir: "Allah, Nûh'a, İbrahim' e, Musa'ya ve İsa'ya tavsive ettiği hükümleri, Muhammed'e (s.a.v.) de din yasası olarak vahyetmiş", sonra ona: "Sonra seni de buyruğumuzdan bir düzene koyduk, ona uy!" buyurmuştur. Peygamber'den sonra hiç kimsenin bir din koymaya veya dinin vahyedilmiş açık hükümlerini değiştirmeğe hakkı yoktur. " Yoksa onların, kendilerine Allah'ın izin vermediği din yasaları koyan ortakları (tanrıları) mı var?" buyurulmuştur.

Bu ayetten, liderlerinin koydukları hükümleri ve gelenekleri din kuralı haline getirenlerin, liderlerini tannlaştırmış oldukları anlaşılmaktadır. Demek ki Allah'tan başka hüküm koyanların hükümlerini Tanrı hükmü gibi değişmez sanmak, o hükmü koyanları, Allah'tan ayrı tanrı yapmak olur. Allah'tan başka hiç kimsenin hükmü, Tanrı hükmü değildir. Değişmez olan yasa, sadece Tanrı'nın açık buyruğudur. İnsan düşüncesinin ürünü olan hükümlerin değişkenliği ve şartların değişmesiyle değişmesi gayet doğaldır.

Bazı sahabiler, Hz. Peygamber'in, dünyaya ilişkin bazı yasaklarını hüküm sanarak bunlardan kaçınmışlar, sonunda Peygamber bu tür emirlerinin bağlayıcı olmadığını bildirmiştir. Mesela Hz. Peygamber Medine'ye geldiklerinde halkın hurmaları aşıladıklarını görünce bundan hoşlanmamış, kendisinin bu sözünü duyanlar, hurmalarını aşılamamışlar, sonuçta verim düşmüş. Bu durumu kendisine arz ettikleri zaman Allah'ın Elçisi: "Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz. Ama din işleriniz bana aittir" bııyurmuştur. Hadisin başka bir rivayetinde Peygamber (s.a.v.): "Bu bir zandır (tahmindir). Yararı varsa yapınız. Ben de sizin gibi bir insanım. Zan yanılabilir de, dogru da çıkabilir. Ben size: 'Allah böyle buyurdu' demedim ki. Ben asla Allah'a karşı yalan söylemem" demiştir.

Bundan dolayıdır ki sahabîler, bazı zamanlarda Peygamber'in bir konu hakkındaki görüşünü öğrenince, bunun Allah'ın vahyi mi, yoksa kendi görüşü mü olduğunu sorarlar; kendi görüşü olduğunu söylerse, onun uygun olup olmadığı hususunda düşüncelerini belirtirlerdi. Sahabîleri onun, bazı görüşlerinin, uyulması gerekli ilahî hüküm olup olmadığında tereddüd ettiklerine göre onlardan sonra gelen nesiller de elbette bazı mes'elelerdeki hadislerin hüküm niteliği hakkında tereddüd hakkına sahiptirler. Peygamber'in kendi düşüncesiyle söylediği sözler bu nitelikte olursa, başka insanların sözleri elbette bağlayıcı Tanrısal emirler olamaz. Şayet insanlar Peygamber'den sonra bilginlerin düşünce ve ictihadlarına, uyulması gerekli din hükümleri gözüyle bakmasalardı din kolaylığını korurdu. Fakat alimlerin düşünce ve ictihadları, din hükümleri haline getirilince teklifler çoğaldı, din

zorlaştı; insanlar ona uymakta güçlük çekmeğe başladılar. Bunları uygulamayı zor bulunca da terk ettiler. Bu ictihadları terk ederken, uygulanması kolay, kesin din emirlerini de terk etmeğe vardılar. Daha sonra da durum, büsbütün dini terk etme kertesine vardı. Alimlerin düşüncelerini din hükmü haline getiren taklidciler, bu sonuca kendilerinin sebep olduğunu anlamadılar...

İmam Taberî de talî sorunlarda emrin gereklik, nehyin de yasak bildirmediğini;

çünkü bu tür sorunların bölgelere göre değişen adet ve geleneklere bağlı şeyler olduğunu, bunlarda haramın yeri bulunmadığını, kolay olan îslam şerîatinin, zararlı olmayan bir şeyi haram kılmadığını söylemektedir.

Prof.Dr. Süleyman Ateş
İstanbul - 08.6.2000
http://afyuksel.com

 


Üst Ana sayfa e-mail