Allah,
Süleyman'a tahsis ettiği nimetlerin yanında ona ilim ve
hikmeti de tahsis etmiştir. Fakat bu ilim, Allah'ın “hepsine
ilim ve hüküm verdik" (Enbiya/ 79) âyetinde, minnet
kabilinden zikrettiği babası Davud'a verilen ilimden farklı,
ilmin başka bir türüdür. İbare, burada Allah'ın Hz. Davud
ve Hz . Süleyman'a bahşetmiş olduğu iki ilme ve onlar hakkında
rivayet edilen meşhur tarla ve sürü hikâyesindeki hüküm türlerine
işaret etmektedir. Şöyle ki, bir kişinin sürüsü, başka
birinin tarlasını tahrip etmiş, adam da yanında oğlu Süleyman
bulunduğu halde Davud'a şikayete gelmiş. Davud, tarlasında
yapılan telefin bedeli olarak, tarla sahibinin sürüyü almasına
hükmetmiş. Yaşı henüz on beşi geçmemiş olan oğlu Süleyman
ise, bu esnada, tarla sahibinin tarlası düzelinceye kadar sürünün
sütünden, yününden ve diğer ürünlerinden yararlanmasına
hükmetmiş. Bunun üzerine Davud, oğlu Süleyman'ın bu hükmüne
katılmış.
İşte
bu, müfessirlerin rivayet ettikleri şekliyle, o kıssadır.
Fakat İbnü'l-Arabî, Davud ve Süleyman'ın bu kıssadaki hükümlerini
marifetin iki çeşidi olarak kabul eder ve birincisini,
"ilim" diğerini ise, "fehm (anlayış)"
olarak isimlendirir. Bu noktada da,
"Onu Süleyman'a öğrettik, fehmettik" ayetine
dayanır.
14—
"Süleyman'ın bilmesine gelince, bu hükmün zıddıyla
beraber "Onu Süleyman'a bildirdik" (Enbiya, 79) âyetidir."
Hüküm ile ilmi herkese Allah Teala vermiştir.
Binaenaleyh" Davüd'un ilmi, verilen bir ilimdir, yani onu
Allah vermiştir. Bu meselede Süleyman'ın ilmi ise, Allah'ın
ilmidir. Çünkü vasıta olmadan hüküm vermiştir. Böyle
olunca Süleyman, "mak'ad-ı sıdk"ta Hakkın tercümanı
olmuştur.
Buna
göre Davud'un hükmü, başka insanlara olduğu gibi Allah'ın
kendisine de verdiği bir ilim türü,
ya da, düşünce ve gözleme dayanan insanın olağan ilmidir.
Süleyman'ın ilmi ise-fehm-, özel anlamda Allah'ın ilmidir;
onu dilediği kullarına verir ve onların suretlerinde zuhur
etmesiyle bu ilim kendilerinde zuhur eder. Bu ise
"fena-fillah" mertebesine ulaşıp, Hakla Zâtî
birliklerini gerçekleştirdiklerinde mümkündür. Bu durumda Süleyman,
hükmü ortaya koyan değildir' hükmü veren, Süleyman'a ait özel suretin diliyle konuşan
Hak’tır. Bunun için İbnü'l-Arabî, onu "mak'ad-ı sıdkta
'"doğruluk makamı) Hakkın tercümanı" diye
isimlendirir.
Kıssanın
kendisi, hatta bu kıssada Davud ve Süleyman'ın hükümlerinin
gerçek durumu nasıl olursa olsun, İbnü'l-Arabî'nin ilim ve
anlayış veya akıl ve zevk arasına koyduğu ayrım, onun özellikle
epistemolojisini (özellikle bilginin tabiatı anlamada
ehemmiyeti olan bir ayrımdır. İbnü'l-Arabî'nin bu hikâyeyi
istediği şeyi açıklamak için bir örnek olarak vermesi,
talihsizliktir. Çünkü bana göre, bu kıssada Süleyman’ın
hükmü, babasının hükmüne göre daha teknik ve daha uygun
olsa da, az veya çok zevkî ilimle ilişkili değildir.
Bundan çok daha iyi bir örnek, İbnü'l-Arabî'nin bilenin
zikredilen iki türünü açıklamak için verdiği ikinci örnektir.
Bu, içtihat yoluyla ilimdir. Buna göre içtihat, iki türlüdür:
İsabetli
içtihat:
Bu, herhangi bir dinî meselede Allah'ın hükmüne uygun düşen
içtihattır. Şöyle ki, eğer Allah bizzat kendisi bu mesele
hakkında hüküm verseydi veya Resulüne bu konuda bir şey
vahyetmiş olsaydı, bu hüküm, isabetli içtihat sahibinin hükmünden
başkası olmazdı. İçtihadın bu türü, şeriat hakkındaki
ilimlerini Peygamberin aldığı kaynaktan alan Velîlerin kâmillerine
hastır. Bu insanlar/ ilimlerini Allah'tan doğrudan alırlar ve
Allah onların dilleriyle konuşur. İbnü'l-Arabî, Velî’ye
gelen feth (açılma) türlerinden birisini tavsif ederken şöyle
demektedir: "Bu fetih sahibine, fethin gelişi, özellikle
Kur'an'ın nazil olduğu mertebeden olur. Çünkü Allah'ın
kelamı, sürekli olarak Allah'ın Velîlerinin kalplerine
tilavet olarak nüzul etmeye devam eder. Böylece Velî,
Peygamberin kendisine vahyolunan şeye bakması gibi, kendisine
tilavet edilen şeye bakar ve Peygamber kendisine inzal edilen
şeyi anladığı gibi, Velî de bu tilavette kendisine anlatılmak
istenen şeyi anlar. Ardından, işin gerektirdiği tarzda hüküm
verir—Nübüvvet-i teşrî değil— bahsedip onun
Peygamber’in ölümüyle sona ermediğini söylerken işaret
etmiş olduğu düşüncesidir. Bu çeşit ilme, herhangi bir
anlamıyla "içtihat" ismini vermenin doğru olmadığı,
izaha muhtaç değildir- çünkü,
burada içtihadın bir anlamı yoktur, bu ilimdeki hüküm
vahyi" neticesidir ve sahibinin bu ilimdeki katkısı da,
kendisine vahyedilen şeyi algılamasından ibarettir.
İçtihadî
ilmin bu türü, İbnü'l-Arabî'nin Süleyman'ın ilmini örneklendirirken
zikrettiği ilimdir. İkinci tür ise, herhangi bir dinî
meselede Allah'ın hükmüne uygun düşmeyen "hatalı içtihat'tır.
Bu tür, ilham veya vahyin değil, düşünce ve istidlalin ürünüdür,
İbnü'l-Arabî bunu da, Davud'un ilmini örneklendirirken
zikreder.
İbnü'l-Arabî'ye
göre birinci tür içtihadın sahibinin iki ecri vardır:
Birisi, içtihadından dolayı olan ecir, ikincisi ise, içtihadında
isabet etmiş olmasının ecridir. İkinci içtihadın sahibinin
ise, sadece içtihadından dolayı olan tek ecri vardır.
16—
"Süleyman'a tahsis edilen ve kendisinden dolayı başkalarından
üstün olduğu, Allah'ın başkasına nasip etmediği teshir
ise, O'nun emrinde olmaktır. Binaenaleyh Hak, "Biz ona rüzgârı
müsahhar kıldık, onun emriyle eserdi" (Sad, 36) buyurmuştur.
"
Teshîr
ve tasarruf arasında büyük bir fark yoktur. Teshir, bir şeyi
kendi dışından kendisinde işlev gören bir kuvvete boyun eğdirmek
iken, tasarruf, bu kuvveti teshir edilen herhangi bir şeyde
herhangi bir değişiklik meydana getirmek için kullanmaktan
ibarettir. İbnü'l-Arabi'nin iki çeşit teshiri ayırt ettiği
görülmektedir. Birincisi, sufîlerin "himmet" ismini
verdikleri özel bir kuvvet vasıtasıyla meydana gelen
teshirdir. ikincisi ise, bu kuvvetten yardım istemeden salt
emirle eşyayı teshir etmektir. Buradan, şu sonuç çıkmaktadır
ki: Eşyayı himmet vasıtasıyla teshir eden kimsenin/ özel
bir ruhî mertebeye ulaşmış olması gerekir. Bu mertebe,
kendisinde himmetini dilediği şeye yöneltip onun gerçekleşmesini
temin ettiği "cemi himmet" derecesidir. Bu
şey, bu dünya âlemimizle ilgili olabileceği gibi, diğer
semavî alemlerle ilgili de
olabilir. Bu bağlamda İbnü'l-Arabî, şöyle demektedir:
" Biz bunu dedik çünkü,âlemdeki
cisimler cemiyet makamına yerleştiklerinde nefislerin
himmetlerinden etkilenirler. Bunu bu yolda müşahede et
" Bu durum, bu çeşit teshirin Allah'a süluk eden
kişinin süluku esnasında elde ettiği bir kuvvetle gerçekleşmiş
olmasında da görülür. Şu var ki, bazı salikler bu kuvveti
kullanırken, bazıları ise bunu kullanmaktan sarf-ı nazar
ederler.7
Teshirin
ikinci türü ise, çaba, riyazet, himmeti yöneltmek gibi şeyler
olmadan Allah'ın dilediklerine verdiği bir kuvvettir. İşte Süleyman
da bu kuvvetin kendisine verildiği kimselerden birisiydi, böylece
rüzgâr nereye istese oraya yönelirdi;
şeytanlar
ve benzeri tabiat kuvvetleri kendisine boyun eğmişti. 0
sadece, onlara emreder, onlar da hemen emre amade olurlardı;
onlardan bir fiil talep eder, onlar da hemen yerine
getirirlerdi.
İbnü'l-Arabı'
ye göre bu çeşit teshir, birinci türden daha üstün ve yücedir,
çünkü bu, iradenin fiiline ve cemiyetine ihtiyaç duymadan doğrudan
gerçekleşen bir tesirdir. Bunun anlamı, Süleyman ve ona
verilen teshirin kendisine bahşedildiği kimselerde, lahuti yönün
en son haddine varıp, nasütiliklerine egemen olduğudur. Buna
mukabil, bazı sufîler gibi bu mertebeye ulaşamamış başka
kimseler, eşyaya teshir ve tasarruf edebilmek için iradelerini
riyazete tabi tutmaya ve "cem" veya "cemiyet
makamı" diye isimlendirdikleri özel bir nefsî hale muhtaçtırlar.
Bodrum
- 05.02.2002
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
|