İlahi Aşk
11.Bölüm

TABİİ  SEVGİ

Bu sevgi iki türlüdür: Tabiî sevgi ve unsuri sevgi. Fakat, ruhani sevginin gayesinin ne olduğunu söylemeyi unuttuk. Öyleyse, onu bu tabiî sevgi bölümünde söyleyelim, çünkü ruhani sevginin tabiî sevgiyle sıkı bir ilişkisi vardır.
Ruhani sevginin gayesi "ittihat"tır, birleşmedir; yani sevgilinin za­tıyla sevenin zatnın aynı olmasıdır. Sevenin zatıyla da sevgilinin zatı­nın aynı olmasıdır. "Hulûliyye"47 düşüncesini benimseyenler aslında bu noktayı vurgulamak istemektedirler, fakat onlar da bu işin aslını bil­memektedirler.
Öyleyse bil ki, tabiî suret (form); hangi nisbetle ve de cismen veya ceseden hangi hal üzere tezahür ederse etsin (ve adem sevgili de adem olarak kalsa da), o suret, o sevgilinin hayaldeki bir mümessilidir. Bu, hayal mertebesinde (hazreti'l- hayaliyye), hayalî bir bakış ve ona ait bir gözle idrak olunabilen varlık (vücûd) misallerinden biridir.
İki sevgili birbiriyle sıkıca kucaklaşınca ya da öpüşünce, her biri di­ğerinin nefesini ve tükürüğünü emer. Bu öpüşme ve kucaklaşma esna­sında, birinin nefesi diğerinin içine yayılır. Böylece her iki sevgili de ay­nı şekilde nefes alıp verir. Birinin nefesi çıkar, öbürünün nefesi girer; onun nefesi çıkar, bu kez de öbürününkü girer.
Tabiî suretlerdeki hayvani ruh da bu nefesden başka bir şey değil­dir. Öyle ki, her nefes, nefes alıp verenlerden her birinin ruhudur. Nefes alıp verme ya da öpme anında nefes onu diriltir. Böylece Zeyd'in ru­hu aynıyla Amr'ın ruhu olur. Bu nefes bir kez sevenden çıktı mı, sevgi suretinde teşekkül eder ve sevgi lezzeti, tadı ona eşlik eder. Kendisine intikal eden nefes birinde ruh olduğu zaman, onun nefesi de. ötekinde ruh olur. İşte o zaman, o iki şahıstan her biri hakkında "ittihat"tan söz edilebilir; aşağıdaki şu söz buna uygun düşmektedir:
"Seven benim, sevdiğim de ben."
İşte tabiî suretlerdeki ruhani sevginin gayesi budur. Birinci bölüm­de yazılan bir şiirde bu şöyle ifade edilmişti:
"Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle bir canı bir canla."
Şimdi tabiî sevgiye dönebiliriz. Diyoruz ki, tabiî sevgi geneldir. Gerçekten, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu aşka tutulanlar kendi ha­kikatlerine uygun tabiî suretleri alırlar. Sevgideki durumlarına göre, ta­biî suretler olarak nitelendirilen bazı özelliklerle tasvir edilirler. Örne­ğin: "Vecd" hali, "şevk" hali, "iştiyak" hali, sevgiliyle kavuşma sevinci, sevgiliyi görme ve onunla kavuşma gibi.
Bu konuda pek çok sahih hadis nakledilmiştir. O hadislere inan­mak gerekir. Örneğin: "Kim Allah'la karşılaşmayı severse, Allah da onun­la karşılaşmayı sever". Gerçi her kul, her an Allah'ın gözü önündedir. Kulun Allah'ın gözü önünde olmaması fikri doğru olamaz, çünkü "Al­lah her şeye şahiddir." (Kur'an, 85/9); Allah her şeyi her an görmekte­dir. Bununla birlikte, buradaki karşılaşma hem Allah hakkında hem de kul hakkındadır.
Allah, kendisini, kullarına sevgi ve şevk duyan biri olarak nitelen­diriyor. Kulu, çorak bir toprak parçası üzerine dalâlete, yoldan çıkmış-lığa düşmüş ve hayattan umudunu kesmiş, ölüp gideceğine artık iyice kanaat getirmiş bir haldeyken, üzerinde yiyeceğini ve içeceğini taşıyan bineğini kaybettikten sonra tekrar onu bulan o kulun, tövbeden geçti­ğini görünce çok sevinç duyduğunu ve memnun kaldığını bildirmekte­dir. Peki, Allah'ın kulları için sevinç duyması nasıl olur? Şöyle: Allah, Mutlak ve Sonsuz zenginliğine rağmen, Sübhan oluşuna, Kudretine ve kulları üzerindeki Mutlak İradesine rağmen, kulunun tövbe ettiğini gö­rünce, kaybettiği devesini (bineğini) tekrar bulan insanın duyduğu se­vinçten daha fazla sevinç duyar.
Şu ilâhî sözdeki sırra bak: "Rabb'ımız, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) vermiştir" (Kur'an, 20/50), çünkü bilmelisin ki O bütün iş­lere istihkakını vermiştir ve de çünkü hiçbir ilmin derecesi Allah'ın llm'inin üstünde değildir.
Bu nedenle, Allah şöyle buyurmaktadır: "Benim yanımdaki, huzurumdaki söz, değiştirilemez." (Kur'an, 50/29), çünkü gerçekten var ol­duğu bilinen bir şeyin, vukuuna aykırı hareket edilemez. Buna göre bir şey bir iş, kulun aklına göre mümkün görünebilse bile, Allah'ın ilm'ine göre, o imkânlardan birinin vukuuyla ve Allah'ın o iş üzerindeki İrade­siyle, dilemesiyle (meşie) mümkün olmayabilir.

Allah'ın İradesi bir şeyin var olmasını (kevn) dilerse, onun var ol­ması gerekir; fakat vuku bulması gereken şey, bu hakikate göre, müm­kün olarak vasıflandırılamaz, (fakat zorunlu, vacip olarak vasıflandırı­lır.) Bu nedenle konu üzerine eğilenler, "varlığı başkasıyla zorunlu" (el-vâcibü'l-vücûd bi'l-gayrih) deyimi için mümkün terimini kullanmaktan haklı olarak kaçmıyorlar, çünkü ilâhî iradenin tahkikinde, gerçekleş­mesinde bu daha uygundur. İşte bunun için Allah, "eğer Allah dilediy-se..." (Kur'an, 16/9) şeklinde konuşmaktadır. Öyleyse, Allah'ın bu şe­kilde hitab ettiği ayetlerdeki "lev" harfi, yani "eğer" bağlacı, imtina, için imtina harfidir, yani mutlak bir imkânsızlık ifade eder. Gerçek şu ki, İlâhi İrade yani Allah'ın dilemesi, önceden var olan her şeyden de önce­dir, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: "Bizim kelimemiz, sözümüz pey­gamber kullarımızın size gelişinden çok önce de vardı." (Kur'an, 37/171).

Yukarıda ifade ettiğimiz "varlığı başkasıyla zorunlu olan" (el-vâci-hu'l-vücûd bi'l-gayrih) terimi, varlık (eşya, insan, iş) açısından bakıldı­ğında umümkün" teriminden daha uygundur, ama aslında tek ve aynı şeydir söz konusu olan. Göz açıp kapama gibi bir anda olmaktadır bu­nun gerçekleşimi. Dolayısıyla "ihtimal" ortadan kalkmış oluyor. Geriye sadece "mutlak zorunluluk" ya da "şarta bağlı zorunluluk" kalıyor.
Fakat biz bunları bir yana bırakıp asıl konumuza, tabiî sevgiye dö­nelim ve sözümüze devam edelim. Bil ki, tabiî sevgi; gerçekten sevenin, bir varlığı, onda kendi nefsi için bulduğu mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektirir. Dolayısıyla seven sevdiği varlığı kendi nefsi için sever, sevgilisi için değil. Bu hakikat, yani sevgiliyi sevgili için sevme hakikati, yukarıda ilâhî ve ruhani sevgi bölümlerinde açıklanmıştı.
Tabiî sevgi, kaynağını inam ve ihsan'dan alır, çünkü insan tabiatı hiçbir zaman bir başkasını, bütün olarak sevmeyi bilemez, aksine eşyayı ve varlıkları sadece kendi nefsi için sever ve onlara kavuşmayı ya da yaklaşmayı kendi nefsi için arzu eder. Bu, her hayvanda ve her insanda böyledir, çünkü insanda da hayvani bir yön vardır.
Gerçekten de hayvan ya da canlı varlık ve insan, başka bir neden için değil salt kendi özel varlığını korumak için sever eşini, fakat varlığı korumanın ne demek olduğunu da bilmez. Sadece belli bir varlığa ka­vuşması için, içinden bir çağrı geldiğini hisseder. İşte onun aşkının te­mel konusu, sevgilisine kavuşmadır. Dolayısıyla bu kavuşma olayı belli bir varlıkta olur. Söz konusu varlık da onu sevecektir kuşkusuz, fakat asıl olarak değil de sevenin sevgisinin hükmü altına gireceğinden dola­yı. Böyle bir kavuşma, hissidir ya da hissîliğe yakındır. Daha önce,
"Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda,
Bir teni bir tenle..."
derken bunu ifade etmek istemiştik. İşte tabiî sevginin gayesi bu­dur.
Eğer sevenin sevgisinin gayesi, herhangi biriyle nikahlanmak ise, o kimseyle nikahlanarak bu gayesini gerçekleştirir. O zaman sevgilisinin varlığının bulunduğu yeri araştıracak ve onu elde etmek için can ata­caktır. Demek ki, bu tür bir sevgi ancak iki kişi arasında doğabilir tek bir kişide değil, çünkü bu, iki kişi arasında olan bir ilgidir. Bu dediği­miz şey aynı şekilde, kucaklaşma, öpüşme, iki kişi arasındaki sıkı dost­luk ya da daha başka davranışlar için de geçerlidir.
Burada "eşyanın tabiatı" ya da "eşyanın hakikati" dememizde, ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisini de rahatlıkla kullanabiliriz. Bu­nunla birlikte bu durum, öteki varlıklardan daha çok insan için geçerli­dir, çünkü insan, âlemin hakikatlerini ve ilâhî sureti kendinde topla­mıştır; ve gene insanın, en Kutsal Varlık olan Yüce Tanrı'yla ayrıcalıklı bir ilgisi vardır; çünkü insan O'ndan zuhur etmiştir; O'nun "Kün!" sö­zünden olmuştur.
İnsan, (oluş açısından ele alınacak olursa) ruhuyla, öteki varlıklarla ilgi kurar. Tabiat âlemi ve temel unsurlarla 48 da, cismiyle ilgi kurar. Bu nedenle insan, özü itibariyle, temel unsurlarla ve tabiatla ilgili her şeyi sever. Demek ki, burada hakikatin üç derecesi söz konusu olmaktadır. Cisimler âlemi, cesedler âlemi 49 ve ruhlar âlemi.
Bunlardan bazıları unsurî cisimler halindedir. Her unsurî cisim ta­biîdir; bazıları da unsurî değil fakat tabiî cisimler halindedir. Her tabiî cisim unsurî değildir. Oysa unsurlar tabiî cisimlerin içindedir ki o du­rumda bunlara unsurî cisimler denmez. Felekler (eflâk) ve mülkler (emlâk) böyledir.
İşte bu nedenle, mele-i a'la'daki varlıkların kendi aralarında yarış ettiklerini biliyoruz. Bu nedenle onlar, Allah-u Teâlâ'nm şu sözünün kapsamına girmektedirler: "Rabb'in dileseydi, insanları tek bir ümmet ya­pardı, fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar, esasen onları bunun için yaratmıştır." (Kur'an, 11/118 ve 119). Demek ki onlar, Allah'ın merhamet ettiği kullara muhalif olmakla, onlara karşı çıkmaktadırlar. "îşte Allah onları bunun için yaratmıştır." yani hemcins­lerine karşı çıksınlar diye yaratmıştır onları. Bu karşı çıkışın sebebine gelince, çünkü İlahî isimler fazilet yarışı içindedirler, ihtilaf buradan doğmaktadır. Peki faydalı olan gelince, za­rarlı olan nerede olacaktır? Zillete düşüren gelince, izzete yükselten ne­rede olacaktır? Genişleten gelince, daraltan nerede olacaktır? Soğukluk gelince, sıcaklık nerede olacaktır? Kuruluk gelince, nemlilik; karanlık gelince, aydınlık; varlık gelince, yokluk nerede olacaktır? Su gelince ateş; balgam gelince, safra; sükun (hareketsizlik) gelince, hareket nerede olacaktır? Ve nihayet Rablık gelince, kulluk nerede olacaktır? Bütün bu çiftler daimî bir şekilde çatışma halinde olmazlar mı? İki kişiyi birden ilgilendiren bir işte haram ortaya çıkınca, helalin yeri ne olacaktır? Öy­le ki, birine haram olan şey diğerine helâl olmaz mı? Aynı ve tek varlık üzerine iki farklı hüküm, bir insana iki farklı statü verilebilir mi?

İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık

Derleyen: Halil Ilbıra
Bodrum - 22.06.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail