İnsanoğlu;
tabiatına uygun olmayan bir
olayla karşılaştığında, o hadiseye tam konsantre olamıyorsa
( in full concentration)
ya da temelde iyi bir eğitime, görgüye sahip değilse,
nedenselliğine inmeye gerek görmeden, taşkın hareketlerde ve
oldukça kaba, saygısız sayılabilecek davranışlarda
bulunabilir...
Bazılarında bu davranış biçimi, iyice oturmuş hatta daha
da artmış ve karşılaştığı hemen hemen her meselede
tepkisini dile getirir bir hale gelmiştir.
Genetik formasyon bozukluğu diye tanımlayabileceğimiz bu olgu
tuhaf karşılanmakta, ne yazık ki etik değerlerle pek bağdaşmamaktadır..
Konuya
medeni bir yaklaşım yapmadan, sözlerini eyleme geçirip ortalığı
darmadağın eden, “dediğim
dedik, inatçı ve hırs küpü” bu türlerin,
duygu yoğunluğu yüzünden, toplumsal sınıflamadan
dışlanıp “ dengesiz insan “
kategorisinde yer almaları işten bile değildir.
Siz,
böylesi durumlar için bir yığın çaba göstererek “
hayır, öyle değil! ” deseniz ve abartılı şeyleri
zihninden silmeye çalışsanız bile nafiledir. Onlar duyu organları istikametinde çalışan bir beyne sahip olduklarından,
önerdiklerinizi asla kabul
etmezler...
Zira,
inanç denilen fonksiyonu kaybetmişlerdir!..
İnancın temeli, inancı oluşturan öğretiyi bütünüyle
kabul etmeye dayanıyor. Yani, sadece algılanan bölüm ile
ilgili değil bu söylemek istediklerim. Daha derinlere
uzanıyor...Düşünülecek, akla gelebilecek her türlü olayı
yaşamayı da kapsıyor.
Günlük
hayat akışında ortaya çıkacak irili ufaklı yanlış bilgi
ve inanışlardan kaynaklanan düşünce ve eylem biçimlerini
ilke edinen ön
yargılı kimselerin; böyle bir felsefeyi kabul etmesi bir
yana, artık o konu hakkında yeni teorileri, fantastik
fikirleri, olur olmaz senaryoları, akla hayale gelmeyen komplo
teorilerini üretmesi dahi doğaldır...
Einstein
,
görelilik kuramının
fizik dünyasınca kabul edilmesi süreci boyunca, bir
nedenselliğe dayanmayan görüşler karşısında çektiği çile
için, " Önyargıları
parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur " demiş...
Toplum
yaşamında çok kişi, bir nedene dayanmayan düşünceleri
yüzünden bunalıma
( nervous breakdown ) girmektedir.
Bu dediklerim benim yorumum değil, geçmişte belgelenmiş
şeyler.
Bu akıl almaz hale Batı, ılımlı bir felsefe ile çözüm
getirmiştir.
Avrupa'da
öncelikle Descartes ve onu izleyen John Locke,
nedensellik ilkesinin, her türlü düşüncenin, bireyin özsel
bir parçası hale gelmesine önemli katkıda bulunmuşlardır.
Bu şekilde Batı’da; “niçin”
,”neden” diye sorma anlayışı yerleşmiştir.
Özel
konumlara yaklaşıma azami dikkat
edillmiş. “Niçin” sorusuyla, olayların, insani
davranışların anlamı ve kapsamı vurgulanmıştır.
Konuya,
soyut bir örnek ile değinmek istiyorum:
Ortada sizin boyutunuza göre normal olan bir şey var. Bunun
bilincindesiniz. Çünkü birçok deneyim bunu ortaya koyuyor.
Ama bu sırada birileri çıkıp kendilerine ters gelen, anlayışlarına
uygun olmayan söz konusu olayın,
etik değerler içinde yer almadığını düşünerek, araştırma zahmetine bile katlanmadan, yanlış yapıldığını
söylüyor...İşin enteresan yanı;
inkâr ettiği şeyin, teorik olarak kabul ettiği
felsefe olması...
Bu
koşullarda kendinize
mi inanırsınız, yoksa nedenselliğini araştırmayan ve öğretilen
şeyleri papağan gibi tekrarlayana
mı?
Ama
bir bakıyorsunuz,
onlar inanmadıkları
şeyi başkasına anlatmaya başlamışlar bile...
Bilemiyorum,
ne demek istediğimi acaba anlatabiliyor muyum
?.. Mistisizm’de sebep sonuç ilişkisine, özellikle
nedensellik ilkelerine azami
ölçülerde değinilmiş; acele ile alınan kararlarda bireyi
zan altında bırakacak oluşlardan kesinlikle kaçınılması
gerektiğine işaret edilmiştir.
Ben,
bu olumsuz koşulları ortaya koyan insanların çok iyi kalpli
olduğunu biliyorum...
Olayları
izlerken fanatik olmamaya özen gösteriyorum. Ve,
etkilenmemeye çalışıyorum...
İstanbul
- 19.03.2002
http://sufizmveinsan.com
|