Nereden ve neresinden
bakarsak bakalım, yaşam zor geçiyor.
Tekdüze
giden ve yapısında bir sadeliğin bulunduğu günlerimizde
eski bir sevgiliye aşk mektubu yazmak bile epeyce zordu.
Ona olan sevdanın sürdüğünü anlatmak, yıllarınızı ve günlerinizi
paylaşmış olana bunu hissettirebilmek, ne kadar da uğraş
verdiriciydi. Söylenmiş
tüm güzel sözleri, övgüleri
yılmadan ezberleyip ona aktarabilmek nasıl da anlamlıydı. İnsan
o inandırıcı ifadeleri bulamayınca, kendini zorlar, değişik
bir şeyler üretmek için çabalar ve
nihayet kelimelere kendinden ruh katardı. Onun
sık sık huy değiştirmesine, bir anlamda çeşitlenmesine aldırmaz,
zor gelse bile heyecanını kaybetmemeye çalışırdı.
Ama
bazen, baş edemeyeceğini anlayınca, iltifatlarından
vazgeçip, “Ne
halin varsa gör!”
der, artık bu zorluğa tahammül edemeyeceğini gösterirdi.
Sonra, sakinleşip sevdiğine yeniden kavuştuğunda, çektiği
eziyetleri unutur, sanki onu ilk kez görmüş gibi olurdu.
Şimdi
galiba şartlar biraz değişti, farklılaştı. Ana zorluklar
geldi bizi buldu.
Heyecanlar
başka “
zorluklara “ kaydırıldı.
Bu
anlatacaklarım, daha çok toplumsal bir yazgının yaşanması
gibi düşünülebilir.
İlginçtir,
17 Ağustos depreminde
evden dışarı çıkıp oturmak adeta bir
gelenek haline gelmişti. En ufak bir artçı kıpırtıda
kendimizi dışarıda buluyorduk.
Şimdi
ise, tamamen tersi bir durum var. Açıklarımızı, yani
gelirimizi giderimizi inceden inceye
hesap edip evlere dönme kararı aldık.
Yollar
bir bakıma alışagelmişliğin dışında tenha. Karayollarındaki
o uzun köprü kuyrukları şimdi yarıya inmiş durumda.
Son günlerde İstanbul’dan
diğer kentlere adeta zorunlu bir göç başladı. Bir boşluk
hissediliyor sanki. Koca kent bile, eski karmaşıklığını
arayıp duruyor.
Zor
ve keyifsiz durumlarda akla gelen gezip tozma
düşünceleri anlamını yitiriyor. Hayat ve gerçeklere
uyum, başını sokabileceğin bir evle başlayıp bitiyor. Kısacası,
zorlukları bu mekân içinde yenmeye
azmediyoruz.
İstanbul’un
kollarında kaybolmak veya bir başka kente
götürecek treni, otobüsü beklemek ya da otomobille
canının istediği yere gidip gezmek yerine, yolculuk sadece hüsran
içinde evlere kapanmak
halini alıyor. İnsan adeta evinde mahpus oluyor. Belki,
yolculuğun getirdiği yorgunluktan bile zor olan bir durum.
Basında
da bu olası zorlu havayı hissedebilmek mümkün. Birbiriyle
ilgisiz, tutarsız görüşler, yargılar, gırla gidiyor.
Mecburi
bir oluş... Toplumsal yoksulluğun kişileri çaresiz kılışı...
Belki zor geliyor ama, eskiye/fakirliğe, gerçeğe dönüş başlıyor.
Hayatın
akışını en ince teferruatına kadar okuyan Hz. Muhammed (s.a.v.) yaşamın
zor koşullar altında süreceğine binaen, “ Ölmeden evvel ölünüz “
şeklindeki sözleri ile, bizlere hem
uyarı, hem de teselli getirmemiş mi?
Zorluk,
Belki
de Mutlak Olan’ın gizlerine erişmenin tek yolu budur.
Ne
dersiniz?
İstanbul
- 16.5.2001
http://afyuksel.com
|