“Bana
seni gerek seni”
Yûnus
Emre
Zamanın
muhakkiki Hiram, zaman makinasının başına oturur oturmaz
bitmek tükenmek bilmez tecessüsüne mağlûp olarak
Karma’nın işine karışmaya karar verdi ve âletin düğmeleriyle
oynamaya başladı. Kendi geçmişine döndü ve kendisinin
karşısına çıktı. Hiram, tabii ki, kendisini tanımadı
ama, ezelî ve ebedî benlik hakikâtinin tesiriyle, bir âşinâlık
hissetti. Bu déjà vu onu müthiş bir şekilde tedirgin etti
ve...
...kötü
oldu...
...muhteris oldu...
...kıskanç oldu...
...mütecâviz oldu....
...öldürdü...
...dirildi...
Bütün
bunlar kendi tabiî seyirlerini sürdürüp var olmaya devam
ettiler. Binlerce defâ kaderini değiştirdi, binlerce yeni
kader oluştu. Geleceğe gitti, mâzi değişti; geçmişe
gitti, âti başkalaştı. O, bunların hepsinde yaşamaya
devam etti. Hiç birindeki o diğerlerindeki onların farkında
değildi. Böylelikle, ezelden beri var oldu, ebede kadar da
var olmaya devam etti. Bir yandan da, bütün bunları
seyrederek, aklınca oyuncak etmişti kaderi, hayâtı, ölümü,
âlemi, sonsuzluğu!
Birden
fark etti ki, onun gibi başkaları da aynı oyunu oynayıp
duruyorlardı. O onlar olmuştu, onlar o... Öldüren de
kendisiydi, öldürülen de. Kavranamaz Hakikat’in İlâhî
kanunu olan mütemâdî tekâmülün mûcibi, ölen Hiramlar
hep kötülerdi: Muhteris olan, hased eden, hazımsız ve hâddini
bilmez olan... Gene birden fark etti ki, her ölenle birlikte
biraz daha Hakikât’e yaklaşıyordu. Etin kemikten ayrılması
dahi mâni değildi buna, sonsuz kaderler içerisinde tekrar
tekrar diriliyordu; daha pâk ve arınmış olarak. Kendisini
öldüren “kendileri”ne şükran duydu. Onlar, kendi
zavallı gerçeklerini yaşarken fenâlık yaptıkları
zannedilen ama Hakikat’e hizmet eden, kendisine kendisinden
daha yakın gerçek birer kardeştiler...
Kâinatın
her yerinde, her zerresinde hayat vardı, ölüm yoktu, ihtimâllerse
sonsuzdu. Sonsuzluk nokta olmuştu ve sonsuz sayıda nokta her
taraftaydı. Var olmayanla mevcut olan, hakikîyle hayâlî, mümkünle
vâcip aynıydı. Ne zaman kalmıştı, ne de mekân. Öyle
bir mâbeddi ki inşâ olunan, ne başı belliydi ne de sonu;
tek mutlak hakîkâtte buluşuyordu bütün taşları: İman.
TAO, sun’îydi, madde hayâldi, mânâ eğreti. Ezel de,
ebed de mahlûktu. İzâfiyet keyfîydi. Kâinat ise, yaratılmışların
en sefiliydi!
Gözleriyle
görüyordu O’nu, çünkü gözleri her yerdeydi. Her şey
onun gözüydü ve her şey sâdece bir hiç cesâmetindeydi;
o O’ydu, O da o.
Yok oluyordu O’nun içinde...
Eriyordu...
Öyle
bir mahvoluştu ki bu,
o ortadan kalktıkça,
O’na
kavuşuyordu!