Her
ne kadar bir eserin ortaya çıkarılmasında çeşitli kognitif
süreçlerin rol oynadığı âşikârsa da, yaratılan ürünün
özünde şuurlu bir plân yatmamaktadır.
İlham
gelmesi basit ve somut bir kavramdan (concept) veya metafordan
öte bir mefhumdur (notion).
Pek
çok san’atçı eserlerini “onun nereden geldiğini
bilmiyorum, bir anda buluverdim, sanki kendiliğinden ortaya çıktı”
gibi ifâdelerle tasvir eder. Tabiî, bu da, tamamen şuur dışı
düşüncelerin ve intrapsişik süreçlerin sonunda oluşmaktadır.
Yaratıcı
kişilerin zihinleri kolayca çeşitli fikirlerin ve düşüncelerin
baskınına uğrar ve sansürleri de pek kuvvetli değildir.
Muhtemeldir ki yaratıcı insanların retiküler aktive edici
sistem, talamus ve singülat girus gibi orta hat yapılarınca düzenlenen
dikkatle ilgili (attentional) süreçleri kalitatif ve/veya
kantitatif açılardan diğer insanlardan farklılıklar arz
etmektedir.
Klâsik
kognitif psikoloji terimleriyle ifade edecek olursak, “filtre
edici mekanizmaları” defektif veya farklıdır. Şekillenmemiş
ve fragmante durumdaki fikirlere fazla açıktırlar, daldan
dala atlarmış izlenimi bırakırlar; duyusal ve duygusal yaşantıları
diğer insanlardan daha şiddetli ve fırtınalıdır. Yaratıcı
insanlar kolay ve sık olarak gerçeklik duygularında değişme
ve farklılaşma, olup bitenlere tepeden bakma hissine kapılırlar.
Bu yabancılaşma (alienation), uzaklaşma hâli onların sıra
dışı çağrışımlar, gözlemler ve sentezler yapmalarına,
dolayısıyla da yaratıcılıklarını kullanmalarına imkân
tanır.
YARATICI
İNSANLARIN KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ
Yaratıcı
insanların ortak kişilik özelliklerinin başında
maceraperestlik, isyankârlık, bireyselcilik, oyunculuk, sâdelik
ve inatçılık sayılabilir.
Toplumsal
kurallarla, kendilerine bir şeyler empoze edilmesiyle araları
pek hoş değildir ve gelenekleri zorlayıcı araştırmalara,
davranışlara eğilimlidirler. Bütün bunlara karşılık,
gerek kendi iç dünyalarında yaşadıklarına gerekse dış âlemden
gelen uyaranlara karşı hassasiyetleri de fazladır.
Hem
sınırları zorlama, hem de aşırı hassas olmak onları acı
çekmeye, üzülmeye yatkın kılar. Kafalarına koydukları şey
için son derecede inatçı davranabilirler. Mâceraperest ve
isyankâr yönleri oyuncu taraflarıyla birleşerek, kendilerine
has bir eğlenme anlayışı, “dalga geçme” eğilimi ortaya
çıkarır. İnatçılıkları tipik ve şiddetlidir; bu sebeple
sık sık engellenir veya reddedilirler, gene de ısrarla
konunun üstüne giderler; bâzen hayatlarının tek amacı
san’atları hâline gelebilir -ki, bu tarafları onları sâde
(yalın) kılar.
Kognitif
açıdan ego sınırlarının çok net olmaması, entellektüel
açıklık, büyük bir meraklılık ve konsantrasyon yeteneği,
obsesiflik, mükemmeliyetçilik, ürünleri istedikleri gibi
oluncaya kadar bıkıp usanmadan kılı kırk yarmak, yorulmak
ve durmak bilmemek tipik özellikleri arasındadır. Bunlar da
yaratıcı insanları duygu durumu oynamalarına yatkın kılar.
Genel olarak dünyaya peşin hükümsüz yaklaşırlar. Sıradan
insanlara ters gelen bu tavırları yabancılaşma ve yalnızlık
duygularını körükler. İdrak ve enformasyon konularında
kesin ve belirgin standartlarının olmaması kimlik sınırlarında
flûlaşmaya, yâni ego sınırlarında silinmeye yatkınlık
yaratır. Aşırı meraklı, mütecessis tavırları yüzünden
kolaylıkla tabuları, yasakları ve günahları sorgulayıp diğer
insanların tepkilerini üzerlerine çekebilirler. Bütün bu özellikler,
klinik-deskriptif psikiyatri bağlamında, DSM-IV’de B Kümesi
Kişilik Yapıları arasında ele alınan Borderline ve
Narsisist Kişilikler’in tanı kriterleri yanısıra,
Duygudurumu Bozuklukları ile, özellikle de Siklotimi ve
Bipolar-2 Bozukluk’la yakınlık göstermektedir. Depresyon
veya melânkoliyle artistik yaratıcılık arasındaki ilişki
çok uzun zamandır dikkat çekmekte, özellikle bipolarite üzerinde
durulmaktadır. Yaratıcı deha ile “delilik” arasındaki sınırın
inceliği, hattâ flûluğu pek çok bilimsel veya edebî tartışmaya
konu olmuştur. Eski Yunanistan’da delilik ve yaratıcılık
arasında bağlantı kuruluyordu;
Rönesans’ın
“nev-i şahsına münhasır” yaratıcı kişileri, Romantik
Çağ’ın entrospektif ve duygusal şâirleri, ressamları ve
bestecileri, Modern Çağ’ın “deli dâhileri” ve melânkolik
san’atçıları meşhurdur. Bâzı yazarlar bu bağlantıyı
izah etmek için psikanalitik teoriyi kullanmışlardır.
Mistik, spiritüel ve artistik yaşantıların iç içeliği çok
eskiden beri bilinmekte ve çağdaş çalışmalarda da üzerlerinde
çok durulmaktadır.
Resim
tarihinin belki de en ünlü melânkoli tablosu Albert Dürer’in
1514’de çizdiği Melencolia I’dir: Sembollerle ve
allegorilerle dolu bu resimde kanatlı Melencolia hareketsiz bir
şekilde ve keder içerisinde oturmakta, başı sıkılmış
yumruğunun üzerinde, gözlerini sâbit bir yere dikmiş, saçları
darmadağınık, kaftanı buruş buruş olmuş, öylece
durmaktadır. Etrâfı yaratıcılıkla ilgili sembollerle
doludur ama Tanrı’yla arasındaki yarışmanın mukadder mağlûbiyetinin
idrakında olarak, insan yaratıcılığının trajik kaybından
muzdariptir. Panofsky buna “bir ressamın melânkolisi” adını
vererek, deha ile keder ve ümitsizliğin paradoksal beraberliğini
vurgulamıştır. Mistik ve artistik unsurların iç içeliği
hemen dikkati çekmektedir.
Yaratıcılık
kavramının hem ilâhî, hem de artistik cepheleri İncil’deki
şu cümlelerde ifade bulur: “Başlangıçta söz (kelâm)
vardı, Ve söz Tanrı ile beraberdi, Ve söz Tanrı idi”
(John i.1, 2).
İstanbul
- 05.03.2002
http://sufizmveinsan.com
|