Namusunu temizlemek adına suçüstü bastığı karısını ve  dostunu öldürmüş, uzun süren duruşmalardan sonra tam yirmi yıla hüküm giymişti. Hapis hayatının acımasız kuralları, koğuşlara egemen olan ağalık sistemi içerinin de dışarıdan pek farklı olmadığını kısa sürede kavratmıştı O’na. Açık görüş günleri babalar evlatlarına sarıldıkça içi burkulurdu. O artık anne katili bir babaydı, evlatlarının gözünde. Onun için, adına ne mektup gelir ne de kapıya çağrılırdı. Eski dostlarından bazıları ilk yıllar ara sıra uğramış, sonra onlar da unutmuştu.

Yığınla kitap ve dergiyi su gibi içmek, günlük gazeteleri satır satır taramak başlıca meşguliyeti olmuştu.
Bazen kahırlanır, soğuk ranza demirlerini, yıkılası duvarları yumruklar derinlerden “Offf!” çekerdi.
Havalandırma saatlerinde volta atarken, yüksek duvarlı avludan  boru ucundan bakar gibi gökyüzünü süzer, engin mavilikten başka bir şey göremezdi. Yıllar olmuştu ağaçları, suları, koyunları ve kır çiçeklerini görmeyeli. Önceleri gün sayar, askerlerin şafak adıyla takvim karaladıkları gibi duvara çentik atardı. Sonra bunu da bıraktı. Koca yirmi yıl saymakla biter miydi hiç? En iyisi alışmaktı ortama. İnsanoğlu neye alışmıyordu ki? Alışmak; Allah’ın en büyük nimetiydi belki de...

Koğuşlarda muhabbetin baş konusu aftı. Mahkumlar, girdikleri ilk günden itibaren hep bu ümitle yaşarlar, gazetelerin en alt satırlarında, haber sayfalarının en kuytu köşelerinde affa dair haber kırıntıları ararlardı. Basit bir dedikodu bile haftalarca gündem olurdu.

Bir gün beklenen oldu ve genel af çıktı. On üç yıl geride kalmış, kalan yedi senesi affa uğramıştı. Arkadaşları valizlerini sevinçle toparlarken o mahzundu. Çıksa ne olacaktı ki? Sıcak bir yuvası, ona sarılacak evlatları, sadık bir eşi, can dostu arkadaşları mı vardı ki? Düşenin dostu olmadığını bizatihi yaşayarak öğretmişti yıllar. Dışarıda bekleyen kan davalıları ise işin cabasıydı. Ne iş kurma imkânı vardı, ne de ona iş verecek insan. Mahkum dendi mi “Sen hele formu doldur, biz seni ararız.” denirdi hep. Köyüne dönemezdi. Bu koca şehirde bir yerlere kapılanmalı, karın tokluğuna da olsa çalışmalıydı.

Cezaevinin ana kapısında nöbetçi askerlerle de vedalaştıktan sonra özgürlüğe yürüdü. Akan trafik, insan kaynayan caddeler, gürültülü çarşılar; ışığı gören yarasalar gibi ürküntü veriyordu. Kar yerleri kaplamış, beyaz örtüye vuran güneş ışınları gözünü almıştı. Elini alnına siper ederek etrafa bakındı bir an. Okunan öğle ezanı ile birlikte içine dolan ılık ümit melteminin esintisi ayaklarını camiye doğru sürükledi.
Yaşlılar, kalın paltoları içinde titreyerek camiye koşar adım girerken şadırvanda abdest aldı. Üşümüyordu. Maneviyatın sıcaklığı vardı suda. Herkes kovsa, dostlar terk etse de terk etmeyecek tek varlığın kapısıydı burası.

Namazdan sonra camiin ak sakallı, nur yüzlü imamı ile tanıştı. “Halimi arz edersem belki yol gösterir, hiç olmazsa teselli verir” diye düşünüyordu. İmam sırtını okşayıp “Evlat, ayak üstü olmaz gel odama” diyerek küçük kütüphaneye götürdü. Sobada kaynayan ıhlamurla nefesini ısıtıyor, hayatını uzun uzadıya anlatıyordu. İmam yorgunluk ve bezginlik göstermeden, kesmeden dinledi serencâmını. “Üzülme evlat! Devasız dert yaratmadı Allah. Valizini camiye bırak. Şimdi biraz dolaş, akşama misafirimsin” dedi. “Ama hocam, ben otele gitsem” diye karşı çıksa da dinlemedi hoca. Boyun büküp utana sıkıla kabul etti.
Hoş, izin verse otelde kalacak parası da yoktu zaten.

Akşam ve yatsıyı birlikte kıldılar. Gece de sohbetleri tövbe ve Allah’tan ümit kesmeme etrafında şekillendi. Cezaevine de öğretmenler, vaizler gelmişti; ama hiçbirinin sözleri bu nur yüzlü ihtiyar kadar ruhuna tesir etmemişti. O’nun kadar moral verebileni olmamıştı.

Misafir odasına geçtiğinde yıllar sonra ilk kez temiz çarşaflarla özenilmiş bir yatakta yatacaktı. Uzun süre uykuya dalamadı.Yorgunluktan baygın düşer gibiydi uykuları. Gece boyunca karmakarışık rüyalarla boğuştu. Rahatı kaçmıştı. Saatler gecenin ikinci yarısına doğru akarken yerinden fırladı. Vicdanı ve şeytanı ile baş başaydı. İçindeki şeytan aklını kurcalıyor, çaresizliğini durmadan yüzüne vuruyordu. Bu evde kalsa kalsa iki gün kalabilir, sonrasında yine kendini sokakta bulurdu. Ya sonrası?.. İyisi mi para bulmalıydı. Kaldığı odada vitrini süsleyen eski eşyalara takıldı gözü. Gümüş şamdan, sedef kakma ahşap  Kur’an rahlesi ve duvardaki hat levhası epey para ederdi.
Vicdanı ve şeytanı arasında dakikalarca gitti geldi.
Karar vermişti; alır gider, izini kaybettirir, nasıl olsa bir daha imamı görmeyeceği için de vicdan azabı duymazdı.

Eşyaları bir çuvala doldurdu. Ayaklarının ucuna basa basa camiin lojmanını terk ederken tedirgindi.
Caddeye çıkınca iyice arttı korkusu. Üstü başı zaten iyi değildi; ya bir polis kimlik sorsa, şüphelense ne derdi? İyisi mi bir sabahçı kahvesinde gün doğana dek pineklemekti. İnşaat işçileri, hamallar, yolcularla dolu kahvede simit ve çayla biraz vakit öldürecek sonra da şehrin uzak bir semtinde elindekileri satacaktı.

Kar, lapa lapa yağarak gecenin siyah tablosuna simli pırıltılar serperken ansızın polis bastı kahveyi. Herkes ayağa kalkmış, eller enseye bağlanmıştı. Belli ki aranan birileri vardı. Kimlikler tek tek kontrol edildi. Tecrübeli komiser kimliğini kontrol ettikten sonra çuvalı açtırdı. Üstü başı, çuvalda olanlar yetti şüphelenmesine. “Bunu da alın oğlum” dedi genç polise. Minibüse bindirildi diğerleriyle. Karakolda bir bir itiraf etti yaptıklarını. Tekrar hapse girmek bir yana o melek gibi adamla yüz yüze gelmek ölümden beter geliyordu. Komiser bir polis memurunu gönderip imam efendiyi çağırttı.

-Hocam, bu adam senin evini soymuş, şansın varmış erken yakaladık. Buyrun eşyalarınızı, diyerek torbayı imama uzattı.

İmam herkesi şaşkına çeviren bir rahatlıkla:

-Hayır, hayır. Bir yanlışlık var komiser bey! Evimi soymadı, dün akşam misafirimdi o benim. Onları ben hediye ettim. O iyi biri. Ben davacı değilim. Bırakın O’nu dedi. 

Komiser:
-Hocam, Allah aşkına yapma, kendi itiraf etti, “Çaldım” dedi, kimi kolladığınızın farkında mısınız? diye çıkıştı.

İmam:
-Ben hediye ettim komiser bey. O yıllarca hapis yatmış, hayattan ürkmüş. Sıkışınca “Çaldım” demiş, kendini anlatamamıştır. Bırakın O’nu, inanın ben hediye ettim, diyerek ısrar etti. Yaşlı imamın manevi kişiliği ağır bastı. Zabıtlar yırtıldı, ifadeler yeniden tanzim edilerek davacı olunmadığına dair imzalar alındı. Serbest kalınca, “Gel evlat, evde valizini unutmuşsun, bize gidelim” diyerek girdi koluna.

Karakoldan ayrılırken başını kaldıramıyordu. Ezilmiş, yerin dibine geçmişti. Bu nasıl  insandı böyle? İmam “Gözlerime bak” dedi. Bakamadı. Dakikalarca yürüdüler. “Gözlerime bak evlat” diye kükredi ihtiyar din görevlisi. Utançla kaldırdı başını. O nur yüzlü çehre yine gülümsüyordu. “Alışacaksın evlat. Yıkmak kolay, toplum dışına itmek de. Ama hüner kazanmakta, hüner sebatla, sevgiyle yeniden inşa etmekte.
Alışacaksın, iyi insan olmaya, alışacaksın!..” diyerek götürdü tekrar cami odasına.

Şimdilerde o katil, hırsız adam camide temizlik görevlisi. Dernekten aldığı maaşla geçiniyor ve hayata sevgiyle bakıyor.

******

Dostlar;
Cezalandırmak Adalet, Affetmek Fazilettir.
Tercih sizin!..

Mehmet DOĞRAMACI
İstanbul - 28.01.2003
asitane1967@yahoo.com
 http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail