u
yabancı kökenli sözcüğü günlük yaşantımızda olabildiğince çok
kullanırız. Bir bireyin ya da toplumun, diğerleri üzerinde
egemenlik kurmasına ''otorite'' denir. Bireyin,
kendisindeki aktif, yaratıcı gücü kullanma aşamasına getirerek
olaylar karşısında karar verebilme yeteneğini yansıtmaktadır.
Bu kavramda baskıdan
ziyade “ doğruyu bulmak için” yapılan bir girişim vardır.
Evrensel boyutta her şeyin düzenli işleyebilmesi, sistemin
daha iyiye gitmesi, gelişi güzellik ve karmaşanın oluşmaması
için otoritenin kullanılması şart olsa gerek.
Ne var ki, bu sözcükte sinsi bir tahakkümün varlığı da
algılanabilmektedir. Özellikle bu ayrıntıyı gözden kaçırmamak
lazım.
Otoriter bir insanın, bulunduğu konuma birden bire geldiğini
düşünmek yanılgı olur. İnsan, bedel ödemeden otorite sahibi
olamaz. Bu vasıf gelip şıp diye onu bulamaz. Her şeyi
bilen, aşağı yukarı her konuda doğru bir şekilde karar vermesi
gereken, kendi uygulamasının herkesin üstünde olmasının en
doğal hakkı olduğunu sanan pek çok insan, bu görevi üstlenirken
son derece dikkâtli hareket etmek zorundadır. “İçinde
az da olsa baskı bulunmayan bir otoritenin varlığından bahsetmek
mümkün değildir” dedik. Ancak önemli olan, bu
baskı unsurunun otorite sahibince kendi çıkarları istikametinde
kullanılmamasıdır. Bu takdirde, şöyle veya böyle otorite
olgusu yerini bulur ve değer kazanır. Toplumsal hayata yön
vermede ancak bu haliyle başarılı olur. Otoriter bireyler de bu
şekilde takdirle anılır.
Bireyler, otoriter
olmanın temellerini önce aile yaşantılarında ararlar. Eşler ve
özellikle çocuklar üzerinde kurulacak otorite, sağlıklı bir aile
yaşamı için mutlaka gereklidir. ''Otoritenin sarsılması''
durumunda, yönlenişlerin mantıklı olamayacağı, dengelerin
bozulacağı ve birbirini takip eden sorunların çıkacağı, zaman
içinde laçkalığın ve mutsuzluğun yaygınlaşacağı görülecektir.
Böylesi durumlarda bazen otorite “ insiyatifini “
kaybederek etrafındakileri azarlama, aşağılama, suçlama,
cezalandırma yoluyla gücünü kanıtlama durumuna düşebilir.
Baskıcı
uygulamalarıyla ''otorite'' kurduğunu zanneden,
yanılgı içindedir.
İslâm’ın yüce elçisi Hz. Muhammed’in
(s.a.v ) yerine göre hareket prensibini benimsediği, kölelere
dahi yumuşak davrandığı görülmektedir. O
kendine hizmet eden Enes’e (r.a.) bir kez bile
olsun sert ve kesin bir üslupla yönelmemiş, bir defa dahi “bunu
neden böyle yaptın? “ dememiştir. Bu davranış modeli
''otoriter'' olmaya çalışanlara güzel bir örnek
olmalıdır.
Otoritenin bir yanı
da paylaşımcı olmaktır. Otoriter olan; bu olağanüstü nitelik
ve yetkilerinin yanında, bilgi ve deneyimlerini bölüşmeyi
bilmelidir. Ayrıca işbölümü ve işbirliği yaptığı insanların da
görüşlerini almada sakınca görmemeli, onlardan mutlaka istifade
etmelidir.
Zira ''otorite
gösterisi'' ne dönüşen kaba davranışlar, bir fayda
getirmeyeceği gibi, insanın kendine olan saygısını da
azaltmaktan başka bir işe yaramaz. Gerçek otorite sahibi, bir
şeyin yapılmasını istediğinde, “ gel, git, koy, as,
çıkart, yap...”gibi sözcükleri kolay kolay kullanmaz.
Olması gerektiği gibi ve tabii bir hal içinde konuşur.
Otoritenin etrafından aykırı bir söz ve davranış istememesi,
herkesin kendisine boyun eğmesini bekleyerek en ufak pürüzü
bir çıkış ve ihanet gibi algılayıp şiddetle cezalandırma yoluna
gitmesi hiç de hoş bir şey değildir. Telaşsız ve makul şartlarla
muhataba hitap etmenin, yardımcı olmanın otoriteye yakışan bir
vasıf olduğunu söyleyebiliriz.
Her insanın
otorite sahibi olduğu düşünülemez. İnsanlarda doğal bir halde
var olan bu gizli gücü açığa çıkarmanın yolları vardır.
''Otorite'' nin kullanır hale gelebilmesi, yapıcı
hareketlerle alâkalıdır. Bu niteliğin ancak bu şekilde temin
edilebileceğine inananlardanım...
İstanbul
- 26.03.2002
http://sufizmveinsan.com
|