"Bir gün Atatürk dirilecektir !!!
Evet lâf ve hayâl, yâhut fikir ve remz âleminde değil, doğrudan
doğruya madde ve hakikât dünyasında Atatürk hayata dönecektir.…
Bir gün onu, kâfuriden yontulmuş asil ve parmaklarıyla kılıcın
kabzasıbı kavramış zarif ve ince edâsıyla bir masaya eğilmiş ve
gök gözleriyle dünya haritasını süzmeye başlamış olarak olarak
göreceğiz"
(Necip Fazıl, Büyük Doğu sayı 10)
Sevgili Dostlar,
Bu
reenkarnasyon mes'elesi üzerinde ta onaltı onyedi
yaşlarından beri tefekkür eder, araştırır, okur ve düşünürüm.
Rahmetli babam Prof. Dr. Recep Doksat da Prof. Dr. Ian
Stevenson'la beraber bir araştırma plânlamıştı. Ben de Prof.
Stevenson'la saatlerce sohbet etmiştim. Pek çok Sünnî âlimi
konuyu metempsychosis (tenâsüh) ile karıştırıp baştan
reddediyor. Alevîler ve bir kısım Şiâ inanıyor.
Prof. Yaşar Nuri Öztürk
ve onun hocası, ilham kaynaklarından Prof.
Süleyman Ateş, belli âyet ve hadislere atfen,
Kur'an ve İslâm'a göre reenkarnasyonun herkes için olmasa da
bâzı kişiler için işleyen bir mekanizma olduğunu, bunun haşir
inancına ters düşmeyeceğini yazıyorlar, söylüyorlar. Mes'eleyi
psikiyatrik açıdan tartıştığım bir makalemde (Türkiye
Günlüğü'nde yayınlanmıştı) "şu
din âlimleri kendi aralarında bir anlaşsalar da, biz sıradan
Müslümanlar da neye inanacağımızı bir bilebilsek"
diye yazmıştım.
Tabii ki dünya İslâm'dan ibâret değil. Özellikle Uzakdoğu'da
değişik dinlere mensup milyar küsur insan metempsikoza da,
reenkarnasyona da inanıyor. Batı'da da benzeri akımlar var.
Bu
iş, ilmî metodolojiyle (en azından şimdilik) aksi veya düzü
ispatlanamayacak bir konu olduğu için, belki de ilelebet bir
itikat mevzûu olarak kalmaya da devam edecek.
Gelelim Necip Fâzıl'a...
Babamın tâbiriyle, tam bir "fenomen
adamdı". Bu tür sıra dışı kişilere
anormâl değil
de, sürnormâl
demek daha doğru olacaktır. Ben de bâzı sohbetlerinde
bulunmuştum. Nev-i şahsına münhasır tefsirleri, yaklaşımları
olan, farklı ve değişik bir zattı. Zamanında düştüğü kumarbazlık
batağından Allah'ın verdiği iman gücüyle kurtulduğunu söylerdi.
Hareketleri, tavrı ve kıyafetiyle muazzam bir aristokrat olduğu
intibâını sürekli size verirdi ama evindeki maddî ve mânevî
asâyiş hemen hiç bir zaman berkemâl olmamıştı. Bâzen öyle
muazzam şeyler söyler, öyle şiirler okurdu ki, gözyaşlarımı
tutamazdım. Bâzen de öyle acâyip şeyler söyler veya yapardı ki,
"acaba bu o adam mı yoksa onun kimliğine bürünmüş bir meczup mu"
diye öyle kalakalırdım. Gençlik tabii, pedere "bu da ne yâhu"
dediğimde, gülümseyerek, "böyle fenomen adamlar böyle şeyler de
söylerler veya yaparlar, filtre etmeyi bileceksin oğlum" derdi
bana. Tıpkı Nâzım Hikmet
gibi. Sol entellijensiyamız bunu hep gizler ama başlarda hızlı
ve ateşli bir Türkçü ve Turancı'dır Nâzım, hâtta
Peyami Saf'a'nın
Dokuzuncu Hâriciye Koğuşu romanı ona ithaf edilmiştir. Sonradan
muazzam bir transformasyonla komünist olur. Bu iki büyük şâir
de, maâlesef, senelerce hapislerde yatmış, hele Nâzım bir de
vatan hasretiyle kavrulmuştur.
Bu gibi sürnormâl ve fenomen
adamları cezalandırmak değil, birer nâdide gül gibi ihtimamla,
toleransla sakınmak gerekir hâlbuki...
Doğrudur, belki de gene böyle bir cezbeye kapılma hâllerinden
birindeyken aşağıdaki satırları yazmıştır. Buna mukâbil,
Atatürk'ten hiç de hoşlanmadığını ifâde ettiği pek çok
konuşmasını, yorumunu da biliyorum; onu tanıyan herkes de bilir.
Burada tafsilâta girmiyorum çünkü amacım yıkmak değil, yapmak.
İyi de, Necip Fâzıl'ın reenkarnasyona inanıp inanmadığını,
Atatürk'ün tekrar tecessüm edeceğini gündeme getirmenin âlemi ve
anlamlılığı ne?
İmdi, neden bu satırları pek sevdiğim size yazdığımı arz edeyim:
Memleketin parsel parsel peşkeş çekildiği, millî sermayenin
gâyet plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldığı ve tamamen
Batı'nın kucağına itildiğimiz, üstelik de bunu sözüm ona İslâmcı
bir hükûmetin jet hızıyla ivmelendirdiği, her şey olmakla
övünülebilir ama Türk olmaktan bahsedildiğinde dövünülür bir
iklimin başta büyük medya ve entellektüeller tarafından
yaratıldığı, "Kürt'üm" dersen demokrat ama "Türk'üm" dersen
faşist âddedildiğin bir zihniyetin sürekli enjekte edildiği bir
zaman diliminde yaşamaktayız. ABD adım adım dünyayı işgâl
etmekte ve gittiği yere demokrasi filân değil kaos ihraç
etmekte, bunu da gâyet plânlı gerçekleştirmekte.
Memleketimizde okuma yazma oranı hâlâ muazzam düşüktür. Üstelik,
okuma yazma bilenlerden gazete, dergi veya kitap okuyanların
(yâni bu becerilerini uygulamaya kâlbedenlerin) oranı ise
neredeyse nâkıs vaziyettedir. Son derecede düzeysiz ve
safsatalarla, paparazzi programlarıyla "süslenmiş" TV
kanallarında ne seyrederse ancak ondan haberdar olanların ezici
çoğunlukta olduğu tefekkür tembeli bir toplum hâline geldik.
Sözüm ona entellektüel programlarda ise reyting uğruna insanlar
kavga ettiriliyor. Mr Salvation Automomus'u özler olduk.
Özellikle son 20 senede bilinçli bir şekilde tatbik edilen
misenformasyon, dezenformasyon, akültürasyon ve assimilasyon
politikalarıyla iyice bu duruma getirildik. Hazin ama maâlesef
bunu kimse inkâr edemez. Geçen gün STV'de
Beyaz'la yapılan
sohbette, bu şovmene içim daha da ısındı (her ne kadar o da
afyonlama amaçlı show
bussiness'in bir parçasıysa da, bir dereceye
kadar insanların bunlara da ihtiyacı var tabii ki). "Babam
bir polis memuruydu ve Ankara'da Yukarı Ayrancı'da oturuyorduk.
Orası, o zamanlar, entellektüel memur tabakasının yaşadığı,
herkesin herkese saygı ve sevgi duyduğu, kimsenin kimseye hava
atmadığı hoş bir semtti"
diyordu Beyazıt ve devam ediyordu
"babam bir memur maaşıyla alıp okuduğu kitaplarla bütün salonu
dolduran bir kütüphâne yaratmıştı, bunu bugün acaba kim yapıyor
bilmem".
Gözlerim doldu... Ne kadar
fakirleştirildiğimizi
ve yozlaştırıldığımızı
tekrar idrak ettim.
Belli bir politik, ideolojik veya çıkar amaçlı hizibin adamı
değilseniz, yazılarınıza veya yazdıklarınıza yer verilmemekte,
cevap dahi yollanmamaktadır. Sekter olmamanın cezası peşin ve
nettir: No Man's Land'de
yaşamaya mahkûm edilirsiniz. Somut örnek isterseniz,
tamamen kendi köşe yazarlarının söylediklerini tekrarladığınız
bir yazıyı
Cumhuriyet Gazetesi'ne
gönderin, yayınlamadıkları gibi, profesörmüşünüz veya
bilmemneymişiniz hiç aldırmaksızın sizi kaale bile almazlar (ben
iki kere denedim) veya
"senin bir manin mi var" diye dostâne ve demokratça (!) bir
mesaj alabilirsiniz.
Henüz doçentken 2.5 sene
Kent TV'de A
kümesine hitap eden TERAPİ programını sundum; Cumhuriyet
Gazetesi yazarlarının ekserisi orada da program yapmaktaydı. Bir
ikisi hâriç, hepsi de beni görünce sohbeti keser ve aralarına
girmemden hoşlanmayacaklarını belli ederlerdi, çünkü ben
Tanrı'ya inanıyordum. Vatana, millete, akademisyenlere söven
veya terbiyesizlikle süslü bir yazı yazarsanız
Radikal Gazetesi
derhâl yayınlar ama size "zort çekilen" bir yazıya bir bilim
adamı haysiyeti ve ciddiyetiyle cevap yazarsanız, umurlarına
bile takmazlar (başıma geldi). Çeşitli programlara konuk olarak
çağırıldığım "kâinatın bütün seslerine açık radyo"'nun sâhibi ve
gerek fikirlerini gerekse Türkçe'sini pek beğendiğim
Ömer Madra ile
şahsen tanışmamıza ve iki kere haber bırakmama rağmen beni
aramaz çünkü onun anladığı anlamda solcu değilim. Hakkında
benzer kanaâtlere sâhip olduğum, pek çok yazısına imzamı
atacağım ve dünya gözüyle bir tanışıp sohbet etmekten başka bir
istemediğim Attilâ İlhan
için de aynı şeyler geçerlidir, mesajlarıma ve aracılara "yanıt"
vermez, çünkü komünist değilim. "Sağ" cenahtakilerin köşe
başlarını tutanlar genellikle fakiri pek sevmezler çünkü
vizyonumdan ve toleransımdan, dinci olmamamdan ve ırkçılığa
karşı çıkmamdan hoşlaşmazlar; rahmetli babamdan "psikolog" diye
bahseden Taha Akyol'a
haber bırakır ve görüşmek isterim, aramaz bile (iki kere
denedim). Medyum Memiş'e
(!) köşe yazarlığı yaptıran bir gazete, benim yazılarımı uygun
bulmaz (başıma geldi). Bunlar hep olumsuz örnekler, olumlu
olanları yazmıyorum tabii; pek çok dostum da var basın ve medya
âleminden. Kendimden
örnekler vermemin sebebi, fikri ve irfânı hür ama vicdanlı
olmanın günümüz Türkiyesi'nde priminin ne kadar olduğunun en
yakından bildiğim numunesi olmasındandır.
Türkiye, aslında, İstiklâl Harbi öncesindekinden daha vahim
dayatmalar ve şartlar altındadır. Gaflet, dalâlet ve hıyanet el eledir ve her
tarafımızı kuşatmıştır. Bu âşikâr gerçeği söyleyene de belli
mihraklar ve kafalar hemen
ulusalcı paranoyak teşhisini koyup aşağılamakta, "vahiy mi geldi"
filân diye istihza etmektedirler.
Safsata ve zırvalık dolu birtakım yeni mistik akımların yanısıra,
gerçek İslâm'la alâkası olmayan ama müthiş güçlenen ve her an
her şeyi yapabilecek kadar gözü kara müridleriyle ciddi birer
tehlike ve tehdit oluşturan bâzı tarikatler ve onların yobaz
mürşidleri Anadolu'nun Doğusu'na gittikçe kendilerini açıkça
belli etmektedir; bunların arasında ırkçılıkla dinî yobazlığı
aynı kapta eriten örgütler sanıldığından daha çok ve faâller.
Bâzı üniversiteleri dahi ellerine geçirmişlerdir.
Her
gün yeni bir Mehdi veya Mesih (!) bir yerlerde türemekte, bâzı
uyanıklar bunları pazarlayarak sıcak paralar kazanırken, câhil
halkın kafası iyice karıştırılmaktadır. Maalesef bizim
fakülteden bir talebe nümerolojik muhabbetle Kur'an'ı deşifre
etmekte, onun bu hezeyanını reyting uğruna kullanan sorumsuz
medya yöneticileri kendisini her hafta bir kanala çıkarmakta, bu
arada 80 yaşındaki ilâhiyat profesörlerine fırçalar atılıp
zihinler iyice bulandırmaktadır. Başka bir mecnun da Atatürk'ün
uzaylı olduğunu yazan bir kitap yazmakta, bu konuda halkı sabaha
kadar hipnotize eden çok gerekli (!) TV programları
yapılmaktadır. Mevlânâ'nın enkarnesi Bülent Hanım'ın kurduğu
dinleri tamamlayıcı yeni uzay dinine bir sürü aklı başında
görünen insan mensup olmaktadır. Mooncular, Sai Babacılar,
Yehova Şâhitleri, meditasyon veya kişisel gelişim kursu nâmı
altında faâliyet gösteren yeni dinî hareketler ve kâzip gurular
ortada cirit akmaktadır.
Şimdi, bu ahvâl ve şerâitte, sarı saçlı, mavi şehlâ gözlü bir
alay muhayyel meczubun kendilerinin Atatürk'ün reankarnesi
olduğunu iddia ederek ortaya çıktıklarını bir an için düşünün!
En hakiki Atatürk'ün
(!) hangisi olduğunu anlayabilmek için Tarot falı baktırmak veya
medyumlara danışmak mı gerekir bilmem. DNA analizi
yapamayacağımıza göre...
Yapmayalım, olayları mistifiye etmeyelim. Ülkenin vatanı ve
milletiyle bölünmezliği ilkesinin alt üst olduğu, millî
haysiyetimizin çuvala sokulduğu, dezentegrasyonun eşiğine
geldiğimiz şu günlerde Allah aşkına bir de mistik Atatürk
paranoyasını kimselere enjekte etmeyelim.
En
büyük ve âcil ihtiyacımız vatan ve ulus sevgisiyle buluşup,
sağcımızla solcumuzla bütün canlar bir olup, mes'elelere
rasyonel çözümler üretmek, yaratmak. Öte âlemden Atatürk
beklemekle uğraşma lüksümüz yok gibi geliyor bana.
Sevgiyle, muhabbetle
Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul
- 31.07.2003
http://gulizk.com
|