Gazete
sayfalarında gezinirken Doğan Hızlan’ın bir yazısı ile
irkiliyorum. “Efendim, İranlılar Mevlana’yı kendilerinden
ilan etmişler.”
Nasıl yani?
Nasıl olacak, Yunanlıların Rakıyı kendi içkileri olarak dünyaya
lanse ettikleri gibi!
Peki ya zeytinyağlı dolmamızı kim bizim geleneksel yemeğimiz
diye lanse edecek?
Dönerimize veya kebabımıza musallat olanlar da çıkabilir
mi?!..
“İstavroz” çıkarmalı ya da “Allah yazdıysa, bozsun”
demeli!..
İlginç
yaHU bizim toplum!.. Bilirim ‘diliNİ’ çok sevdiğini iddiâ
eden insanların Mevlana’yı kötülediklerini, sırf bu
mutasavvıfımızın eserlerini Farsça olarak kâğıt üzerine
aktarmasından dolayı.
Hatta “hain” ve “lain” de ilan etmişlerdir bu gönül
adamını Türk dilini kullanmadı diye.
Ee ne olacaktı? Sen Türkçe kullanmadı diye Gönül Ehlini
“hain” ilan edersen, birileri de mutlaka yine Mevlana’nın
dile getirdiği Muhammedi ahlak ile “Gel!.. Ne olursan, kim
olursan ol yine gel” diyerek kucak açacaktır elbette O’na.
Tartışmıştım,
bilir ulemadan biriyle; Mevlana’nın aşkı yazdığını, aşkın
dili olmadığını, aşkı bilinen dillerle algılamaya kalkmanın
ise sadece abukların işi olacağını.
Aşk
evrensel dildir. Bu aşk bazen iki obje arasında da olabilir.
Bitkinin Güneşe dönmesi, bazen bulutların ormandaki ağaçların
üstünde toplanması gibi.
Bazen lise sıralarında genç bir oğlan ve taze bir kız arasında
fırlar, bazen karadelik gibi her şeyi içine çeken bir
manyetizma olarak evrende gözükür, bazen de Konya’da Şems’i
çeker getirir Tebrizlerden...
Ama, gelmeyi dileyen en çok zikredendir Allah’ı ve dahi O
kendi gelmiştir
aslında.
Her
şeyini Mevlana, Şems’e vermiştir, Şems de ona Mevlanalığını
bahşetmiştir.
Onca
kişi ha Şems’e gider ha Mevlana’ya...
Mevlana ortada iken ziyaretler Mevlana’yadır; Mevlana Arşa
çekilip secde edince de Şems’edir.
Hiç
unutmam, Konya’ya gittiğim yirmili yaşlarımı... Avuçlarımı
koltuk altlarım gözükecek kadar açtığımda dua için,
dirseklerim yumuşaksı bir zemine temas edince gayri ihtiyari
bakıvermiştim, yanımda gayet hoş bir turist hanım, hafif
dekolte ile duruyordu.
Sonra durmuş ve demiştim ki “bunun ne işi var burada?” bu
sorunun cevabını ancak Mevlana’ yı anlamaya başlayınca
bulabildim.
Çünkü
O herkesi davet etmişti KENDİ’ne ...
Çünkü
HERKES hiçbir zaman KENDİnden ayrı düşmemişti.
Fahişelikle
fişlenmiş olanları “Rabia” diye çağırabilecek kudret
vardı onda.
Maddenin derinliklerinde zıt güçleri bir arada tutabilen
namustan almıştı bu gücünü.
Bir elinle Hak’tan almak bir elinle Halka vermek onun dansındaki
en yalın figürlerinden biriydi belki.
Hak’tan
alırken Halk oluyor, Halka verirken
Hak oluyordu sanki.
O
herkese açıktı, her zaman da açık olacaktır.
Şaşırmadım
Mevlana’yı İranlıların sahiplenmesine, sanırım çok kısa
zaman içinde, O’na çok daha başkaları da sahip çıkacaklar.
Bu
ilkel sahiplenme duygusu , O’nun bizlere mesajı olan
“Gel gel, yine gel!
Ne
olursan ol,
İster
kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,
İster
yüz kere tevbe etmiş ol,
İster
yüz kere bozmuş ol tevbeni...
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
Nasılsan öyle gel !”
EVRENSELLİĞİNDEN
bir
lokmacık yansıma değil mi sizce!...
İstanbul
- 02.01.2002
http://sufizmveinsan.com
|