Prof.
Dr. Kerem Doksat ile psikoterapi yöntemleri, hipnoz, özel sağlık
sigortaları ve bireylerin karşılaştıkları problemler hakkında
konuştuk.
Her
alanda bilgi sâhibi, çok yönlü bir kişisiniz. Bize biraz
kendinizden bahseder misiniz?
5 Ağustos 1957 İstanbul doğumluyum. Annem hukuk ve tıp fakültelerinin
sınavlarına girip başarılı olmuş bir kişi. Ancak rahatsızlandığı
için eğitimini bırakmak zorunda kalmış ve sonrasında Sümerbank'ta
memurelik yapıp emekli olmuş bir hanım. Babam Prof. Dr. Recep
Doksat'ı ise on iki sene evvel kaybettik, kendisi de psikiyatr
idi. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum.
Ben
lisede iken babam Adana'da Çukurova Tıp Fakültesi Psikiyatri
Bölümü'nü kurmuştu. Biz de Adana'ya taşındık. Daha sonra
iyi bir puanla Ankara Hacettepe Üniversitesi'ni kazandım
ancak, babamın tavsiyesiyle, kaydımı geri alıp Çukurova Üniversitesi'ne
kayıt yaptırdım.
Henüz
sosyal faaliyetlere zaman ayırabildiğim bir dönemdi, aynı dönem
Adana'da klâsik gitar resitali verdim, Taekwan do ve meditasyon
ile uğraştım.
Eğitim
aldığım zamanlarda Türkiye politik anlamda en zor dönemlerinden
birisini yaşıyordu ve ben hiç bir zaman Türkiye'deki
kavramların tanımladığı şekilde solcu veya sağcı olmadım.
Bu sanırım aydın bir pencereden yetiştirildiğimden
kaynaklanıyor.
Mecburî
hizmetten sonra Cerrahpaşa'yı kazandım. Devlet İhtisas İmtihanı'na
da girdim ve Türkiye 13.'sü oldum. Askerlikten sonra, altı
aylık bir gecikmeyle, öğretim görevlisi olarak Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi'ne döndüm ve sonra fakültenin öğretim üyesi
oldum. 1994 yılında doçentlik ve 1999 yılında da profesörlük
ünvanlarını aldım.
Bilimsel
alanda çalışmalarım daha çok duygudurumu bozuklukları
(mood disorders) üzerine ve asıl konum psikiyatrinin
pratisyenliği, yâni psikiyatrik bir vak'a ile ilgilenmeyi
seviyorum ve 15 senedir de, kliniğimizin vak'a tartışmalarını
yönetiyorum. Psikofarmoloji alanına özel bir ilgim var. Dolayısıyla
nöroloji ve sinir-bilimle (neuroscience) ile de ilgileniyorum
ama bu konuda çok derinlik sâhibi olduğum söylenemez.
Yeni
Sempozyum dergisinden biraz bahseder misiniz?
Yeni Sempozyum dergisi bilgi anlamında önemli bir hizmet
veriyor. Psikiyatri alanında ilgilendiğiniz konuların
makalelerine herhangi bir ücret ödemeden ulaşabiliyorsunuz,
üyelik de gerekmiyor. Yayınlanan sayılardaki makaleleri ve
araştırmaları PDF formatında internete aktardık. Arzu
edenler dergiye http://www.yenisymposium.net/
'den ulaşabilir.
Bildiğiniz
gibi bâzı büyük dergiler bunu ücret karşılığı yapıyorlar.
Ben Türkiye'nin bu kadar lüks içerisinde olduğunu düşünmüyorum,
bilgiyi en kısa yoldan yaymak mecburiyetindeyiz. Meselâ aynı
bedava hizmeti Klinik Psikofarmakoloji Bülteni'nden de elde
edebiliyorsunuz.
Evrimsel
psikiyatri nedir?
Dünyada evrimsel psikiyatri (evolutional psychiatry) adlı bir
dal mevcut ve Türkiye'de bu konuyu gündeme getiren ilk kişi
benim. Ağrı psikiyatrisini Türkiye'de ben kurdum ve geçen
seneki Ulusal Psikiyatri Kongresi'nde bu durum resmen onaylandı.
Cerrahpaşa'da nörolojiden Prof. Dr. Aksel Siva baş ağrısı
grubunun başı ve beraber çalışıyoruz. Gene İstanbul (Çapa
Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı kurucusu ve başkanı Prof.
Dr. Serdar Erdine ile, Cerrahpaşa'da Prof. Dr. Işık Aydınlı
ile paralel çalışmalar yürütmekteyiz. Özellikle kronik ağrı
sendromlarında (yâni 3 ilâ 6 aydan uzun olanlar)
tavuk-yumurta tarzında, mutlaka psikiyatrik bir komponent
bulunuyor. Altta yatan sebep kanser dahi olsa, psikiyatrik müdahale
hayat kalitesini çok arttırıyor ve tedaviyi olumlu yönde
etkiliyor.
Hipnoz
ilgi çeken bir konu. Psikoterapide hipnozun yeri nedir?
Hipnozu ben babamdan öğrendim. Toplumda hipnoza karşı bir
korku var. İnsanlar hipnotize olduklarında söylenmemesi
gereken şeyleri söylemekten ve sırlarının ortaya dökülmesinden
korkuyorlar. Bir de, kişide kontrolünü kaybetme korkusu da
var. Bana göre hipnoz kesinlikle bir uyku hâli değildir, tam
aksine, özel bir şuur alanında üstün uyanıklık söz
konusudur ama diğer alanlara kısmen kapanma yaşanır. Örneğin
televizyon seyrederken çevremizdekileri duymama bir hipnoz örneğidir.
Kişinin dikkati bir alanda yoğunlaştığından çevresinden
soyutlanır.
Hipnoz,
hastalıkların tedavisinde bir amaç değil, araç olmalı.
Hipnoz diş hekimleri tarafından da sıkça kullanılıyor.
Çünkü doktor korkusu, anesteziye dayanıksızlık en çok diş
hastalıkları alanında görülüyor. Diş hekimi korkusu gibi,
sigarayı bırakmak veya zayıflamak için de hipnoz başvurulan
yöntemler arasında. Ayrıca kekemelikte kısmen, obezite,
anoreksiya-bulimianın bâzı hafif tiplerinde, panik atakları
ve fobiler gibi ruhsal kökenli hastalıkların dışında
migren, astım, kanser ağrılarını azaltmak gibi doğrudan
psikiyatrik kökenli olmayan hastalıklarda da hipnoz kullanılabilir.
Ancak, bâzı psikiyatrik hastalıklar, örneğin şizofreni,
paranoid sendromlar, manik-depresif hastalık gibi durumlarda,
psikotik hastalıklar ve psikotik olma sınırında gezinen
borderline (sınır) ve obsesif-kompulsif (takıntılı) kişilikler
ile narsizmde hipnoz kullanılmaz.
Bir
de self-hipnoz (oto-hipnoz) denen bir konu var, yâni kişinin
kendi kendini hipnotize etmesi demek. Bu durum şöyle gerçekleşiyor:
Hipnoz sırasında doktor hastasına aynen parmak şıklatmak
gibi önem taşıyan bir anahtar verir ve bu sembolü gerekli gördüğü
zaman yaptığında hipnoza gireceği telkinini verir. Hasta
zorlandığı durumlarda bu işareti yaparak hipnoz sırasında
ulaştığı rahatlamayı hisseder.
Hipnoz
konusunda göz önünde bulundurulması gereken bir konu, hipnoz
yanlış ellerde tehlikeli olabilir. Bu tür hatalı uygulamaların
tipik bir örneği, kişilerin hipnozla "eski hayatlarına
döndürülmeleri" safsatası. Câhiller cesur olur, ben de
çok gençken bu tür deneyler yaptım ama, artık biliyorum ki,
bunların hepsi fantastik oyunlardan ibâret! Açıkçası ben
bu tür deneylerde hipnoz anında sıradan bir meslek sahibi
olduğunu iddia eden kimseye rastlamadım. Ya kişiler çok iyi
Fransızca konuşuyor, ya piyano çalıyorlar ya da bir ordu
generali, çar veya çariçe oluyorlar. Bu durum sakıncalıdır,
hattâ psikoza kadar varabilir. Bâzı doktor olmayan, özellikle
medyum, tarikat lideri, falcı ve büyücü gibi kişilerin
uyguladığı hipnoz istenmeyen, tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
Hipnoz benim için ihtiyaç duyduğumda kullanabileceğim bir
araç, bir tedavi yöntemi. Ama piyasada hipnozu hipnozculuk şeklinde
yapan bir sürü adam var ki bunu tamamen etik dışı
buluyorum.
Hipnoz
yapabilmek için özel, doğaüstü yeteneklere sâhip olmak
gerekli mi? Toplumda böyle genel bir kanı var..
Hipnoz teknik olarak enjeksiyon yapmaktan biraz daha zor. Kafası
çalışan herkes hipnoz yapmayı öğrenir. 2-3 hafta içinde
temel eğitimini 2 ayda ise ileri aşamasını görür. Ama o
enjektörün içine ne koyacağını bilmek için koca bir
psikiyatriyi bitirmek ve elbette bu alanda iyi olmak lazım.
Mesela
bana hipnoz için gelenlerin %99'una hipnoz yapmıyorum çünkü
az önce belirttiğim gibi egoları yeterince güçlü olmayan
insanlar için tehlikeli bir süreç olduğunu düşünüyorum.
Tırnak yeme gibi bâzı kötü huylarda gerçekten işe yarıyor.
Bir
de ben "silik-soft" hipnoz denilen metodu sıkça
kullanıyorum. Göz temâsı ve benzeri yetenekler bunun için
yeterli, zaten bunlar insan ilişkilerinde kullandığımız
yetenekler. Normâlde hipnoz psikotik hastalarda, örneğin bir
şizofreni vak'asında kullanılmaz ama "soft" hipnoz
şizofrenide uygulanabilir. Klasik olan "uyu" tekniğini
çok nâdir yapıyorum ve hakikaten endikasyon varsa
uyguluyorum.
Hastaların
normal fonksiyonlarına döndürülmesi aşamasında hangi
psikoterapi yöntemini tercih ediyorsunuz?
Psikanaliz hâriç, psikoterapi yöntemlerinin hepsine eşit
mesafeden bakıyorum. Psikanalizin bir nev'î modern din olduğunu
ve bunun tıpla bir alâkası olmadığını düşünüyorum.
Freud'un düşüncelerinin psikiyatriye çok şey kazandırdığını
elbette kabûl ediyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama bir
tedavi yöntemi olarak bir din olarak görüyorum psikanalizi, tıpkı
Marksizm gibi. Çok benzetirim psikanalizi ve marksizmi
birbirlerine. Karl Marx'ın batı medeniyetleri tahlili çok doğrudur.
Ama sonuç kısmına geçtiği zaman bir peygamber sorunu yaşanır
doktrininde. Meselâ Marksist sistemdeki bâzı bölümleri
severim ama diğer bölümlere inanmam. Bu Freudizm için de geçerli.
Benim
genelde bilim ve felsefe, din ve psikiyatri gibi özel ilgi
alanlarım var. İnsan ile ilgili olan hiç bir konunun
indirgeyici yaklaşımlarla anlaşılabileceğine inanmıyorum.
Bütün bu yaklaşımların çok indirgeyici seviyede olduğunu
düşündüğümden, hepsine belli bir mesafeden bakıyorum. Her
birinden bana faydalı olacak noktaları yakalıyorum. Amaç,
kendi sentezimi kurayım ama sekter olmayayım. Hepsi işe yarıyor,
bu yadsınmaz ama ben sâdece davranışçıyım dersem at gözlüğü
takmış olurum. Her psikoterapi yöntemine âşina olup da daha
fazla okursam, "workshop"lara katılırsam, vak'a tartışmalarını
seyredersem kendimi ancak yetiştirebilirim.
Günlük
yaşamınızda kendinizi zaman zaman insanları incelerken
buluyor musunuz?
Özellikle profesyonel bir eğitim aldıktan sonra sizden talep
edilmedikçe kimseyi teşhis ve tedavi etme eğilimi göstermemeyi
öğreniyorsunuz. Ama elbette, eğer tekstil işiyle uğraşıyorsanız,
oturduğunuz koltuktaki kumaşı otomatik olarak, hattâ farkına
varmadan incelemeye alırsınız. Yâni birisiyle konuşurken
üç aşağı beş yukarı nasıl bir kişilik yapısı var anlıyorsunuz.
Ama bu durum şuur öncesinde çalışıyordur. Bu da gâyet doğal
bir durum çünkü insan ilişkilerinde herkes kendi gözlemleriyle
hareket eder. Bizim de formasyonumuz hastalığı tanımlayabilmek
olduğuna göre, farkına varmadan bir şeyleri otomatik olarak
çalıştırıp ona göre tavır alabiliyoruz.
Psikiyatr
ve psikolog kavramı toplumda çok fazla karıştırılıyor.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında bu fark çok net. Çünkü psikiyatr dediğiniz kişi 6
sene tıp okuduktan sonra tıp doktoru oluyor. Dünyada doktor
deyince tıp doktoru anlaşılır çünkü Ph.D. (bilim doktoru)
eğitimi almadan doktorluğu kabûl edilen tek meslek
bizimkidir. Bu da şundan kaynaklanıyor; çok eskiden tıbbiyeyi
bitirirken tez yazılırmış. Şimdi o tez kalktı ve biz doğal
olarak doktora yapmış kabûl ediliyoruz.
Tıp
doktoru her türlü hastalığı teşhis etmede asgarî bilgiye
sâhip oluyor. Kişi psikiyatr olabilmek için mezuniyet sonrası
en az 4 yıl süreyle akıl ve ruh sağlığı ile ilgili
ihtisas yapıyor. Eğer meraklı ise sınavlarına girip kariyer
elde edebiliyor.
Halbuki
psikolog dediğimiz insan edebiyat veya eğitim fakültelerinin
4 senelik psikoloji bölümlerini bitiriyor. Tam anlamıyla bu
konuda ham verilere sahip oluyorlar. Sâhip olduğu eğitimle
sadece psikoloji öğretmenliği yapabilir, amaç da odur zaten.
Ayrıca psikoterapist olmak, bir takım psikolojik testleri
uygulamak, bir takım benzeri psikoterapi yöntemleri ile çalışmak
için ekstradan, bâzen senelerce süren
"workshop"lar, kurslar, eğitimler almak zorundalar.
Bu
konuda Türkiye'de büyük bir kaos var. İnsanlar 4 senelik
psikoloji bölümlerini bitiriyor ve "ben psikoloğum"
diyerek hassas durumlardaki insanları tedavi etmeye çalışıyorlar.
Son derece yanlış ve hasta açısından tehlikeli çünkü
hastalığı tanımıyorlar. Bir beyin tümörüne bağlı
frontal kişilik değişmelerde psikanalitik terapi
uyguluyorlar. Olacak iş değil. Maalesef böyle örneklere çok
sık rastlıyoruz.
Bu
konuda Türkiye'de yeni yasalar çıkıyor...
Evet ama psikologların yasası henüz tam olarak oturmadı. Sanırım
yasalar sonunda çıkacak ve bu sorunlar biticek. Ve sonunda hiç
olmazsa insanlar belli "workshop"lardan geçmeden,
belli kredileri toplamadan "psikoloğum"
diyemeyecekler.
Psikofarmakoloji,
yâni ruhsal bozuklukların ilâç ile tedavisi, yan
etkilerinden dolayı hastalar tarafından tercih edilmiyor. Sâdece
psikoterapi ile hastayı sağlıklı hâle getirmek mümkün mü?
Belli durumlarda belki. Örneğin travmatik fobilerde, hafif,
reaktif depresyonlarda, intibak sorunlarında ve endişe gibi
durumlarda psikoterapi, meditasyon, rahatlama ve hipnoz gibi yöntemlerle
başarılı olunabilir. Ama bir hastalık olarak ortaya çıkan
depresyonlarda, manik depresif bozukluklarda veya şizofrenide
sadece psikoterapinin başarılı olamayacağını dünya kabûl
etmiş durumda. Ancak aktif semptomu kalmamış "rezidüel"
şizofrenlerde psikoterapinin önemi gittikçe artıyor.
Psikoterapi teknikleri kişiyi topluma kazandırmak ve hastalığın
olumsuz etkilerini azaltmada işe yarıyor ama somatik tedavi yöntemleri,
yâni ilâçla tedavi yine gerekli.
Farmakoloji
alanı hızla gelişmekte olan bir dal ve şimdilerde yan
etkileri az olan ilâçlar çıktı. Açıkçası ya
psikofarmakoloji ya psikoterapi gibi ayrımlara girmek yersiz. Yâni
bir hasta için en doğrusu neyse o yapılır. Bunun genel geçer
bir kuralı yok. En doğru, en etik, en pratik, en etkili neyse
hasta için o tercih edilir.
Psikoşiruriji
hâlâ hastayı iyileştirme tekniği olarak kullanılıyor mu?
Psikoşiruriji, yâni hastanın beyninin bir kısmının çıkarılması
dünyada çok seçilmiş vak'alarda kullanılıyor. Türkiye'de
hemen hemen hiç kullanılmıyor. Avrupa'nın bâzı yerlerinde
ve Amerika'da ağır kompulsif depresyonlarda ya da çok yoğun
saldırganlık eğilimi gösteren hastalarda uygulanıyor ve işe
de yarıyor.
Psikoşirurijide
önemli bir nokta, ne kadar kâr edeceğiniz, ne kadar zarar
vereceğiniz çok iyi analiz edilmeli. Hastayı zâten başka
bir yöntemle, örneğin ilâçla ya da psikoterapi ile düzeltemiyorsanız,
psikoşiruriji mantıklı bir seçim olabilir. Tabii, tedavi
sonucunda hasta biraz apatikleşiyor, biraz durgunlaşıyor, bu
kaçınılmaz. Hekim olarak vicdanî kararı veriyorsunuz ve
ailenin kararı ile tedaviyi uyguluyorsunuz. İlerde belki
kimyasal psikoşiruriji diye bir tedavi yöntemi olabilecek. Ve
bu işler genlerin şifrelerinin çözümlenmesi ile gerçekleşebilecek.
Dolayısıyla
Genom Projesi psikiyatriyi de etkileyecek...
Tabii, dolaylı olarak. Örneğin depresyona mâruz kalanların
hastalığının hangi genlerinde kodlandığını bulursak -ki
bulmamıza az kaldı, uygun tedaviyi verdiğimizde olay tamamen
bitecek. Görünen o ki şimdiki ilâçları büyük bir ihtimâlle
çöpe atacağız, DSM (Diagnostic and Statistical Manual)
tekrar baştan yazılacak, hattâ şizofreni lâfı muhtemelen
kalmayacak. Bahsettiğim yüz sene içinde gerçekleşecek bir
olay değil, en fazla 5-10 senesi kaldı.
Özel
sağlık sigortaları psikiyatrik tedavileri kapsamıyor. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
Özel sağlık sigortalarına psikiyatrik tedavileri dâhil
etmemelerini ben anlayabilmiş değilim. Herhâlde bunda
ekonomik kaygılar var. Dünya üzerinde en sık rastlanan sağlık
sorunu depresyon, her 100 kişiden birinde mevcut. Depresyon ve
benzeri bir sürü durumu nasıl dışlarlar, aklım almıyor.
Yurtdışında böyle değil. Aslında, DSM'nin ortaya çıkış
sebebi bilimsel değildir. Sigorta şirketleri neye ne kadar
para ödeyeceklerini bilsinler diye ruhsal bozukluklar sınıflandırılmaya
başlamış, sonradan bilimselleşmiştir.
Ekonomik
kriz, Türk halkı üzerinde inanılmaz olumsuz etkiler yarattı.
Ağırlaşan hayat şartları, her gün düşen alım gücü ve
üstüne üstelik işten çıkarılma korkusu… Ne önerirsiniz?
Bu konuda en son soru sorulacak meslek grubu sanırım biz
hekimleriz. Aynı yorumu geçen gün NTV'de de yaptım. Çünkü
insanları hasta edenler kötü yöneticiler ama düzelt diye
beklenen kişiler biziz. Vereceğimiz ilâçlardan parayı
kazanacak olan ise aradaki endüstri. Bu üçgen içindeki görevimiz,
hekim olarak elimizden gelenin en iyisini yapmak. Memleketin
sosyo-ekonomik durumunun berbatlığını, idarecilerimizin
seviyesizliğini maalesef bireysel olarak tedavi etmemiz mümkün
değil.
Sayın
Kerem Doksat, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyoruz.
İstanbul
- 19.03.2002
http://sufizmveinsan.com
Bu
röportaj http://insankaynaklari.com sitesinden alınmıştır
|