Daha önce de
söylediğimiz gibi, sevgilinin ma'düm olması gerekir. Dolayısıyla
sevgili adem halinde, daha varoluşun başlangıcında kendi giysisi
içinde tertemizdir, çünkü ilk zuhuru ve varoluşu anında
kendisini kirletecek ve değerini düşürecek giysileri
giymemiştir.
Temizliğin aslı ise şu hadisde ifade edilmektedir: "Her doğan
çocuk "fıtrat" üzere doğar" İşte burada söz konusu olan
temizliktir. Şiirimizde örtülü (mahcûb) ifadesine gelince, o,
O'nun adem'idir, biz bunu Varlığın şuhûdundan söyledik.
"O hiç kimseye, hiç bir şeye benzetilemez ki" derken de, aynı
şey söz konusudur, çünkü ma'dum olan bir şeye benzetilemez,
nisbet edilemez, fakat seven kendi nefsi için ister. Bu konuyu
da, böylece açıklamış olduk. Şiirin devamı şöyle bitiyor:
aTanrı'ya şükretmek farz oldu bana, Çünkü o sevgili bakire,
bense dulum"
Burada şöyle bir açıklama yapabiliriz: Çünkü sevgili adem
durumundan vücûd durumuna geçmiştir. Adem durumu da simgesel
olarak bir bekâret halidir. Oysa, ben bundan önce, yani doğmadan
önce ilahî sevgiliyi sevmiştim, öyleyse ben dulum, bekâr
değilim, çünkü varlık giysisini giyindim, dolayısıyla ilk
bekâretimi artık korumuyorum.
Bu
açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, aslında ma'dum olan
sevgili, iradesini kullanmayan bir şahısda gerçekleşecek olursa,
sevenin, sevgilisini, sevgilisi için istediği söylenemez,
dolayısıyla tıpkı tabiî sevgide olduğu gibi, onu kendi nefsi
için zorunlu olarak sever. Buna karşılık, eğer sevgili,
iradesini seven üzerinde serbestçe kullanan bir varlıkta -
örneğin Yüce Tanrı veya bir kadın ya da bir çocuk gibi ya da
başka birşey gerçekleştirecek olursa, seven, zikrettiğimiz bu
sevgililerle etkilenir. İşte o zaman o varlığın sevdiği şeyi
sevenin de sevmesi doğru olur, çünkü aşkı sadece onda
berraklaşır. Fakat eğer o varlık, o sevenin sevdiğini
istemeyecek olursa. O zaman seven ilk durumunda, yani sevgiliye
duyduğu adem halindeki sevgisinde kalır, çünkü yukarıda
söylediğimiz gibi, sevgilisi, kendisi üzerinde iradesini
kullanamamaktadır.
Bu son
düşünce, sevgilisinin, yani o mevcudun, sevdiği şeyi sevenin de
sevmesini gerektirmez, çünkü o sevgili, sevenin sevdiği şeyi
sevmemektedir. Bu nedenle, o mevcûd, o sevgili, gerçek sevgili
değildir. O, ancak o sevgilinin varolma yeridir. Gerçekten de o
varlıkta sevgilisini bulması, sevenin gücü dahilinde değildir,
ancak kendiliğinden olursa o başka. Ama eğer sevgili, varlığı
bir mevcûdda bulunan cinsten değilse, kuşkusuz seven için
sevgilinin varolması mümkün olmayacaktır, ancak Hakk'ın
yardımıyla olur. Kuşkusuz Allah, İsa aleyhisselâm'a ve
kullarından dilediği daha başkalarına bu işi lütfettiği gibi,
ona da lütfedebilir. Eğer Allah böyle bir lütufta bulunursa,
sevgi, sevgiliye bir varlık hali vermeye seveni mecbur eder.
Bu kadar
gerçekçi bir tarzda anlattığımız bu konunun tahlilini ve
yorumunu bu kitabın dışında başka hiçbir yerde bulamazsın,
çünkü açıkladığım bu konuyu gerçekleştiren bir kimseyi
görmedim. Bununla birlikte bir sürü seven var; hatta yaratılmış
bütün varlıklar seven durumundadır, fakat sevgilerinin kime
olduğunu bilmezler; sevgilerini hamlettikleri o varlıkla
perdelenirler. Sonuçta sevdikleri varlığın o varlık olduğunu
hayal ederler, oysa ki hakikatte sevginin ikinci dereceden bir
sonucudur o. Gerçekte ise, hiç kimse sevgilisini, sevgilisi için
seviyor değildir, aksine kendi nefsi için sevmektedir. Kuşkusuz
işin aslı böyledir.
Şüphesiz
ma'dum bir varlık irade sahibi olarak nitelendirilemez. Bu
nedenle seven, ma'dum sevgiliyi kendi için sever ve kendi
iradesini sevgilisinin iradesi uğruna terkeder. Eğer bu iş
kendi içinde bu şekilde olmazsa, bu hakikat karşısında sevene,
sevgilisini sadece kendi nefsi için sevmek düşer. Bunu böyle
bil! Böyle anla!
Tabiî
suretinden soyutlanmış ruhani sevgi işte böyledir. Eğer bu sevgi
tabiî suretini giyinirse ve o suret içinde tezahür ederse, tıpkı
yukarıda ilâhî sevgi konusunda söylediğimiz gibi, o zaman
nisbeten ruhani sevgiye daha yakın bir oranda olur, çünkü her
halükarda, tabiat üstü bir suret de olsa o da âlemdeki
suretlerden biridir.
Bil ki,
kolayca algılanan şu duyular dünyasındaki cisimler ve varlıklar
içerisinde değil de, hayal âlemine ait varlıklar içerisinde,
Ruh, tabiî bir suret giyinirse, hayal âlemine ait bu varlıklar
da kolayca algılanabilir bir duruma gelirler. Ancak, bu çok
ince, anlaşılması ve algılanması oldukça zor varlıklarla, gerçek
varlıklar arasındaki farkı ayırdetmek herkesin becerebileceği
bir iş değildir.
İşte bunun içindir ki sahabeler -Allah onlardan razı olsun-
Cebrail aleyhisselâm'ı, bir bedevi suretinde geldiğinde
tanıyamamışlardı, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber,
onlara "îşte bu gelen Cebrail'di, size dininizi öğretmek için
gelmiştir" deyinceye kadar onu tanıyamamışlardı; onun hayal
âleminden gelen bir varlık olduğunu bilememişlerdi. O zaman
Cebrail'in o gelen bedevi olduğu konusunda hiç kuşkuları
kalmamıştı 43.
Aynı şekilde Meryem'e de melek tam manasıyla bir insan şeklinde
gözüktü, çünkü Meryem'in de, ruhlar cesedlere, vücudlara
büründük-leri zaman, ruhlarla ilgili bir bilgisi yoktu44. Hz.
Peygamber ise, bu konuyla ilgili bilgiye sahipti. İnsan
suretinde gelen o varlığın bir melek, yani Cebrail olduğunu
biliyordu.
Kıyamet Günü'nde de Allah kullarına böyle zuhur edecek, öyle ki
kullar O'nu hakkıyla tanıyamadıklarından dolayı gene O'na
sığınacaklardır. Suretlerdeki hem ilâhî hem de ruhani sırlar
hakkında da hüküm böyledir. Hakk Teâlâ, Kendinden haberi olmayan
birine tecelli ettiği zaman da aynı durum söz konusudur.
Allah'ın kendisine böyle lütufta bulunduğu kişi, Hakk'ın
tecellisini meleğin tecellisinden, cinlerin tecellisinden ve
insanların tecellisinden, (tabiî ki bu varlıklara tecelli etme
gücü verildiği zaman, örneğin Kadîb el-Bân ve benzerleri gibi)45
ayırdedecek özel işaretleri bilmesi gerekir.
Topraktan yaratılmış olan insan, kendi suretinde bulunduğu
halde, kendisine bakanın gözünde, suretlerde bir durum
değiştirme gücüne (tahavvül) sahip olduğuna göre, böyle bir
durum değiştirme ruhlarda, cinlerde ve meleklerde daha kolay
olacaktır.
Öyleyse iyi bil! Kimi görmektesin, ne ile ve nasıl görmektesin?
Önünde gözüken durumlar ne üzeredir? Biz bu konuları îlm-i
Hayalin Bilinmesi bölümünde genişçe açıkladık. O halde oraya
bak!46
Ruh tabiî ya da cismani bir suret içinde tecelli ederse, ilâhî
sevgi konusunda da söylediğimiz gibi, bu şekilde tecelli eder,
seven, o sureti ister zahir ister batın için kabul etsin, bu
fark etmez, çünkü bu şeklin dışına çıkılamaz. Bunu böyle bil!
Öyleyse, ruhani sevgi, tabiî sevginin ruhani sevgiyle arasını
birleştirmektedir. Ayrıca kendi nefsi için olan sevgiyle,
sevgili için olan sevginin arasını da birleştir, tabi eğer
sevgili, söylediğimiz gibi, irade sahibi ise. Bütün bu
açıklamalarımıza göre, insanlar neyi sevdiklerini ve sevdikleri
varlığın hangi varlıkta bulunduğunu bilmemektedirler ve falan
varlığı sevdiklerini sanmaktadırlar, oysa ki durumun hiç de öyle
olmadığı senin için artık açık bir şekilde belli olmuştur.
Öyleyse sana öğrettiğim kadarını bil ve seni bu konuda beni
aracı kılarak bilgisizlikten kurtardığı için Allah'a şükret. Bu
kadar açıklama ulaşmayı amaçladığımız maksadımız için
yeterlidir, gerçi bu konunun ayrıntıları pek çoktur; fakat bizim
bu kitaptaki maksadımız, asıl amaca ulaştıracak yöntemleri ve
temel ilkeleri belirlemektir. Allah'a sonsuz hamd olsun!
İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık
Derleyen:
Halil Ilbıra
Bodrum
- 15.06.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
|