İlahi Aşk
7.Bölüm

Bu, bizim Allah'ı sevme durumumuzdur, yani: Biz, Allah'ı seviyo­ruz. Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyuruyor: "O onları sever; onlar da O'nu severler." (Kur'an, 5/54). Bununla birlikte, bize özgü olan sevgi ile O'na özgü olan sevgi aynı nitelikte değildir.

Bize özgü olan sevgi, hakikatimizin ona verdiği özellik bakımından ikiye ayrılır; Birine ruhanî sevgi, ötekine tabiî sevgi denir. Bizim Allah'a duyduğumuz sevgi bu iki sevgiyle birliktedir. Fakat bu, tasavvur edil­mesi, anlaşılması ve kavranılması çok zor olan bir konudur, çünkü her­kese, bu konuya müteallik işlerde aynı ilim verilmemiştir ve yine her­kes, bu konuda Allah'tan gelen haberlere inanma konusunda aynı de­ğildir, Bu nedenle Allah, Hz. Peygamberi — selât ve selam üzerine ol­sun— öyle bir ödülle ödüllendirmiştir ki bunun ifadesi şu ayettedir: "İşte sana da böyle Emrimizden gelen bir ruh vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin, fakat biz onu, vahy ettiğimiz o kitabı, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiriyoruz. Ve sen, hiç kuşku­suz, doğru yola götürürsün.'" (Kur'an, 42/52). Demek ki biz de, Allah'ın hidayete erdirmek istediği kullardanız. Allah'a sonsuz hamd olsun!

Allah'a karşı duyduğumuz sevgi konusunda bu izahatı verdikten sonra, şimdi, şu dört çeşit sevgiyi ele almamız gerekiyor. Şöyle ki; Ya Allah'ı sadece O'nun için severiz; Ya Allah'ı kendimiz için severiz, Ya Allah'ı hem O'nun için hem kendimiz için severiz, Ya da Allah'ı severiz ama bu saydıklarımızın hiçbiri için değildir bu sevgi. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Allah'ı ne Kendisi için ne de kendimiz için seviyor değilsek, O'nu sevdiğimize göre, O'nu niçin severiz? Farklı bir incele­me konusu olan bu dördüncü tür sevgi, o halde, nasıl bir sevgidir? Bu ayrı bir bölümdür.

Sevginin bir başka türü daha vardır. Şöyle ki: Eğer biz Allah'ı sevi­yorsak, O'nu bizim tarafımızdan mı seviyoruz yoksa O'nun tarafından mı seviyoruz?

Veyahut da: O'nu hem bizim tarafımızdan hem de O'nun tarafından beraberce mi seviyoruz?
Ya da O'nu bu saydığımız sevgi çeşitlerinden hiçbiriyle değil de, başka bir çeşit sevgiyle mi seviyoruz?

Bütün bunlar açıklama; yorum ve şerh isteyen konulardır. İnşallah ilerde bu konularda söyleyeceklerimiz olacak. Bu ek bölümde ayrıca şu soruları da inceleyeceğiz: Allah'a duyduğumuz sevginin başlangıcı (mebde'i ve menşe'i) nedir? Bu sevginin kendi içinde bir gayesi var mı­dır yok mudur? Eğer bir gayesi varsa, o gaye nedir?
Sevgiyle ilgilenen, zeki ve son derece güzel bir kadından başka hiç kimse bana böyle bir soru sormadı. Aynı şekilde, bu bölümde, inşal­lah, şu konuyu da ele alacağız: Sevgi, sevenin nefsî/zatî bir sıfatı mıdır, yani kişisel bir niteliği midir, yoksa var olan zatı üzerinde zaid (fazla­dan) bir anlam mıdır? Ya da sevenle sevilen arasında varlığı ve gerçek­liği olmayan bir ilgi midir? işte bütün bunları bu ek bölümde açıkla­maya çalışacağız.
Bil ki, aşk ortaklık kabul etmez, ancak sevenin zatı tek ve bölün­mez olursa durum başkadır. Eğer sevenin zatı birçok öğeden meydana gelirse, sevgisi, çeşitli yüzlere, çeşitli nedenlerden dolayı, bağlanabilir. Bu çeşitli işlerin ilgili olduğu varlık tek ve aynı varlıksa, ya da o çeşitli işler o varlığı ilgilendiren birçok işle ilgiliyse, o zaman aşk birçok kişiye bağlanabilir, dolayısıyla insanın birçok sevgilisi olabilir. Eğer sevenin, birden fazla kişiyi sevmesi mümkün olursa, daha fazlasını sevmesi de mümkündür. Müminlerin Emiri bu konuda şöyle demişti38: "Üç güzel kızın eline geçti dizginim Her biri girdi kalbime her yönden benim."
Burada "dizginim" sözcüğünde gizli bir sır vardır. Dizgin sözcüğü tekil kullanılmıştır, çoğul değil. O, üç sevgiliye ayrı ayrı birer dizgin de­ğil de hepsine bir tek dizgin vermiştir. Bu şunu kanıtlamaktadır: Seven birçok kişiyi sevmek durumunda olsa bile, kendisinde en fazla etkili olan tek bir manaya tutulacak ve bu üç güzele o manaya uygun biçim­de J vranacaktır, yani o üç güzelin her birinde o mana vardır. Bunun kanıtı da yukarıdaki beytin ikinci dizesidir:
"Her biri girdi kalbime her yönden benim."
Eğer o üç kızın her birini severken diğer ikisinde olmayan bir mana için sevmiş olsaydı, her birine birer dizgin verirdi ve o dizgini diğer iki­sine vermezdi. Kalbine girerken, her birinin girdiği yer diğer ikisinin girdiği yerden başka bir yer olurdu. Dolayısıyla bu açıklama, bir kişinin bir kişiyi sevmesi durumudur. Fakat burada ise, bu biricik sevgili bir­çok âşığın sevgilisidir. O halde yukarıda ifade edildiği gibi, âşık birçok sevgiliyi sever.
İşte, bizim Allah'a duyduğumuz sevgi böyle bir sevgidir. Bizden ba­zıları Allah'ı Allah için severler. Bazıları da O'nu hem kendileri için hem O'nun için severler. Demek oluyor ki, bu sevgi en mükemmel sev­gidir, çünkü Allah'ı tanıması ve O'nu müşahede etmesi en mükemmel şekle ulaşmıştır. Gerçekten de bizden bazıları Allah'ı şühûd halinde ta­nımıştır: O'nu, yukarıdan beri sayılan nedenlerin hepsi için sevmiştir. Bazıları da var ki, Allah'ı şühûd halinde değil de "haber"le tanımıştır; Allah'ı Allah için sevmiştir. Bazıları da Allah'ı nimetleriyle tanımış ve O'nu kendi nefisleri için sevmişlerdir. Bazıları da Allah'ı bütün bu ne­denlerin hepsi için sevmişlerdir. Bütün bunlar şu demektir: Şühûd an­cak suretlerde olur. Suret ise birçok şeyin birleşiminden doğar. Demek ki âşık da bileşik bir suretin sahibidir. Dolayısıyla âşık sevgilisine dair, herhangi bir tarzda, bir şey işitse, bu tarzda ona dair aldığı haberle onu sever. Tıpkı Hz. Peygamberin şu hadisinde ifade edildiği gibi: "Benim yüzümden bir dostu mu sevdin yoksa bir düşmandan mı uzaklaştın?" De­mek ki, eşyayı O'nun sebebiyle sevmek ve eşyadan O'nun sebebiyle yüz Çevirmek, her şeyden öte Allah'a duyduğumuz sevginin anlamını ve özünü oluşturmaktadır. O zaman O'nun bizden istediği her şeyi gönül hoşluğuyla ve seve seve yerine getiririz. Suretimden O'nu müşahede et­meyen kimse tebea hükmünde olur, tıpkı uzuvlarımızın ve hayvani yönlerimizin nejs-i natıka'mn hükmü altında oluşu gibi ve de ona karşı olamayışları gibi, çünkü onlar nefs-i natıka'nın aletleri gibidir. Allah'ın rızasını kazanma ya da kazanmama konusunda onları istediği gibi ta­sarruf eder, kullanır. İnsanın uzuvlarından her biri kendine bakmayı bı­rakırsa, ancak o zaman Allah'ın razı olduğu şeylerde kendini tasarruf edebilir, çünkü o bunun içindir. Ayrıca, cinler ve insanların (sekalân) dışında, varoluş içindeki her şey aynı konumdadır. Bu konuyla ilgili olarak, Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihini anlayamazsınız" (Kur'an, 17/44).

Allah, bu teşbih olgusuyla, Allah'a sena edilmesini istiyor, yoksa ce­za için değil, çünkü teşbih O'nun Zatına ibadet etmektir. İbadetle bir­likte, ceza vermeyi istemek bir arada düşünülemez.

İşte Allah'a, Allah için duyduğumuz sevgiden doğan sonuçlar bun­lardır. Sübhanallah! Ancak, bazı nefs-i natıkalar, Allah'ı tanımak için donandıkları düşünce yetenekleri Allah'ın ilmini almaya kendilerini el­verişli kılmadığı için, bu temel tutuma aykırı davranırlar.

Bu nedenle, Kur'an'da anlatıldığı şekilde Allah, Âdem'in zürriyetin­den gelen varlıkları kabzetmiş ve onlara kendi nefisleri üzerine zorla şahitlik yaptırmıştı. Bunun sonucunda, o varlıklar Allah'a isteyerek de­ğil fakat kerhen secde etmek zorunda kaldılar, çünkü Allah o varlıkları kabzetmişti. Sonra Allah o varlıkları bu özel durumdan, yani kabz ha­linden çıkardı, onları serbest bıraktı, fakat aslında onlar bilmedikleri bir tarzda gene kabz halindeydiler. Onlar kendilerinin kabz halinden kurtulmuş olduklarını zannettiler39.

O varlıklar bu karanlık bedene kendilerini bağımlı hissedince, ar­zularının kendilerini yönelttiği şeylere koştular ve ancak kendi tabiatla­rına uygun olanı sevdiler. Kendilerini yaratan Allah'ın Rablığı üzerine yaptıkları şahitlikten gafil oldular. Bu konuyu yukarıda da ele almıştık.

İşte bu şekilde, onun düşünme yeteneği ve ayrıca kullandığı bütün öteki yetenekleri ona şöyle dedi: "Sen beni kullanıyorsun fakat benden gafil oluyorsun ve beni terkediyorsun, sanki ben senin kullandığın alet­lerden biriyim. Beni hiç hesaba katmıyorsun. Peki öyleyse kullan beni!" :

Bunun üzerine "Peki" dedi nefis onlara, "ama beni muaheze etme, çünkü ben senin değerini bilemedim. Senin ne üzere olduğunu tam olarak bilmek için, Hakikatinin gerçekleştirdiği konularda istediğin gi­bi tasarruf etmene izin veriyorum. Böylece ben de o konularda seni ta­sarruf ederim."

Düşünce yeteneği -akıl] "Tamam kabul ediyorum!" dedi. Sonra yü­zünü nefse çevirdi, onu kendi efendisi kabul ederek ona şöyle dedi: "Sen kendi zatından ve kendi varlığından gafil olmuşsun. Sen kendi za­tın için bu şekilde mevcut değil miydin? Yoksa yok musun? Ya da hiç var olmadın mı?"

Nefis, akla şu cevabı verdi: "Ben önce yoktum, sonra var oldum!". 3unun üzerine akıl yeniden şöyle dedi: "Seni var eden senin kendi var-ığm mı yoksa senden başka bir varlık mı? İyice bir düşün bakalım ve  hakikati yakalamaya çalış. Bu konuda beni kullan, çünkü ben bu iş için yaratıldım." Bunun üzerine nefis düşünmeye başladı ve bu delilin, kendine verdiği temel kuralı öğrendi. Şöyle ki: Kendiliğinden var olma­mıştı, onu bir başkası var etmişti. Kendisinin tabiî acılara bağımlı oldu­ğunu görünce bir Varedicinin gerekliliği ona zorunlu gözüktü. Bu acıla­rın giderilmesi için alışılagelen sebeplere sarılmak gerektiğini anladı. Böylece kendi varlığı içinde, kendini var eden sebebe bütünüyle bağlı kalması gerektiğini idrak etti.

Kendisinin hadis olduğunu, yani sonradan yaratıldığını ve kendisi­ni var eden bir Sebebin olduğunu tesbit edince nefis, düşünmeye başla­dı. Bu Sebebin kendisine benzemesi gerekmediğini ve kendisi gibi muhtaç olmadığını, tam aksine, kendisini saran acılara O'nun ortak bir yanının olmasının O'na uygun düşmeyeceğini bildi. Bu sebeblerin, yok­ken sonradan olduğunu, değişmeye ve bozulmaya tabi olduğunu müşa­hede etti. Bütün bunları kavradıktan sonra, kendisini yaratan, ve ken­disi gibi sonradan olmuş (ârızı bütün varlıkları, ve elemlerini yok ede­cek bütün sebebleri yaratan bir Varedicinin olduğunu anladı. Eğer bu Varedici olmasaydı, hastalıkların ve illetlerin çaresinin bulunamayacağı bilincine vardı. Elemleri ortadan kaldıracak sebepleri yaratması hiç kuşkusuz O'nun rahmetindedir.

İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık

Derleyen: Halil Ilbıra
Bodrum - 18.05.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail