|  
 Saksıdaki
                çiçekti. Mekânları süslemek için kullanılan cinsten.
                Bildiği, anladığı; toprağıydı, saksısıydı. Derinlere
                uzanan köklerini de biraz hissedebiliyordu.Oraları ile yaşama bağlı gibiydi; ama geldiği yer de,
                gideceği yer de topraktı. Bu ikisi arasında yaşadığı,
                anladığı da hep o idi sanki. Sanki onun tanrısıydı.
 Aynı
                saksının başka misafiriydi. Kıvrım boğum solucandı. Aynı
                kaynaktan beslenmişti. Çiçekle kader ortağı gibiydi. Ama çiçeğin
                beklemeye mahkumiyeti, onda mecburiyetine 
                hareket halindeydi. Çiçekle, solucan, 
                arada güneşi görürlerdi müsait pozisyonlar olursa.
                Fark edemezlerdi belki enerjilerinin kaynağı olduğunu, ama
                ona olan ihtiyaçları, tıpkı dışardan aldıkları suya
                muhtaçlıkları gibi idi. Solucan, suyu toprağın değişik
                yerlerinden alabiliyordu geze dolaşa, ama dışını bilemezdi
                saksısının. Onun vesilesiydi, kaynağıydı. Dede Korkut
                Masalları’nda denildiği gibi “Göz açıp gördüğü, gönül
                verip sevdiği idi.” Sevebilse de , sevebilemese de tanrısıydı
                sanki. Saksı
                havalansın, daha iyi güneş alsın denerek balkonun kenarına
                çıkarılamasaydı öyle de kalacaktı. Çiçekten
                farkı olan hareket yetisi sonucunda 
                solucan, dünya gibi yuvarlak olmayan saksısının kenarından
                aşağıdaki bahçeye düşüverdi. Yepnew renkler ve başka biçimler
                taşıyan bir hayat. Ana
                fikri öncekine çok benziyor aslında. Toprak aynı toprak.
                Saksıdakiyle kıyasa gelmesi mümkün olmasa da bitkiler burada
                da var. Ama, hiç görmediği türden envai çeşit hareketli
                yaratık da var. Değişen iklim koşulları, farklı ve zengin,
                ama zorlayıcı beslenme kaynakları... Saksı
                tanrısından kopmanın şaşkınlığı, hatta saksının tanrı
                olmadığı gerçeği tüm boğumlarını sarmış. Zira, yeni
                tanrısı var onun, koskoca bir bahçe!... Solucan, yeni tanrısının
                bağrında gezintiye çıktı. Hayatının
                bir sonraki karesi onu hareketli mahlukatın bir başka cinsi
                ile karşılaştırdı. Sarı bukleli saçları, hafif yanık buğday
                teni, parlayan, zekâ fışkıran gözleri ile ateş gibi bir çocuk.
                Bir insan. Çocuk içine doğduğu saksı, pardon planet, o doğduğu
                sırada ateş burcu grubundan bir takım yıldızın etkisinde
                kaldığı için olsa gerek, dışarıya hararetli bir etki yayıyor.
                Ateşli bir inanç, ateş gibi bir benlik, ateş almaya gelmişçesine
                kıvrak, zekâ dolu hareketler ve ateş topu gibi (aslında doğduğunda
                nur topu demişlerdi) bir beden. Çocuk
                solucanı bir sonraki oyununa alet etti. Bir köşesinde bahçenin,
                yakıverdiği bir ateş demetinde, solucanın çaresiz dansını
                ve dönüşen siluetini seyretti. Çocuklar böyle şeyler
                yaparlar... Solucan
                yandı, tanrısı bahçe sessiz. Nar
                tanesi nur tanesi annesinin bir tanesi. Evet, bir deyim vardır
                ya; “babasının oğlu derler”, işte o çocuk öyle değildi.
                O anasının oğlu idi. Annesinin kucağını tanırdı. Ona
                annesi bakar, büyütür, gerekirse öğretir, türlü çeşit
                yerleri görmesine gezmesine olanak yaratırdı. Güçlü kişiliği
                vardı annesinin. Çok sağlam kadındı. Çocuğu doğurmakla
                kalmamış, tabir yerinde ise yoğurmuştu da mayasını. Babasına
                pek kulak asmazdı çocuk. Zaten o garip bir adamdı. Olmadık
                zamanlarda  keyfini
                kaçırıcı hareketler yapardı çevresindekilerin. Sevilmeyen
                biri değildi. Ama öyle olmamak için de çaba sarf etmiyordu.
                Annesi daha yakın geliyordu çocuğa. Babasından korkmamıştı
                ama,  yapabileceklerinden
                korkuyordu bazı bazı. Saygı duyulacak biri olamamıştı ki
                babası onun için. Çocuğun yaptığı, çocukların yapmaması
                gereken pek çok şeye ters çıkmıyordu. Top oynadıkları
                zaman, çoğu kez başını kaçırıyordu 
                korumak için. Herkes gibi, çarşıda gördüğü
                adamlar gibi alelade bir adamdı işte. Şu keyif kaçırtıcı
                halleri de cabası. Müthiş
                geniş hayal gücü vardı çocuğun. Annesinden öğrendiklerine
                dünyasından gördüklerini eklemiş, bir de sağlam sezgisine
                sırtını dayayıp ötelerini düşünmüştü bildiklerinin. Yıllar
                geçtikçe sonuncu özelliğe pek gerek duyulmamış, sanki
                giderek buğulanmıştı bilinmeyeni görmek için kullanılan
                pencere. Çünkü bilinenler sağlamlaşmış, yenisine
                gereksinim, onlar içinden sağlanır olmuştu. Ayakları yere
                sağlam basıyordu. Babasının
                ne zoru vardı? Çoğu zaman hafızasını kaybetmiş biri gibi,
                önü sonu belli olmayan soruların içindeydi. Zaman zaman bazı
                problemlerin çözümünü hatırlamışçasına bir rahatlığa
                bürünüyor, hemen arkasından kendi dayanaklarını da yıkılacak
                noktaya getiriyordu. “Düşün” yazılı bir pankart hazırlamış,
                evlerinin baş köşesine koymuştu. Bir
                anda çevrendeki her şey silinse ne olur? Beklenmedik bir
                elektrik kesintisi, zifiri karanlık bunun karşılığını
                verecek bir şey değildir. Geri geleceği muhtemel bir duyu
                eksikliği yaratır bu sadece. Gemisi yakılmış bir yalnızlığa
                adım atan  insanın
                nesi kalır? Uzay
                boşluğunda, ama yıldızsız bir uzay boşluğunda olduğumuzu
                hayal etsek bir an? İlk akla gelecek olan simsiyah biteviye bir
                fon olacaktır belki. Ama o dahi bir duyunun forme ettiği bir
                renktir herhalde. Onu da sildik diyelim. Bu kez bir bedenle;
                bilindik, alıştığımız bir bedenle “orada” bulunduğumuzu
                hayal ediyoruz sanırım. Şu “orada” sözcüğünü, “mekân”
                kavramını hazırlayan da söz konusu beden oluyor gibi. Eh
                bedeni de çözdüğümüzde, belirli bir yerde olamayacağımız
                gibi mekân da kalmayacak veya mekân diye bahsedilen şeyin sınırsızlığına
                dağılmış yayılmış gibi olacağız. (biz???). Mekân,
                hayal, zaman, tüm bunları yaratan bilinç, bu anda ”SEN”
                olduğuna göre şimdi bir dönüşle “sil baştan” bir düzen
                yarat! Bu son sözcük kaba geldi bana. Şirk içinde olan
                insana kaba gelen bir sözcük tabii. Ama başka sözcük yok ki
                orada. Hepsi emir kipinde, zira o alem “Emir Alemi.”
                Emredenle, emri uygulayan farklı olmasa da. “Sil
                baştan bir düzen yarat!” demiştik. Mümkünse, “Hiçbir gözün 
                görmediği, hiçbir kulağın işitmediği...” cinsten
                şeyler olsun içinde...
                 İstanbul
                - 29.10.2001http://sufizmveinsan.com
 |