TABİİ SEVGİ
Bu sevgi iki türlüdür: Tabiî sevgi ve unsuri
sevgi. Fakat, ruhani sevginin gayesinin ne olduğunu söylemeyi
unuttuk. Öyleyse, onu bu tabiî sevgi bölümünde söyleyelim, çünkü
ruhani sevginin tabiî sevgiyle sıkı bir ilişkisi vardır.
Ruhani sevginin gayesi "ittihat"tır, birleşmedir; yani
sevgilinin zatıyla sevenin zatnın aynı olmasıdır. Sevenin
zatıyla da sevgilinin zatının aynı olmasıdır. "Hulûliyye"47
düşüncesini benimseyenler aslında bu noktayı vurgulamak
istemektedirler, fakat onlar da bu işin aslını
bilmemektedirler.
Öyleyse bil ki, tabiî suret (form); hangi nisbetle ve de cismen
veya ceseden hangi hal üzere tezahür ederse etsin (ve adem
sevgili de adem olarak kalsa da), o suret, o sevgilinin
hayaldeki bir mümessilidir. Bu, hayal mertebesinde (hazreti'l-
hayaliyye), hayalî bir bakış ve ona ait bir gözle idrak
olunabilen varlık (vücûd) misallerinden biridir.
İki sevgili birbiriyle sıkıca kucaklaşınca ya da öpüşünce, her
biri diğerinin nefesini ve tükürüğünü emer. Bu öpüşme ve
kucaklaşma esnasında, birinin nefesi diğerinin içine yayılır.
Böylece her iki sevgili de aynı şekilde nefes alıp verir.
Birinin nefesi çıkar, öbürünün nefesi girer; onun nefesi çıkar,
bu kez de öbürününkü girer.
Tabiî suretlerdeki hayvani ruh da bu nefesden başka bir şey
değildir. Öyle ki, her nefes, nefes alıp verenlerden her
birinin ruhudur. Nefes alıp verme ya da öpme anında nefes onu
diriltir. Böylece Zeyd'in ruhu aynıyla Amr'ın ruhu olur. Bu
nefes bir kez sevenden çıktı mı, sevgi suretinde teşekkül eder
ve sevgi lezzeti, tadı ona eşlik eder. Kendisine intikal eden
nefes birinde ruh olduğu zaman, onun nefesi de. ötekinde ruh
olur. İşte o zaman, o iki şahıstan her biri hakkında
"ittihat"tan söz edilebilir; aşağıdaki şu söz buna uygun
düşmektedir:
"Seven benim, sevdiğim de ben."
İşte tabiî suretlerdeki ruhani sevginin gayesi budur. Birinci
bölümde yazılan bir şiirde bu şöyle ifade edilmişti:
"Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle bir canı bir canla."
Şimdi tabiî sevgiye dönebiliriz. Diyoruz ki, tabiî sevgi
geneldir. Gerçekten, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu aşka
tutulanlar kendi hakikatlerine uygun tabiî suretleri alırlar.
Sevgideki durumlarına göre, tabiî suretler olarak
nitelendirilen bazı özelliklerle tasvir edilirler. Örneğin:
"Vecd" hali, "şevk" hali, "iştiyak" hali, sevgiliyle kavuşma
sevinci, sevgiliyi görme ve onunla kavuşma gibi.
Bu konuda pek çok sahih hadis nakledilmiştir. O hadislere
inanmak gerekir. Örneğin: "Kim Allah'la karşılaşmayı severse,
Allah da onunla karşılaşmayı sever". Gerçi her kul, her an
Allah'ın gözü önündedir. Kulun Allah'ın gözü önünde olmaması
fikri doğru olamaz, çünkü "Allah her şeye şahiddir." (Kur'an,
85/9); Allah her şeyi her an görmektedir. Bununla birlikte,
buradaki karşılaşma hem Allah hakkında hem de kul hakkındadır.
Allah, kendisini, kullarına sevgi ve şevk duyan biri olarak
nitelendiriyor. Kulu, çorak bir toprak parçası üzerine
dalâlete, yoldan çıkmış-lığa düşmüş ve hayattan umudunu kesmiş,
ölüp gideceğine artık iyice kanaat getirmiş bir haldeyken,
üzerinde yiyeceğini ve içeceğini taşıyan bineğini kaybettikten
sonra tekrar onu bulan o kulun, tövbeden geçtiğini görünce çok
sevinç duyduğunu ve memnun kaldığını bildirmektedir. Peki,
Allah'ın kulları için sevinç duyması nasıl olur? Şöyle: Allah,
Mutlak ve Sonsuz zenginliğine rağmen, Sübhan oluşuna, Kudretine
ve kulları üzerindeki Mutlak İradesine rağmen, kulunun tövbe
ettiğini görünce, kaybettiği devesini (bineğini) tekrar bulan
insanın duyduğu sevinçten daha fazla sevinç duyar.
Şu ilâhî sözdeki sırra bak: "Rabb'ımız, her şeye yaratılışını
(varlığını ve biçimini) vermiştir" (Kur'an, 20/50), çünkü
bilmelisin ki O bütün işlere istihkakını vermiştir ve de çünkü
hiçbir ilmin derecesi Allah'ın llm'inin üstünde değildir.
Bu nedenle, Allah şöyle buyurmaktadır: "Benim yanımdaki,
huzurumdaki söz, değiştirilemez." (Kur'an, 50/29), çünkü
gerçekten var olduğu bilinen bir şeyin, vukuuna aykırı hareket
edilemez. Buna göre bir şey bir iş, kulun aklına göre mümkün
görünebilse bile, Allah'ın ilm'ine göre, o imkânlardan birinin
vukuuyla ve Allah'ın o iş üzerindeki İradesiyle, dilemesiyle
(meşie) mümkün olmayabilir.
Allah'ın İradesi bir şeyin var olmasını (kevn)
dilerse, onun var olması gerekir; fakat vuku bulması gereken
şey, bu hakikate göre, mümkün olarak vasıflandırılamaz, (fakat
zorunlu, vacip olarak vasıflandırılır.) Bu nedenle konu üzerine
eğilenler, "varlığı başkasıyla zorunlu" (el-vâcibü'l-vücûd
bi'l-gayrih) deyimi için mümkün terimini kullanmaktan haklı
olarak kaçmıyorlar, çünkü ilâhî iradenin tahkikinde,
gerçekleşmesinde bu daha uygundur. İşte bunun için Allah, "eğer
Allah dilediy-se..." (Kur'an, 16/9) şeklinde konuşmaktadır.
Öyleyse, Allah'ın bu şekilde hitab ettiği ayetlerdeki "lev"
harfi, yani "eğer" bağlacı, imtina, için imtina harfidir, yani
mutlak bir imkânsızlık ifade eder. Gerçek şu ki, İlâhi İrade
yani Allah'ın dilemesi, önceden var olan her şeyden de öncedir,
tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: "Bizim kelimemiz, sözümüz
peygamber kullarımızın size gelişinden çok önce de vardı."
(Kur'an, 37/171).
Yukarıda ifade ettiğimiz "varlığı başkasıyla
zorunlu olan" (el-vâci-hu'l-vücûd bi'l-gayrih) terimi, varlık
(eşya, insan, iş) açısından bakıldığında umümkün" teriminden
daha uygundur, ama aslında tek ve aynı şeydir söz konusu olan.
Göz açıp kapama gibi bir anda olmaktadır bunun gerçekleşimi.
Dolayısıyla "ihtimal" ortadan kalkmış oluyor. Geriye sadece
"mutlak zorunluluk" ya da "şarta bağlı zorunluluk" kalıyor.
Fakat biz bunları bir yana bırakıp asıl konumuza, tabiî sevgiye
dönelim ve sözümüze devam edelim. Bil ki, tabiî sevgi;
gerçekten sevenin, bir varlığı, onda kendi nefsi için bulduğu
mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektirir. Dolayısıyla
seven sevdiği varlığı kendi nefsi için sever, sevgilisi için
değil. Bu hakikat, yani sevgiliyi sevgili için sevme hakikati,
yukarıda ilâhî ve ruhani sevgi bölümlerinde açıklanmıştı.
Tabiî sevgi, kaynağını inam ve ihsan'dan alır, çünkü insan
tabiatı hiçbir zaman bir başkasını, bütün olarak sevmeyi
bilemez, aksine eşyayı ve varlıkları sadece kendi nefsi için
sever ve onlara kavuşmayı ya da yaklaşmayı kendi nefsi için arzu
eder. Bu, her hayvanda ve her insanda böyledir, çünkü insanda da
hayvani bir yön vardır.
Gerçekten de hayvan ya da canlı varlık ve insan, başka bir neden
için değil salt kendi özel varlığını korumak için sever eşini,
fakat varlığı korumanın ne demek olduğunu da bilmez. Sadece
belli bir varlığa kavuşması için, içinden bir çağrı geldiğini
hisseder. İşte onun aşkının temel konusu, sevgilisine
kavuşmadır. Dolayısıyla bu kavuşma olayı belli bir varlıkta
olur. Söz konusu varlık da onu sevecektir kuşkusuz, fakat asıl
olarak değil de sevenin sevgisinin hükmü altına gireceğinden
dolayı. Böyle bir kavuşma, hissidir ya da hissîliğe yakındır.
Daha önce,
"Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda,
Bir teni bir tenle..."
derken bunu ifade etmek istemiştik. İşte tabiî sevginin gayesi
budur.
Eğer sevenin sevgisinin gayesi, herhangi biriyle nikahlanmak
ise, o kimseyle nikahlanarak bu gayesini gerçekleştirir. O zaman
sevgilisinin varlığının bulunduğu yeri araştıracak ve onu elde
etmek için can atacaktır. Demek ki, bu tür bir sevgi ancak iki
kişi arasında doğabilir tek bir kişide değil, çünkü bu, iki kişi
arasında olan bir ilgidir. Bu dediğimiz şey aynı şekilde,
kucaklaşma, öpüşme, iki kişi arasındaki sıkı dostluk ya da daha
başka davranışlar için de geçerlidir.
Burada "eşyanın tabiatı" ya da "eşyanın hakikati" dememizde,
ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisini de rahatlıkla
kullanabiliriz. Bununla birlikte bu durum, öteki varlıklardan
daha çok insan için geçerlidir, çünkü insan, âlemin
hakikatlerini ve ilâhî sureti kendinde toplamıştır; ve gene
insanın, en Kutsal Varlık olan Yüce Tanrı'yla ayrıcalıklı bir
ilgisi vardır; çünkü insan O'ndan zuhur etmiştir; O'nun "Kün!"
sözünden olmuştur.
İnsan, (oluş açısından ele alınacak olursa) ruhuyla, öteki
varlıklarla ilgi kurar. Tabiat âlemi ve temel unsurlarla 48 da,
cismiyle ilgi kurar. Bu nedenle insan, özü itibariyle, temel
unsurlarla ve tabiatla ilgili her şeyi sever. Demek ki, burada
hakikatin üç derecesi söz konusu olmaktadır. Cisimler âlemi,
cesedler âlemi 49 ve ruhlar âlemi.
Bunlardan bazıları unsurî cisimler halindedir. Her unsurî cisim
tabiîdir; bazıları da unsurî değil fakat tabiî cisimler
halindedir. Her tabiî cisim unsurî değildir. Oysa unsurlar tabiî
cisimlerin içindedir ki o durumda bunlara unsurî cisimler
denmez. Felekler (eflâk) ve mülkler (emlâk) böyledir.
İşte bu nedenle, mele-i a'la'daki varlıkların kendi aralarında
yarış ettiklerini biliyoruz. Bu nedenle onlar, Allah-u Teâlâ'nm
şu sözünün kapsamına girmektedirler: "Rabb'in dileseydi,
insanları tek bir ümmet yapardı, fakat, Rabbinin merhamet
ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar, esasen onları bunun
için yaratmıştır." (Kur'an, 11/118 ve 119). Demek ki onlar,
Allah'ın merhamet ettiği kullara muhalif olmakla, onlara karşı
çıkmaktadırlar. "îşte Allah onları bunun için yaratmıştır." yani
hemcinslerine karşı çıksınlar diye yaratmıştır onları. Bu karşı
çıkışın sebebine gelince, çünkü İlahî isimler fazilet yarışı
içindedirler, ihtilaf buradan doğmaktadır. Peki faydalı olan
gelince, zararlı olan nerede olacaktır? Zillete düşüren
gelince, izzete yükselten nerede olacaktır? Genişleten gelince,
daraltan nerede olacaktır? Soğukluk gelince, sıcaklık nerede
olacaktır? Kuruluk gelince, nemlilik; karanlık gelince,
aydınlık; varlık gelince, yokluk nerede olacaktır? Su gelince
ateş; balgam gelince, safra; sükun (hareketsizlik) gelince,
hareket nerede olacaktır? Ve nihayet Rablık gelince, kulluk
nerede olacaktır? Bütün bu çiftler daimî bir şekilde çatışma
halinde olmazlar mı? İki kişiyi birden ilgilendiren bir işte
haram ortaya çıkınca, helalin yeri ne olacaktır? Öyle ki,
birine haram olan şey diğerine helâl olmaz mı? Aynı ve tek
varlık üzerine iki farklı hüküm, bir insana iki farklı statü
verilebilir mi?
İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık
Derleyen:
Halil Ilbıra
Bodrum
- 22.06.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
|