Dini
kavramada ilahi aşkı ön plana alan sufilik anlayışı, ağır
eleştirilerle muhatap olmaktadır. Tasavvuf’un İslami olmadığı
savı ile yola çıkanlar; mutasavvıfların ve tekke ehlinin küfre
düştüğü iddiasını savunabilecek kadar tenkit dozunu arttırmaktadırlar.
Bu
haftaki sohbetimizde düşünce ufkumuzda beliren sis bulutlarını
aralayarak, öne çıkan bazı tezleri sizinle inceleyecek,
basiretimizin tanıdığı imkân nispetinde hakikati görmeye
çalışacağız. İşte mantıklı görünen iddialar ve bizim
yaklaşımımız:
1-Asr-ı Saadette Tasavvuf Yoktu: Bunu söyleyenler, güya sufice yaşantının
Resûlullah (a.s) kaynaklı olmadığı hissini uyandırmaya çalışarak,
sırra erenlerin kendi kendilerine bir yol uydurduklarını
vehmettirmeye çalışırlar. Onlara en güzel cevabı son devir
Mürşitlerinden merhum Musa Topbaş Efendi bakın nasıl
veriyor: “Evet, asr-ı saadette tasavvuf yoktu. Ama adı
yoktu,yaşantısı zaten hayata hakimdi. Şimdi adı var ama yaşayan
çok az!..”
2-Sufiler İslam’ı Kategorize Ettiler : Sıkça vurgulanan şeriat-tarikat-hakikat-marifet
seyr-i sülûku tümden reddedilir. Zahir kabuğunda kalıp, batın
özünü göremeyenler “Din tektir, o da sadece İslam’dır.
Hakikat-marifet uydurmadır.” derler.
Bu
iddiaya bir misalle cevap verelim. Acıkınca yapılacak tek
eylem yemek yemektir. Yemeğin tekliğinde şüphe
yok, kategori de yok. Ancak, alınan lezzet ve ona yaklaşım
biçimlerinde farklı tavırlar ortaya çıkıyor. Şöyle ki:
Acıkanın tıka-basa, haram-helal tanımadan yemesi kâfirce, açlığı
ölçüsünde helalinden yemesi mümince, ekmekte buğdayı, buğdayda
tarlayı ve tohumu görerek yaradılış hakikatini düşünerek
yemesi ise arifcedir.
Yemek
de, ekmek de tek; ama bakın yaklaşım ve alınan lezzet kişilere
göre ne kadar değişti.
İslam
elbette tektir. Birileri onu yaşamayı sıradan insanlardan
farklı olarak denemiş ve bundan da farklı lezzetler elde etmişse,
onları dini bölmekle suçlamak niye?...
3-İnsanlar Sınıflandırılmaktadır:Sufilerin eserlerinde Müslüman’ın
yaşadığı kulluk boyutları avam-havas-havass’ül havas ya
da alim-arif tarzında nitelemelerle açıklanır. Bu bakışta
İslam’ın şartlarını vaktinde ve kurallara uygun olarak
yerine getirmek en alt basamak kabul edilerek müminler birkaç
derece öteye yönlendirilmeye çalışılır.
Üstad
Ahmet Hulusi’nin eserlerinde gördüğümüz böyle bir değerlendirme
ile konuyu açalım. Namazı ele alırken Üstad şöyle der :
“Avam namaz kılar, Havass namazda miraç eder, Havass’ül
havas ise bütün yaşantısında namazdadır.”
Burada
namaz kılana avam diyerek bir aşağılama değil, uyandırma söz
konusudur. Dikkat edilirse Kur’an-ı Kerim namaz için kılmak
kelimesi yerine “ikame etmek” kavramını esas alır. Sıradanlaşan
kılmak eylemini ikame ve mirac boyutuna taşımayı öğütlemek,
müslümanın mesafe almasına çalışmak neden sınıflandırma
olsun? İlahi sistemde de derecelenme ve sınıflar yok mu? Yarış
olmasa başarılı olanlar ortaya çıkar mı, hatta başarıdan
söz edilebilir mi? Eğer Allah tarafından cennet ödülü ve
cehennem cezası konmuş ise insanların başarılarına göre sınıflandırıldığı
ilahi bir gerçektir. O halde sufiler neden ayrımcı olsunlar?
4-Evliya Kavramı Yoktur: “İslam’da sadece mümin-münafık-kâfir
kavramları vardır. Allah ile kul arasında kimse yoktur.
Peygamberler ise O’nun elçileridir. Biz sadece Peygamberi tanırız,
Evliya ve Velilik yoktur” denilir.
Dostlar,
İlahi aşkı yaşayanlar sizden rütbe istediler mi? Allah
dostları “Biz Veliyiz. Aman bize şöyle davranın” diye
bir istekte mi bulundular? Yoksa onlar dünyevi makam peşinde
koştukları için mi Evliyalık istediler? Hiçbiri!. Sırra
erenlerin hiçbiri mal-makam-dünyalık-rütbe ve saygı talep
etmediler. Onlar biz veliyiz sözünü bile söylemediler.
Hayatları mütevazı geçen bu insanları sevenler, onlara
“Allah Dostu” demiş ise onlara saldırmak niye?
“Allah
Dostu” kavramı Kur’anidir(Maide 44, Yunus 62,Bakara
257,Nisa 45,Maide 63,Enfal 40, ,Tahrim 4).Talep etmesi halinde,
nasibi de varsa her kula açık bir makamdır bu. “Evliyalık
yok” diyerek hırsla sufiliğe yaklaşanlar Kur’ani bir
kavrama muhalefet ettiklerini umarım fark etmekte gecikmezler.
5-Bazı Veliler sapıtmıştır:
Konu, bakış ve özelde yaşamak olunca özden lezzeti
tadanların bazı söylem ve eylemleri sapıklık olarak görülmüştür.
Üniversite
yıllarımda şehirler arası bir otobüs yolculuğunda yol
arkadaşım olan kişi, Mevlana’nın Şems’e yazdığı “O
Geliyor” şiirini göstererek bu iki veliye satırlara
alamayacağım iğrenç bir iftirada bulunmuştu. Mevlana’nın
Şems’le yakın görüşmesi ve bazen günlerce bir odada
Allah aşkı ile sohbet etmeleri bugün olduğu kadar o günlerde
de anlaşılamamıştı.
Yine
sufi şairlerin şiirlerinde kullandığı rumuzlar gereği gibi
kavranamamış bazı sırra erenler şehvet düşkünü olmakla
suçlanmışlardır. Velilere sapık deme hususunda avam bir
yana, aydınlarımızın da ciddi gaflar yaptıklarını
ekranlarda müşahede etmekteyiz.
Efendiler,
boşuna uğraşmayın!.. Tarihin ve akan zamanın unutturamadığı,
yıpratamadığı evrensel şahsiyetleri sizin yıpratmanız mümkün
değildir. Önce bir düşünün; neden diğer bilginler belli
çağları aşamazken Mevlana-İbn Arabi-Geylani-Yunus Emre vb.
erenler halen asırlar ötesinden ışık saçmaktalar?!..
6-Velilerden Küfre Düşenler Olmuştur: Muhiddin Arabi Şam’da
kalabalık bir caddeye dikilerek halka şöyle
seslenir: “Taptığınız; ayaklarımın altındadır”. Halk
linç etmek üzere üstüne yürürken şöyle diyecektir:
“Sin Şın’a girince beni anlarsınız.”
Yavuz
Sultan Selim Şam’ı fethedince Şeyhulislam Zenbilli Ali
Cemali Efendi, padişaha Muhiddin Arabi’nin mezarını bulmayı
ve O’nun halka seslendiği yeri kazmayı teklif eder. O yer
kazılır ve bir küp altın çıkar. Sonra da kabri bulunur. Ne
demişti Arabi?: “Sin Şın’a girince beni anlarsınız.”
Sin; Sultan Selim, Şın; Şam şehridir.
Muhiddin
Arabi şimdi küfre mi düştü, yoksa insanlardan birkaç asır
önden mi gidiyordu O?
Hallac-ı
Mansur’un “Ene’l Hak” sözü de bir küfür örneği
olarak zikredilir. Biz Hallac’ın durumunu, Yaratana bırakmayı
yeğleriz. Çünkü elimize mühür alıp geçmişte ve şimdi
yaşayanları iman-küfür damgası ile mühürlemek bizim işimiz
değildir. (Hallac konusunda Değerli Başyazarımız Ahmet F. Yüksel’in
makalesini bir kez daha tetkik ediniz.)
7-Sufilik Eski Yunan’dan Etkilendi:Tasavvufa bir bilim dalı
olarak bakan kıymetli ilim adamları sufi kelimesinin
etimolojisine girerek nereden geldiği konusunda fikirler yürütmüşlerdir.
Eski Yunan, Eski Hind hatta Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden
etkileşim olduğu teorileri ileri sürülmüştür. Bu sözler
tasavvufa karşı olanların “Bakın işte tarih de böyle
diyor, tasavvuf İslami değildir” iddialarına destek olarak
alınır.
Her
din ve insan topluluğunda kendini sorgulayanlar, uzlete çekilerek
derinlere dalmak isteyenler olmuştur. Konunun bilimsel boyutunu
işin ehli olanlara bırakıyoruz. Çünkü biz sufizmi bir
bilim dalından öte, yaşam biçimi şeklinde algılamaya çalışanlardanız.
Sufiliğin Eski Yunan ya da geçmiş dinlerle bağlantısı
yoktur. Kelime kökü hususunda illa bir kaynak arayanlara ise
şu kadarını söyleyelim: İslam Tarihinden Ashab-ı
Suffe’yi iyi okuyunuz. Vakitlerinin tamamını Rasulullah’a
adayan bu gençlerin hayatını anladığınızda, sufizmin ana
kaynağına varmış olursunuz.
8-Sufiler Cihad ve Mücadeleyi Kenara İtti: İslam dünyasının
yetiştirdiği Müceddid seviyesinde büyük Âlim İbn
Teymiye’nin eserlerini okuyan kardeşlerimizden bu tür
beyanlar duymaktayız. Onlara göre mutasavvıflar mücadele ve
cihadı kenara itip sadece tesbihle meşgul olmuşlardır.
Her
âlimin eserini yazıldığı dönemi de göz önüne alarak değerlendirmek
ilmi yaklaşımın gereğidir. İbn Teymiye, hilafetin saltanata
dönüştürülme gayretlerine karşı durmak üzere bir mücadele
çağrısı yapmış, çevresinden de İslam’ca bir başkaldırı
beklemiştir. Çağdaşlarında aynı tavrı göremeyince
tasavvufa karşı aksi düşünceler serdetmiştir.
Mutasavvıflar
cihaddan geri kalmayı gaye edinen insanlar değildir. Bunun
ispatı Anadolu Tarihi’nde mevcuttur. Anadolu’yu
Alparslan’dan çok önce manen fetheden Horasan Erenleri değil
midir? Osmanlıda düzenli ordunun dışında medrese ve
tekkelerde konuşlanan, savaşlarda öncü birlik görevi icra
eden Akıncı Beyleri, Battal Gaziler, Kara Muratlar sufilik ocağından
beslenen yiğit insanlardır. Yeniçeri Ocağının kuruluşunda
ana planları yapan ve şekillendiren; Hacı Bayram Veli değil
midir?
9-Mütaşabihler Açıklanmaya Çalışılıyor: Kur’an üzerine
çalışan tefsir âlimleri kesin-açık-anlaşılır hükümler
veren ayetlere Muhkem, net anlaşılamayan–kapalı ifadeler
bulunan ayetlere Müteşabih sınıflandırmasını yapmışlardır.
Asırlar
öncesinin ilim geleneği hâlâ sürdürülmekte ve müteşabihler
üzerine kafa yormama tavrı maalesef devam etmektedir.
Bilim-Teknoloji ve çağın verileri ışığında Kur’an-ı
Kerim’i açıklamaya çalışanlar müteşabihleri açma
konusunda şiddetle suçlanmaktalar.
Sufiler
ve öncüler müteşabih ifadeler bulunan ayet ve hadislerden
fazlası ile ilham almışlar, düşünen beyinlere harika
yorumlar sunmuşlardır. Bir dönem kapalı olarak görülen
anlamların ilim ilerledikçe anlaşılır olmasından daha
tabii ne olabilir? Müteşabihlere yorum getirmeye karşı olmak
Kur’an’ın ruhu ile de bağdaşmaz. Anlaşılsın, yaşansın
diye gelmiş bir kitapta kıyamete kadar bazı mesajların çözümsüz
olarak terk edilmesi sizin mantığınızla bağdaşıyor mu? Düşünen
ve tefekkür eden bazı beyinler anladıklarını anlatmış
ise, dine katkılarından
dolayı şükran duymak icap eder.
10-Sufiler
Ahireti Hafife Alıyorlar: İbadeti
sadece cennet için yapmamak, Cemalullah ve Rıza-i Bari için
yaşamak yönünde sufi sözleri
fıkıhçıları tedirgin etmiş,
cennet-cehennem-hesap-azap gibi hususları hafife aldıklarını
düşünmeye sevketmiştir. Şimdi Yunus’a kulak verelim:
“Cennet
cennet dedikleri
Birkaç bahçe birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni”
Yunus
cenneti hafife alıyor öyle mi? Cevabı bu defa Kur’an-ı
Kerim versin bize. Vâkıa Suresi’nin mealini lütfen
okuyunuz. Rabbimiz orada 3 sınıf insan gurubundan bahseder:
1-Sağ Ehli (İmanı kuşanıp iyilikleri fazla, durakları
Cennet olanlar)
2-Sol Ehli(Günah ve isyanı fazla olup küfre düşenler, son
durakları Cehennem olanlar)
3-Mukarrebûn, Sâbikûn (Yaklaştırılanlar ve Öncüler)
Allah
cennetlikleri saydıktan sonra bir de ayrıca niye “Yaklaştırılanlar”
diye ayrı bir kategori belirledi acaba? Yunus hangi kategoriyi
özledi? Bir düşünün bakalım. Vâkıa’yı iyi okuyun,
anlayacaksınız.
11-İlham
Almak Abartılmıştır: Sufiler ve Büyük Şeyhlerin keşif-fetih
halinde dilinden dökülenler o hali anlayamayanlarca “Bunlar
vahy aldığını iddia ediyor, vahiy bitmiştir.” tepkilerine
sebep olmuştur.
Rasulullah’ın
bazı hadislerinde önemli bir müjde var: “Vahiy benimle
bitmiştir. Ancak salih rüya ve ilham devam edecektir.”
İlham
ve sadık rüyaların vahiyden bir şube olduğu hususu ise
kavranılması ilim isteyen bir hakikâttir. Ancak hiçbir Allah
Dostu vahiy aldığı iddiasında olmamıştır. Keşif ve Fetih
yollu söylenenlerin asırlar sonrası
doğrulandığına ise tarih şahittir.
12-Mükellefiyeti
Kuldan Kaldırmak Gayreti Olmuştur: Karşı çıkılan ve
anlaşılmakta zorlanılan bir nokta da, ehli tasavvufun
teslimiyetini ifadelerinde yaşanmaktadır. İlahi programı
yapan Allah’ın, Dünya ve Ahireti kusursuz
planladığı tartışma götürmez. Mutlak Varlık,
ilm-i ezelisi ile ehl-i cehennem ve ehl-i cenneti dahi
bilmektedir ve kaderlerini de takdir etmiştir. Kullara bu
konuyu sorgulamak vazife değildir.
İşte
bu noktada bazı sufilerin “Ben ibadet ederim ama Rabb’im
bana cehennemi takdir etmiş ise ben buna da razıyım, hatta
yanmak bile zevktir o an” türünden sözleri tepkiye neden
olmuştur. Bu bir anlayıştır. “Sorumluluk nasılsa yok, her
şey ezelde belli” anlayışı sufilerden ortaya çıkmamıştır.
Eğer onlar bu düşüncede olsalar sabahlara kadar secdede, günlerce
tesbihte, aylarca çile odalarında kalırlar mıydı?
******
Dostlar;
Allah Dostu, Mukarrebûn (Yakınlaştırılanlar), Mardiyye Nefs
gibi kavramlar tamamen Kur’an ve Sünnet kaynaklıdır. Gayesi
sadece cennet olanlar ibadeti kârlı bir ticaret olarak düşüne
dursunlar biz Cemalullah’a ermeye çalışalım.
Kabukta
kalanlar, onu kırmayı dişleri adına göze alamayanlar cevize
odun dediler. Cesareti olanlar sabretti ve tattı özü.
Cesaretimiz var değil mi?...
Mehmet DOĞRAMACI
İstanbul - 21.01.2003
asitane1967@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com
|