ahalli
basından, ulusal basına geçişim, hatırladığım kadarı
ile 1996 yılının başlarında oldu.
Ve İlk
yazım, Mart 1996'da aylık Yeni
Dünya Dergisi’nde yayımlandı.
Bu
dergiyi sırasıyla, Popüler Bilim Dergisi, Akşam Gazetesi,
Yedi İklim ve Türk Edebiyatı dergileri
takip etti.
Tabi,
bunlara Sufizm ve İnsan
adlı internet sitesini eklemeyi de unutmamak gerekir.
Önceleri
ayda bir yazı yazarken, daha sonra bu sayı ikiye, sonra da
üçe, dörde, beşe çıktı. Şimdi ise neredeyse her güne döndü.
İlke
olarak kişiler hakkında yazmamaya özen gösterdim. Konulara
farklı yönlerinden bakmaya çalıştım. Yazılarda kesinlikler
hiçbir zaman olmadı. Aynı konu üzerinde zıt fikirlerin
olabileceği gerçeğini de aklımdan hiç çıkarmadım. Saygıyı
asla elden bırakmadığımı, haddimi bildiğimi yinelemeliyim.
Yazılarımın
umumiyetle beğenildiğini ve insanlara bazı şeyler verebildiğini
söylüyorlar. E-Posta ile gelen iletilerde sitemin çok güzel
olduğu ve son derece faydalı bilgileri kapsadığı
belirtiliyor.
Ancak
bendeniz, okurlarla aynı
düşünceyi paylaşmadığımı
gerek metin yazılarında
gerekse sorunlarla ilgili yazılarımda bu farkı gördüğümü
itiraf etmeliyim.
Ara
ara eleştiriler de olmuyor değil tabi. En sıkı eleştirmenlerin
başında eşim gelir. Yazılarımda hep yetersizliğin bulunduğunu
ve okuduğunda pek bir şey anlayamadığını söyler durur.
Bu
yüzden, bazen bir yazı bütünlüğünü koruyabilmek için
epey uğraş verdiğimi biliyorum.
Konuları
seçerken ikilem hep oldu. Nedenlerini şöyle sıralayabilirim:
Bir
yandan, geçmişi olan, tasavvuf eğitimi almış
ve bu konuda
kendini gerçekten çok iyi yetiştirmiş okuyuculara
seslenmek, öte yandan da, günümüz popüler bilimine
ilgi duyan ve araştırmacı yönleri bulunan, bir konunun
nedenini, niçinini mutlaka soran, ezbercilikten sıyrılmış,
meraklı okuyuculara hitap edebilmek, aynı zamanda sıkıcı
gelebilecek bazı açıklamalardan kaçınıp derinleşebilmek...
Bu
noktada iki ayrı ucun, yani, tasavvuf felsefesi ile popüler bilimin birbirlerinden pek haz
etmeseler de giderek daha fazla kader ortağı haline geldiğini
gözlemledim.
Anlaşılır
ve özlü yazmak herhalde dünyadaki en zor işler arasında yer
almaktadır diye düşünüyorum.
Bilmem
sizce yanılıyor muyum?
Ama
ne olursa olsun, yazmak benim için tarifi olmayan bir haz...
“Mesleğin olmadığı halde bir
dergi veya gazeteye yazı yazarak insanları mutlu etmenin sana getirisi nedir?” diye
soranlara, tek yanıtım
şudur:
Sadece
hizmet anlayışı !..
Bu
hayatıma müthiş bir özgürlük ve keyif duygusu veriyor.
İlgi
alanım içinde olan bir başka şey daha var:
İstanbul!..
Doğma
büyüme İstanbulluyum. Bu şehre hayranım dersem doğruyu söylemiş
olurum.
İstanbul,
en yüce Resul’ün bile iltifat dolu sözlerine mazhar olmuş
bir şehir.
Şimdi
düşünüyorum da, galiba üzerinde yaşadığımız kentin özelliklerini,
değerlerini, yılların alışkanlığı ile sıradan sayıyoruz.
Aslında toplumsal belleğimizde
medeniyet adına ne varsa bunu bizlere İstanbul vermiştir.
Anadolu’ da üç ev,
bir cadde “şehir” olarak tanımlanırken, İstanbul’a bu
niteliği yakıştıramazsınız. Onun tepeleri bile başlı başına
büyük kentler hüviyetindedir.
Bu şehir, nostalji ile ileriye dönük hayallerin bütünlüğünü yaşatır.
İnsan
hayatı bitmek bilmez bir ihtiyaç halindedir. İhtiyaç ise boşluktan
kaynaklanır. İstanbul farkında olmadan bu boşluğu doldurur.
Çocukluğum,
Beylerbeyi ile Cerrahpaşa arasında mekik dokuyarak, evlilikten
sonra ise çoğunlukla Bahçelievler-Sultanahmet-Ayasofya
ve Cağaloğlu arasında geçti...
Bu yerlerde, her gün belirli arkadaş grupları ile sohbet ederdik.
Sormak istediğim bir şey var:
İstanbul’u hiç yüksekçe bir yerden izleme fırsatınız oldu mu? Sarayburnu’ndan
bakıp Boğazın iki yakasını da görebilmek,
aralarındaki fısıltıları yakalayabilmek şansını elde
ettiniz mi? Saraylarını gezebildiniz
mi?. Dolmabahçe’ de kan ter içinde bağıra çağıra bir maç
izlediniz mi ?
Veya hiç, İstanbul ve kendiniz olarak kalabildiniz mi?
Algıladığım
kadarıyla İstanbul bir akıntı gibidir. Onunla hemhal olan
narkoz yemiş gibi dolaşır durur. O, İnsanda tiryakilik yaratır.
Başını döndürür, ayaklarını yerden keser. Kendine çeker,
kolay kolay da bırakmaz.
İstanbul’u
tanımak gerekir. En zor, en asabi, en çaylak insanlar bile bu
şehrin ruhu ile toparlanır, kendine çeki-düzen verir.
Her
birimin kendine has duyguları vardır. Bu olgu yaratılış
prensibi olarak değerlendirilirken, Yaratıcı’nın, Mutlak
varlık plânında bazılarına
farklılık getirdiği
de kabul edilmelidir. Toplum içinde, diğerlerinden ayrıcalıklı olanlarını, gözle görülebilir şekilde hissetmeniz mümkündür.
Abartmak istemiyorum ama, söz konusu niteliklerin başında,
belki de en göze çarpanı:
“
İstanbul’lu olabilmek ”
gelmektedir.
Ben
“ İstanbul’luyum “ demek önceliktir, bir zorunluluktur.
Çünkü İstanbul bir örnektir. Ama “İmtiyazlılık
“ hali değildir. İstanbul insanında en azından “yan
gelip yatma” hedefi ve hayali yoktur. Yanlış anlaşılmaktan
bıkıp usandığınız zamanlarda sizi çok iyi anlayan bir
dost bulmak istiyorsanız İstanbul’a koşun. O size ayrı bir
değer verir. Sizi umutlandırır.
İstanbul’a
ne kadar dostluk gösterirseniz fazlasını alırsınız.
Kalbinizde ne kadar yer verirseniz, o size kalbinde o kadar yer
verir. Ondan ne kadar uzak kalmayı yeğlerseniz size
o kadar uzak durur.
Ona
bir oyun düşünecek olsanız bile size darılmaz,
sevgiyle bakar.
“Ne var ki, bu kent beni oldukça yordu. Yaşlandırdı. Tüm güzelliklerin yanı sıra kederlerin baskın olduğu rüzgârlar hiç eksik olmuyor İstanbul’da."
"Belki inanmadığım, belki sorunlarından bıktığım, tedirgin olduğum, belki beceriksizliğimden, belki de hiç bilemediğiniz sorunlardan ötürü ara ara buradan ayrılmak niyetindeyim! ..”
Sizleri
bir İstanbul aşığı olan Ümit
Yaşar’ın dizeleri ile baş başa bırakıyorum:
“ Böyledir akşamları İstanbul’un
Bir efkâr basar içimi çoğu zaman
Çaresizliğin aklına gelir
Hatıralar kayıp gider avuçlarından..."
Sevgiyle
kalın...
İstanbul
- 13.06.2001
http://sufizmveinsan.com
|