İçerden yine flüt sesi geliyordu.
Bir “es” ânını fırsat bilip, kapıyı tıklattım. İsmet abi her
zamanki yanıtını verip her zamanki gibi güldürdü beni.
“Giiir!..”
Müzik çalıştığı zaman sokak kapısını
kilitlemezdi; tokmağı çevirip girebilirdiniz. Kapısı
çalındığında, ‘güce-tapan âmir” taklidiyle,“Gir!..” diye
seslenir -ve buna her defasında kendi de gülerdi.
Flüt sesi yeniden yükselmişti.
Kapıyı açıp girdim, sessizce salona yürüyüp oturdum. Doğaçlama
etütler yapmaktaydı pür ciddiyet.
Tek başına çalıştığında asla
‘bilinen şeyler’ çalmaz, hep ‘daha önce yapılmayan’ı
araştırırdı... Hayatı üretken kılmanın temel ilkelerinden biri
de bu, galiba. Her ne yapıyorsan yap; ama bilinenleri tekrarlama
kolaylığına düşmeden, ezberlediklerinin tutsağı olmadan,
araştırmacı tavrını yitirmeden, her defasında ‘ilk kez’
yapıyormuş gibi, merakla ve heyecanla yap... İster sanatçı ol,
ister mal/veya/hizmet üreticisi; ‘memurlaşma’ illetinden
kurtulmanın ve gelişmeyi sürekli kılmanın çaresi bu kadar
basit...
Çalışmasına ara verip, hal hatır
sordu. Çok kısa sürdü bu; söylenecek yeni şeyler yoksa, lafı
uzatmanın ne âlemi var ki...
“Alsana birini...”
Zilli teflerin, köy davulunun ve
darbukaların durduğu köşeyi işaret ediyordu. Tereddüt içinde,
öylece durdum.
“Büyükler çalışırken gürültü
yapılmaz ve de bilmediğin işlere burun sokulmaz” kuralıyla
şartlandırılmıştım, malûm...
Deri yüzlü darbukayı yerden alıp
elime tutuştururken, ”Bunun tonu fena değil...” dedi.
Darbukayı bir hediye çiçek saksısı gibi tutup yüzümde salak bir
ifadeyle divana oturduğumda, o yine flütünü üflemeye başlamıştı
bile.
Bilindik bir oyun havasıydı çaldığı,
dokuz/sekizlik; (“Dokuz/sekiz de neyin nesi!” demeyin hemen;
şu meşhur Mastika gibi işte...) Ezbere bildiğim, gözüm
kapalı çalabileceğim bir ritm idi bu; çekingenlik duymadan,
eşlik etmeye başladım.
O güne kadar hep ‘dinleyicisi’
olmuştum; ilk kez ‘birlikte’ çalıyordum İsmet abi ile. Neyse ki,
vurmalı sazlarla aram iyiydi, hatta yetenekli olduğum bile
söylenebilirdi... Yurdumun evleri, melodi veya ritm kulağı “iyi”
olan çocuklarla doludur zaten. Ne var ki, (büyüdükleri ortam
ve/veya zamana göre biçimi değişen ama özü hep aynı olan
baskılar nedeniyle) bu yetenekleri kısırlaştırılmıştır. Çocuğuna
“darbuka” hediye eden kaç ebeveyn tanıdınız? Okul çantasına,
ders çalıştığı masaya ya da göğsüne karnına vurarak ritm çalan
çocuğunu,“Gürültü yapmasana!” diye azarlamak yerine, onun bir
yetenek sergilediğini fark eden ve bunu geliştirmesi için yol
arayan kaç aile var?.. “Toplumsal gelişmişlik” ölçüsünü
fertbaşınayıllıkgelir vesaire şablonlarda ararız hep... Boş
versene aga! Toplumsal gelişmişliği, “fertlerindeki yetenekleri
farkeden ve geliştiren aile ve/veya kurum sayısı”na göre ölçecen
evvelâ!
Eski fizik yalnızca elle tutulup
gözle görülenleri “madde” sayarmış. Eski iktisat da (ister
keynesci ister markscı) “ekonomik değer”lere yine aynı paradigma
perspektifinden bakmış; ve tabii, insanı da “işgücü” niceliğinde
bir materyal gibi görmüş. İnsanın öz-kaynakları olan yetenek,
merak duygusu, değiştirme iradesi vb. unsurlar ise “ekonomi
terimleri sözlüğü”nün dışında bırakılmış... Ne komik, di mi?.. O
yüzdendir ki, fertbaşınamilligelir’i kuruşu kuruşuna biliriz de,
fert başına milli irade, fert başına merak duygusu, fert
başına girişim yeteneği gibi değerleri hesaplamak,
kimsenin aklına bile gelmez... Korkarım, önceki cümleyi okurken
bile, “espri” veya “metafor” gibi algıladınız. Oysa sahiden, ta
kendilerini kastediyorum. Milli Eğitim Bakanlığı’nda veya
DPT’de, Türkiye’nin “yetenekler haritası” var mı? İnsanların
zihinsel artılarını ve eksilerini gösteren envanterler var
mı?.. Sonra da, neymiş efendim, “insan kaynaklarıymışmış,
toplam kaliteymişmiş... Düm teke dümelim, dön baba dönelim...
Bilindik melodiden çıkıp doğaçlamaya
başlamıştı İsmet abi; ama ritmimiz hep aynıydı; dokuz/sekiz...
Derken, ritmi de değiştirmeye başladı. Bazen düz bazen aksak,
farklı ölçülere giriyor, bir süre hep öyle gidiyor, sonra bir
yenisine geçiveriyordu...
Hmmm... İş ciddileşmeye başlamıştı.
Gözümü kulağımı dört açıp, o hangi ritme girerse ben de peşinden
yürümeye başladım... Hiç kopmuyordum, tanrı şahit; her yeni
ritmi, en fazla bir iki ölçü süresinde yakalayıp, uyuveriyordum
ustama. İsmet abi sekiz/sekizlik mi çalıyor; hop, ben de öyle...
Altı/sekizliğe mi geçiyor; hooup, ben de öyle... Heeyt be!.. Gör
bakalım hocam, analar ne aslanlar doğururmuş!.. Eşlik etmek diye
buna derim işte!..
Bu heyecanlı ritm muhabbetini balla
kesip, biraz da dil ukalâlığı yapacam, huyum kurusun: Gâvurun
“accompany” fiiline biz “eşlik etme” demişiz ya. İyi halt
etmişiz. Karı-koca durumunda olmaya da “eş olma” demişiz. Canına
yandımın “eş” kelimesinin ne de çok anlamı var. Tıpatıp aynı
olmanın karşılığı da “eş” olmak... “Size eşimi tanıştırayım”.
Demek ki “eşim” dediğim kişi, “tıpatıp benim aynım” olacak. Hem
ütopya, hem kâbus! “Eş”ler birbirini yok eder yahu! Hayat
“eş”likler değil, “farklı”lıklar sayesinde sürdürür varlığını,
uyanın, huooop!.. (Sahi yaw, tıpatıp eş olmaya böylesine
meraklıyız madem, klon-bebek Havva’ya niye bu kadar çok itiraz
ediliyo peki? Hıı?)
Unutmadan ekleyeyim: “Accompany”
anlamındaki “eşlik etme”nin eskitürkçe(!) karşılığı “refakat”
idi. Birbirlerine refakat edenlere “refik” -kadın ise “refika”-
denirdi. “Refik” olmak, “aynı yönde yan yana ve ‘positive
feed-back’lerle yol almak” demek; “yanındaki ile tıpatıp eş
olmak” değil...
Bana sorarsanız, o âna kadar harika
bir “eşlikçi” idim. Darbuka çalışımda teknik anlamda bir kusur
yoktu, değişen ritmleri ânında yakalayıp uyabiliyordum. Yani,
kocaman bir “aferin” alacağımdan emindim...
Durdu İsmet abi. Ben de durdum.
Keyifle gülerek yüzümdeki teri silerken, takdir sözcükleri
bekledim, kendimden emin...
“Niye pasif kalıyorsun?”
Hoppalaaa!..
“Pa-pasif mi?!..”
“Evet... Niye çalmıyorsun?”
“Ne diyorsun aabi, ter içindeyim,
baksana?!..”
“Dediğim o değil. Ben ne yaparsam
sen de onu çalıyorsun.”
“İyi de, başka nasıl olur ki?”
“Benim ne yaptığıma boş ver. Sen
‘kendini’ çal...”
“Estağfurullah aabi, boş vermek ne
demek. Yani, saygı diye bi şey var, haddini bilmek diye bi şey
var, öyle değil mi?.. ”
İsmet abinin cevabı hazır ve
apaçıktı; belli ki daha önce de karşılaşmıştı bu “saygı”
meselesiyle. Her zamanki yumuşacık sesiyle, anlatmaya başladı.
“Ben, ne yapıyorum çalarken?..
Samimiyetle, cascavlak, kendimi ortaya koyuyorum, değil
mi? Öyleyse, sen de kendini koy. Koymazsan, asıl o zaman
saygısızlık etmiş olursun. Burada saygı gösterecek tek şey var;
o da müzik... Sen hep benim gibi olursan, o zaman
ben kiminle çalacağım ki?.. Şimdi lütfen, bana biraz
saygısızlık göster!..”
Aman yarabbi!..
Otuzsekiz yaşındaydım, ve saygılarla
dolu otuzsekiz yıllık yaşamım bir anda laboratuvar masasına
yatıverdi... Evrende ışık hızını aşabilen bir şey varsa, o da
“düşünce”dir. Bir dakikadan bile kısa bir suskunluk süresi
içinde, otuzsekiz yıllık bilişsel birikimlerim tiftik gibi
atılıp, bir sürü şey, yeni baştan yerli yerine oturuverdi sanki.
Böyle farkındalık anları “küçük
kıyamet” diye tanımlanır, bilenlerce. Kıyamet, “ayağa kalkmak”
demek; zihninizde ne var ne yoksa ayağa kalkar nitekim!.. Sadece
kendi kişisel bilgi ve anılarınız değil, beyin ve beden
arşivlerinizdeki tüm kayıtlar, tanık olduğunuz tüm olaylar,
kavramlar, inanç şablonları, değer yargıları, havada
uçuşurcasına ayaklanır!..
O gün, bana da öyle oldu. “Saygı ve
saygısızlık” kavramıyla ilgili ne kadar kayıt varsa
belleğimde... babasının yanında ayak-ayaküstüne atmayan, ama ona
kolayca yalan söyleyebilen çocuklar ... derslerde öğretmenine
soru soramayan, ama sınavında kopya çekebilen öğrenciler ...
hocasının ya da patronunun ya da liderinin her buyruğunu
itirazsız kabul eden, ama arkasından her cins çamur atabilen
asistanlar, müridler, genelmüdürler, milletvekilleri,
bakanlar...
Bir kez daha, aman yarabbi!.. Aman
ki aman!..
Ve yeniden başladık çalmaya. İsmet
abi kendi bildiğini, ben kendi bildiğimi... Elimden geleni
ardıma koymuyordum artık, gücümün yettiğince...
Ve o zaman anladım, “ezbere çalma”
ile “kendilik çalışma”nın farkını. Az önce “saygılı biçimde
eşlik” ederken ne kadar rahatmışım meğer. Şimdi üç katı fazla
ter dökmekteydim. Çünkü hem kendimi çalmam gerekiyordu,
hem O’nun çaldığını duymam (ki, duymak için de
“dinlemek” lâzım;) ve hem de ikimizin çaldıklarından
oluşan müzik’in bütününü hissedebilmem... Vıy vıy vıy!..
Yahu meğerse “başkası gibi yapmak”
ne kolaymış!.. Biraz teknik, biraz yetenek, biraz taklit...
Üstüne biraz da “uyumluluk” koyuver, oohhh, sen sağ ben
selamet... Taklitçileri kınarız hep; oysa adamlar çok kurnaz
yahu; kendini yormanın ne anlamı var?!.. Bu “kendin gibi çalmak”
denen şey, ne biçim bir musibetmiş!.. Evvelâ “kendin” nasıl bir
şeydir, onu bileceksin... Sonra, kendi çaldığın “kendin” ile,
eşlik ettiğin kişinin çaldığı “kendisi”ni aynı anda duyabilmeyi
öğreneceksin... An’daki kendini ve refikinin an’daki kendisini
duyman da yetmiyor; üstüne bir de bu iki “kendi”den oluşan
“müziğin kendisi” gelmekte... (Bize “1+1=2” diye öğretmişlerdi.
Boşversenize... Bu denklem “nesneler” dünyası için doğru
olabilir; ama “anlamlar dünyası”nda, “1+1=3” ediyormuş
meğerse!..)
O gün, belki dört-beş saat,
aralıksız çaldık. Ben “saygısızlık” yaptıkça, İsmet abinin yüzü
güldü, keyfi arttı... İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış,
yerinde ya da yersiz; ne önemi var!.. Bir şeyler yapıyordum
ya... “kendim” yapıyordum ya... çekinmeden yapıyordum ya!..
Darbuka aynı darbukaydı, ellerim
aynı ellerdi, beynim aynı beyindi elbet; ama zihnimin yoğrulduğu
hamurun mayası ve malzemesi değişmişti sanırım.
Saygı’nın gerçek yüzü ile tanıştığım
o gün, aynı anda pek çok şeyi birden farkettim. Bize senelerdir
(yüzyıllardır mı deseydim?) “saygı” diye belletilen o sahte ve
yapmacıklı tutumun, zavallı ruhlarımızı nasıl
ağırlaştırdığını... Üstelik bu yapay saygı anlayışının, aslında,
ne kadar doğurgan bir “saygısızlık kaynağı” oluşturduğunu...
“Kendin gibi” olmanın nasıl “saygısızlık” diye suçlanıp, birey
olabilme yollarının nasıl haince kesildiğini... Ve daha neler
neler...
İsmet abi’yle ilk dersimizdi bu. Ve
belki de, hayatımdaki “ilk sahici ders” idi.
Boru değil agalar, “saygısızlık
yapabilmeyi” öğrenmiştim yaw!.. İnsan sahiden “kendi gibi”
olamamışsa, saygısı da, sevgisi de “iğreti” duruyormuş meğer...
Ruhun ve/veya aklın yeterince özgür değilse, sahip olduğunu
sandığın erdemler bile, bal üstüne konmuş sinekler gibi
kalıyormuş...
Kapıda beni uğurlarken “İyiydik
walla” dedi İsmet abi; “istersen her gün çalışalım, ha?”
Çalışacaktık elbet... Yeniden
öğrenmem gereken öyle çok şey vardı ki...
Bu yazı www. aciksite.com’da
yayımlanmıştır.
Akın Yılmaz
30.12.2003
http://gulizk.com
|