İnsan
diye bir varlığı yaratan, ona düşünme ve hayal etme gücü
verdi. Düşüncelerin en incelmiş hali İRFAN’ ı bazılarına
verdi. Ancak, birine verdiğini ötekine vermediğinden ötürü,
birinin diğerinden üstünlüğü kalmadı. Her yarattığı
insana değişik özellikler vermesinden dolayı, her akıl öteki
aklı tamamladı. Her söz öteki sözü tamamladı, ancak her
kulun üstünlük vasfı kalmadı.
İş
böyle olunca herkese hürriyetini verdi. Bu hürriyet, idrak
eden için kurtuluş, anlayamayana azap oldu. Verilen özgürlük
ancak kuldan kula işe yarayan bir özgürlüktü. Herkes
Hakk’ın birer neferi olduğunu anlayamadı. Akıl cevherini
kullanmadan kendini O’ndan ayrı saydı.Böylece kendi özgürlüğünü
kendi iptal etmiş oldu.
Şeyh-i
Ekber unvanı almış İbni Arabi der ki:
Biliniz
ki, Allah Teala "akıl" diye isimlendirilen kuvveti
yarattı; tabii şehvet nefis üzerine hükmettiği zaman,
onunla mukabele etsin diye, onu nefs-i natıkada yarattı. Çünkü
nefsin tasarrufları Şeriat sahibinin (Şari') belirlediği
tasarruf alanı dışındadır. Ayrıca, Allah Teala bu akıl
kuvvetine, Hakk'ın, hakikâtin kendisine verdiği şeyleri ve düşünme
gücünün verdiği hükümleri kabul etme niteliğini de verdiğini
bildirdi. Ve yine Allah, bu düşünme gücüne varlıklar (mevcudat)
üzerinde tasarruf etme gücünü ve hissî kuvvetin kendisine
verdiği şeylerden ve hissî kuvvetlerle toplanmış idrak
edilemeyen şeylerden tasvir kuvvetinin (musavvire)
kendisine verdiği şeylerden hayalin kendisine sağladığı
imkânlarla onlar üzerinde tahakküm etme gücünü verdiğini
de bildirdi.
Yine, Allah, Bu düşünme gücünün tefekkürle Yaratıcısının
—ki bu, Allah Teala’dır— Zatı hakkında da hüküm
vermek isteyeceğini bildiği için, bu düşünme gücüne bu
konuda ilerlerken pek çok kusur işleyeceğini bildirerek ona
acıdı ve Kur'an'da ona
şöyle hitap etti: <Allah
sizi Kendisini düşünmekten sakındırır, çünkü Allah
kullarına esirger, onlara acır» (Kur'an, AI-i îmran,
3/28), yani Allah Teala şöyle diyor: Biz sizi Allah'ın Zatı
hakkında düşünmekten sakındırdık, fakat sadece size
merhamet ettiğimiz, acıdığımız ve size şefkât duyduğumuz
için sizi bundan sakındırdık. Çünkü biz, düşünme gücünün
akla ne gibi olumsuzluklar yüklediğini ve Benim sıfatlarımdan
Resullerin diliyle ispat ettiklerimizi nasıl inkâra yeltendiğini
çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla, siz kendi delillerinizle
onları reddettiğiniz zaman, imandan mahrum olursunuz ve ebedi
mutsuzluk (şekavet) içine
düşersiniz.
Sonra,
Allah Teala, Resulüne —Sallallahu Aleyhi ve Sellem— Allah'ın
bazı kullarının yaptığı gibi, Allah'ın Zât’ı hakkında
düşünmemizi bize
yasaklamasını emretti. Bu kimseler Allah'ın Zatı hakkında düşünmeye
başlayınca, Allah'ın Zât’ı hakkında nazarî görüş
sahiplerinden aldıkları görüşlerle konuşmaya başladılar;
fakat Allah'ın Zât’ı hakkında farklı görüşler ileri sürdüler,
ihtilafa düştüler. Herkes kendi düşüncesinin gereğince
konuştu. Dolayısıyla, birinin “müspet” dediğine ötekisi
“menfi” olarak baktı. Sonuçta, Allah'ın Zâtı’nı düşünme
konusunda, Allah hakkındaki hiçbir konuda birleşemediler. Böylece,
Allah'ın kendilerine acıdığı için kendilerine yasaklamış
olduğu konularda konuşmuş olmaları nedeniyle, Allah'a ve
O'nun Resulüne karşı gelip isyan etmiş oldular. Dolayısıyla,
Allah'ın rahmetinden yüz çevirdiler: «Bunlar
giizel, iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, daha dünya
hayatında çabaları boşa gitmiş kimselerdir» (Kur'an,
Kehf, 18/104).
Bu
gibi kimselerden bazılan "0, bir sebeptir (illet)" dediler. Bazılan da "Hayır, 0, bir sebep (illet)
değildir" dediler. Bir diğer kısmı da "Hakk'ın Zâtı’nın
cevher ya da araz ya da cisim olması doğru olmaz, uenniyyet"inin
(benlik, kimlik, hüviyyet) aynı, "mahiyet"inin
aynıdır; bu on kategoriden hiçbirine dahil olmaz"
dediler. Bu konuda lafı uzattılar da uzattılar, tıpkı şu
atasözünde olduğu gibi hareket ettiler: «Duyuyorum
değirmende gürültü pek çok, fakat teknede hiç un yok!»
215. Sonra, Şeriat geldi ve üzerinde akılların düştüğü
çelişkileri ortaya koyup açıkça gösterdi. Gelmek, inmek,
istiva etmek, ferahlamak, gülmek, el, ayak sahibi olmak ve bu
gibi "hadis"
(sonradan olma) varlıkların sıfatlarından olan şeyler hakkında
sahih haberlerde bize rivayet edilen hususları AIlah için
sabit olmakla beraber «O'nun
benzeri gibi hiçbir şey yoktur» (Kur'an, Şüra,
42/12) Kur'an nassını da getirdi. Dolayısıyla, eğer aklın
delalet ettiği gibi, bu sıfatlar Allah için muhal olsaydı, o
zaman Allah o sıfatlan Kendine atfetmezdi. 0 zaman Resulü'nün
doğru haberi yanlış olurdu. Çünkü Allah Teala gönderdiği
her Resulü, her Peygamberi ancak kendi kavminin diliyle göndermiştir.
Bunu da, onlara indirdiği şeyleri, yani Allah'ın emir ve
yasaklarını onlara açıkça bildirsin, beyan etsin ve onlar
da bunları iyice anlasınlar diye böyle yapmıştır (Bakınız:
Kur'an, İbrahim, 14/4)).
Nitekim Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem de Allah
buyruklarını bildirmiş, onları tebliğ etmiştir. Onları ümmetine
tebliğ ettiğine dair Allah'ı ümmeti üzerine şahit tutmuştur.
Oysa ki biz, özellikle «O'nun benzeri gibi hiçbir şey
yoktur!» (Kur'an, Şüra, 42/12) ayetiyle ilgili
nisbeti, yani bu Allah kelamının gerçek anlamını bilemedik
ve biz burada geçen kelimelerin yalnızca lafızlarının
kelimelerin dış anlamlarını anladık. Oysa ki, bu
kelimelerin yar edilişine bakıldığında da, onlardan çıkarılabilecek
manâ yine birdir. Fakat oların nisbetleri, ona nisbet edilen
ihtilafla muhtelif olmaktadır, nisbetleri değişmektedir.
Bununla birlikte, onların hakikâtleri muhtelif değildir,
birdir. Çünkü hakikâtler için ihtilaf, değişiklik, çeşitlilik
söz konusu olmaz.
Kim
bu lafızlarla beraber onların manâlarına da vakıf olursa ve
bunların Hakk'a nasıl nisbet edileceğini bilmediğini söylerse,
işte o kimse alimdir, mü'mindir. Kim de bunları
cisimlendirmeden hariç olan tasarruf tarzlarından herhangi bir
tarzla Hakk'a nisbet ederse, o kimse ne mü'mindir ne de alim. Eğer
Allah'ın Zâtı hakkında fikir yürüten bu kimse insaf
etseydi, Allah'ın Zâtı hakkında fikir yürütmezdi, Allah'ın
Zâtını düşünmezdi ve Allah katından gelen haberlere inanırdı.
Çünkü, kuşkusuz habercinin doğruluğu (sıdk)
bir delil ile sabitleşmiştir. 0 sadık haberci, Allah'ın
Resulüdür. İşte, bu babda Allah'ın Zâtı hakkında akılların
delillerinin verdiği hükümlerle söz söylemekten beni
engelleyen bu duygudur, bu düşüncedir. Biz bu konuyla ilgili
olarak, o sıfatların Allah'ın Zâtına nisbet edilmesi
konusunda beliren benzerliği (mümasele) nefyederek, olumsuzlayarak, o sadık haberciden
nakledilen ilme yöneldik.
Sahih
ilim şudur: Allah Zat olarak meçhuldür, bilinmez! O'nun sıfatlanmış
olduğu, varid olan sıfatın hakikatini doğru olarak, tam
olarak bilmek de mümkün değildir.
Ben sana burada nasihat ettim. Öyleyse sen de benim bu
nasihatimi iyi anla! Şeriat sana ne getirdiyse, onlar üzerinde
sebat et, onlar üzerinde sıkıca dur ki kurtuluşa, selamete
eresin!
Allah'ı en iyi bilen yine O'dur! Allah, sözü en doğru olandır!
Biz O'nu tam olarak bilemeyiz, ancak O'nun bize bildirdiği
kadarıyla O'nu tanıyabiliriz.
«O'ndan başka tanrı yoktur! 0, Azizdir! 0, Hakîmdir»
(Kur'an, Al-i îmran, 3/6-18).
Bodrum
- 02.04.2002
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
Kaynak
:
İbn-
Arabi; Futuhat-ı Mekkiye;
Marifet ve hikmet
|