Sonunda nefis,
o sebepleri sevecek ve onlara doğru tabiî bir cazibeyle
yönelecek noktaya ulaştı. Bu durumda, kendisini bu denli
etkileyen sevgi ilgisini, o sebepleri yaratan Yaratıcı üzerine
aktardı: Kendi kendine "O'nu sevmem benim için daha iyidir,
fakat O'na uygun davra-şlarda bulunup O'nu razı edecek şeyler
nelerdir bilmiyorum" dedi. Sonunda O'na karşı duyması gereken
sevgiyi doğurdu. Kendini varlık ^inıetiyle nimetlendirdiği, ve
kendisiyle ilgili eşyayı var ettiği için O'nu sevdi. Fakat bu
noktada kaldı. Allah, Âdem'in zürriyetini kabzasına aldığı
sırada, daha önce O'nun Rab lığını ikrar ve tasdik etmişken, bir
anda O'nu unutuverdi.
İşte tam bu
sırada, dışarıdan, kendi cinsinden bir davetçi gelerek, ona,
kendisinin onu yaratan katından gelen bir elçi olduğunu ileri
sürünce, o da ona şöyle dedi: "Sen de benim gibisin ve doğru
sözlü olmamandan korkuyorum. Peki senin yanında seni tasdik
eden, doğruyalayan bir şey var mı? Çünkü bende, bir düşünme
yeteneği var ki onunla beni Var edeni tanımayı başarabildim."
O elçi ona
öyle deliller getirdi ki hepsi de onun söylediğini
doğrulamaktaydı. Bunun üzerine nefis, bunlar hakkında düşünmeye
başladı, onların doğru olduğuna kani oldu ve onlara inandı.
Kendisini var eden Varlığın, başlangıçta kendisini kabzasına
alan ve Rablığı konusunda' kendisine tanıklık
yaptıran,"kendisinin de buna tanıklık yaptığı, Varlık' olduğunu
anladı.
O zaman şöyle
dedi: "Bütün bunlar hakkında hiç haberim yoktu,! fakat şu andan
itibaren, bu ikrarın gereğine uymaya kendimi zorunlu
hissediyorum. Hiç kuşkusuz sen, getirdiğin bu haberde sadıksın,
doğru söylüyorsun, fakat Rabb'imi hangi fiilimle nasıl razı
edeceğimi bilmiyorum. Eğer bana, uyulması gereken ilkeleri
söylersen ve eğer bana kuralları öğretirsen, onlara uyacağım,
Allah'ın bize verdiği nimetlere şükretme konusunda vefalı
davranacağım, göreceksin."
Bunun üzerine
elçi ona Allah'ın gönderdiği temel kuralları gösterdi. O da
istek ve arzularına ters gelse de, onlara şükretmeye başladı,
fakat bu şükrünü ne korkuyla ne de umutla yaptı. Çünkü elçi, ona
ta başlangıçta bildirilen şeyleri tekrar bildirdiği, ve
Varediciyi razı etmek için onlara kesinlikle uyulması
gerektiğini belirttiği zaman, ona bu konulara uyarsa kendi
lehine olacağını, uymazsa kendi aleyhine olacağını ve cezaya
çarptırılacağını daha söylemedi. Zeki nefis bu konularda,
Varedici| yi razı etmek için bütün çabasını gösterdi. Daha önce
kendisine söylendiği gibi, "La ilahe illallah" demeye başladı.
İşte, bütün
bunları nefse öğrettikten sonradır ki elçi, onlara uymanın büyük
bir ödüle ve eksiksiz nimetlere layık olduğunu anlattı ve aynı
zamanda, onlara ters davranmanın da büyük bir cezaya neden
olacağını haber verdi. Nefsin O'na ibadetine sevgi ve rıza da
eklenince, ibadeti sevaba erişmesini ve cezadan kurtulmasını
sağlayan özel bir ibadet oldu. Dolayısıyla o andan itibaren
kendini iki tip ibadet içinde buldu
Birincisi,
Allah'a doğrudan doğruya yaptığı ibadet; ikincisi, umut ve korku
ile yaptığı ibadet. Böylece, kuşkusuz tabiî ve ruhanî durumunun
gerektirdiği ölçüde, Allah'ı, hem Allah için hem de kendisi için
sever oldu. Tabiî durumundan ötürü, umut ve korkuya bağlandı.
Ruhanî durumundan ötürü de, sadece Allah'a (O'nun dışında,
mahrukattan birini sevmiş olsaydı bile) sevgi ve muhabbet
duyarak ibadet etmeye başladı. Demek ki ruhanî yönüyle nefis
Allah'ı yalnızca Allah için sevmekteydi; tabiî yönüyle ise
amacına ulaşmak için sevmekteydi. Hakk Teâlâ onu bu durumda
gördü ve nefsin hakikatinde bölünme olduğunu, yani kendinde iki
ayrı sevgiyi birleştirdiğini bildi. Bu kez kendini kıskanç
olarak vasfetti. Bu nedenle, ortaklık istemedi ve nefsin sadece
Kendisini sevmesini, O'ndan başkasını sevmemesini istedi.
Sonra, Hak
Teâlâ ona tabi'ah suretinde tecelli etti ve ona, kendi nefsinde
inkâr edemeyeceği bir alâmet verdi: Bu da "zarurî ilim" denilen
şeydir. Böylece o surette tecelli edenin O olduğunu bildi; ruhen
ve bedenen, tab'an O'na yöneldi.
Hakk Teâlâ,
nefse gücünü kabul ettirince —tabiatı gereği sebeplerin nefis
üzerinde etkili olacağını biliyordu zaten— nefse bir diğer
alâmet daha verdi. O alâmet sayesinde nefis Hakk'ı tanıdı. Hakk
Teâlâ da bütün o sebepler içinde o alâmetle nefiste tecelli
etti. Böylece nefis O'nu tanıdı ve kendi için değil fakat Tanrı
için o sebepleri sevdi. Böylece o sebeblerin hepsiyle, kendisi
için değil fakat Tanrı için; başka bir şey için değil sadece
O'nun için bir halden başka bir hale geçti. Her şeyde O'nu gördü
ve kendini O'na göre değerlendirdi ve sevindi. Kendisine verilen
bu hakikatle, öteki nefislerden üstün olduğunu gördü.
Gene bu
alâmetle Tanrı, nefsin bizzat tabiî ve ruhanî zatında, nefis
için tecelli etti. O zaman nefis gördü ki, kendinden değil,
ancak O' nunla görüyordu; kendiliğinden değil ancak O'nunla
seviyordu. Dolayısıyla O'nu seven gene O idi. O'nu seven o
değildi. İşte bu gözle, yani kendi gözüyle nefis her varlıkta
O'nu gördü. Dolayısıyla O'nda başkasını sevmediğini bildi.
Seven de Sevilen de, isteyen de istenilen de O idi.
Bütün
bunlarla, nefis için açık seçik belli oldu ki O'na olan sevgisi
hem O'nun içindi hem de aynı zamanda kendisi içindi. Bu son
mertebede, nefis, sadece O'na duyduğu sevgiden dolayı O'nu
müşahede etti. Bu Müşahede O'nun sayesinde oldu, nefis
sayesinde, ya da iki sevginin toplamı sayesinde değil... Bu
açıklamalara yapılacak ilaveler, yok değerindedir.
Bu noktaya
ulaşan nefis, bu sevginin gücünü ve gayesini tanımak istedi. Şu
ilâhî söz üzerinde durdu: "Ben bir gizli hazineydim,
bilinmiyordum; bilinmek istedim..." Nefis, Tanrı'yı, Tanrı
kendisine tabiî bir surette tecelli edince tanıdı. Böylece bildi
ki, Zahir ve Bâtın isimleri tamamen Allah'a uygun düşüyordu,
çünkü Allah ona bu isimlerle tecelli etmişti. Gene bildi ki,
sevgi —ki bu sevgiyle Tanrı bilinmek iste-di— Bâtın ismi içinde
O'nunla alâkalıydı. Gene bildi ki, seven, kendi tabiatı gereği,
bir surete bürünerek teneffüs etmek, nefes alıp vermek istedi,
çünkü ancak bu teneffüs içinde arzu edilen lezzeti ve tadı
buldu. Bu nefes, sevginin (muhabbetin) aslından çıktı ve
yaratıkların içine girdi, çünkü Tanrı, yaratıklar Kendini
tanısınlar diye kendini onlara tanıtmak istiyordu.
işte o zaman
Hak diye isimlendirilen ama' meydana geldi. Yaratıkların hepsi
işte o ama'dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ama' âlemin
cevheri olmuştur. Âlemdeki suretleri, ruhları ve tabiatları,
istisnasız hepsini, o ama' içermekteydi. İşte Tanrı'nın bize
olan sevgisi böyle başladı.
Bizim O'na
duyduğumuz sevginin başlangıcı ise, işitmeyledir, görmeyle
değil. Yani biz o ama' cevherindeyken Tanrı'nın bize söylediği
Kün!" yani "Ol" sözünü işitmemizdir söz konusu olan. Demek ki, o
ama' ilâhî nefesten olmuştur. Şekiller, suretler, ayrıca âlem,
îlahî Kelam hepsi "Kün"den olmuştur. Bizler Tanrı'nın tükenmez
kelimeleriyiz. Allah-u Teâlâ şöyle diyor: "Ey kitap ehli,
dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan
şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın bir
elçisi, O'nun Meryem'e attığı bir kelimesi ve O'ndan bir
ruhtur..." (Kur'an, 4/171). O kelime İsa'dır ve İsa da O'ndan
bir ruhtur; o da nefestir. Bu hakikat canlılarda böyledir. Eğer
Allah onları öldürmek isterse, onlardan nefeslerini alır. Demek
ki canlıların hayatları nefesle sürmektedir. Nefesleri alınınca
hayatları da sona ermektedir. Nefes bölü-münde 41 âlemde ondan
meydana gelen yaratılış şekillerini ele alacağız
Bizler o ama'
cevherinin içindeyken, fakat henüz varoluş haline geçmemişken,
Tanrı'nın o kelâmını, "Küm!" sözünü işittik. Dolayısıyla biz o
cevher içinde suretler halindeydik. Onun içinde zuhur edişimizle
o ama'a da vücut verdik. Böylece o ama' için
vücûdu'l-ma'kulı'den sonra vücûdu'l-aynı de gerçekleşti. Bu da
bizim Tanrı'ya duyduğumuz sevginin başlangıç sebebi oldu.
İşte bunun
için, şarkılar dinlediğimiz zaman, açıktan veya gizlice, ilahî
suretten sadır olan "Kün" kelimesi nedeniyle heyecanlanırız,
duygulanırız, yüreğimize su serpilir. "Kün" kelimesinin açık
şekli, iki harften ibarettir: Kâf ve Nun. Aynı şekilde açıkça
görünen bu âlemin de (el-âlemuş-şehâde) zahir ve bâtın olarak
iki yönü vardır. Zahir yönü Nun harfiyle, bâtın yönü ise Kâf
harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle Kâf harfinin ağızdaki
mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin
mahreci insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü Kâf harfi,
dil ile gırtlak arasından çıkan harflerin sonuncusudur. Nun
harfi ise, dil üze-rinden çıkan harflerdendir. Bu Kün
kelimesinin gayb yönü, Kâf ve Nun harflerinin ortasındaki Vav'la
simgelenmiştir. Vav dudak harflerinden-dir ve zuhurun bir
simgesidir. Aynı zamanda Vav bir illet harfidir, sahih harf
değildir, işte bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan
gelmiştir, çünkü o illet harfidir; illiyet (nedensellik)
harfidir. Gene çünkü, Vav harfi dudak harflerindendir. Dudağın
ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun zahir
yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar.
Bu nedenle,
vücutta canlılık ilkesinin zuhuru, açığa çıkışı ruh
gere-ğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda
hayatiyet veren ruh sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb
halindedir, tıpkı Kâf ve Nun arasındaki Vav harfinin gayb oluşu,
görünmeyişi gibi; çünkü aradaki Vav harfi hazfolmuştur ve sükûn
halindedir. Aynı şekilde Nun harfi de sükun halindedir. Vav
harfi simgesel olarak perde arkasında çalışır; onun varlığı
gaybdır, fakat hükmü ve etkisi açıktadır.
Bizim Allah'a
olan sevgimizin gayesi, sevgimizin ne olduğunun hakikatini
bilmemizi gerektirir. Sevgi, sevenin zatî (nefsi) bir özelliği
midir, yoksa o sevendeki manevi bir sıfat mıdır?. Ya da sevenle
sevilen arasında basit bir ilgi midir? Seveni, Sevgiyle
kavuşmaya çeken bir alâka mıdır?
Biz, sevginin,
seven için zatî (nefsi) bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Bu sıfat
zamanla yok olup gider diye bize itiraz edilecek olursa, deriz
ki sevginin yok olması ancak sevenin varlığının yok olmasıyla
mümkün olur. Öyleyse, seven yok olmadıkça sevgi de yok
olmayacaktır. Aksine düşünülebilecek tek şey, muayyen bir
sevgiliye bağlanmada ortaya çıkar. Bu özel bağlanmanın zamanla
kaybolması mümkündür. Bu bakımdan seveni, muayyen bir sevgiliye
bağlayan ilgi kaybolabilir. Fakat bu kez başka bir sevgiliye
bağlanır, çünkü böyle bir sevgi pek çok sevgiliye bağlanabilmeyi
mümkün kılmaktadır. Seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi
kesilebilir, fakat sevgi sevenin nefsinde sonsuza dek sürer
gider, çünkü sevgi sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması
muhaldir. Demek oluyor ki, sevgi, sevenin bizzat kendisidir,
bizzat özüdür. Sevgi sevende, kendisinden çekilip alınabilecek
zahiri bir sıfat değildir. Dolayısıyla ancak hükmü, yani etkisi
çekilip alınabilir. Öyleyse sevgi, sevenle sevilen arasındaki
özel bir alâkadır; seveni sevilene bağlayan bir nis-bettir.
Sevgi sevenin varoluşudur, başka bir şey değil.
Buna göre,
ister fani olsun ister olmasın, dilediğini sevgiyle nitele!
Sevgi kesinlikle sevenin varoluşundan başka bir şey değildir.
Varoluş içinde sadece seven ve bir de sevilen vardır. Sevgilinin
durumu ma'dûm olmaktır, fakat bu ma'dum un mevcûd olması
gereklidir; ya da mevcûd bir varlıkta vuku bulması gerekir,
ma'dum bir varlıkta değil. Bu iş kesinlikle böyledir, böyle
olması gerekir.
Sevendeki
ilgi, sevgilinin var olmasını, vücud bulmasını ya da vuku
bulmasını kabul eder; sevgili somut varlık olarak nitelen
dinlemediği zamanlarda varlığını değil de vukuunu kabul eder. Bu
durumda vuku' olarak nitelendirilir. Buna şöyle bir örnek
verelim. İnsan, var olan bir şeyin yokluğunu arzulayabilir,
örneğin elem, çünkü elemin varlığı kendisine zarar vermektedir;
çünkü elem insana acı veren bir şey olarak vardır. Dolayısıyla
insan onun yokluğunu ister. O zaman sevgilisinin konusu, henüz
vaki olmamış bir yokluk olacaktır. Eğer bu elem kaybolacak
olursa, elemin yok olması, var olduktan sonra adem haline
geçişiyle yok olması demektir. İşte bu nedenle, seçtiğimiz bu
örnekte vücûd olarak değil de vuku olarak dedik.
Sonuç olarak,
sevgili daima ma'dûmdur. Mevcûd olan birine duyulan sevgi,
ancak, ilgi bakımından, bütün olarak ve bir anda
gerçekleşebilir, çünkü ancak bir mevcuda, ilgi duyulur. Ma'dûm
olan sevgilinin varı oluşu (vücût) ise o mevcûdda zuhur eder.
Nitekim biz bu konuyu daha önce açıkladık. Bu ek bölümse ise,
sana sevginin mahiyetini, başlangıcını, gayesini, sevenin ne
ile ve nasıl sevdiğini, sevenin sevgilisine ya da kendi nefsine
duyduğu sevgiyi açıklamış bulunuyoruz. Böylece bu konuyla ilgili
her şey açıklanmış oldu.
Allah izin
verirse, sözümüze bir sonraki bölümde devam edeceğiz. İlâhi
sevgi konusunda, elden geldiğince ve vaktimiz elverdiğince bol
açıklamalarda bulunduk. Böylece yüz on ikinci cüz burada bitmiş
oldu...
İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık
Derleyen:
Halil Ilbıra
Bodrum
- 25.05.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
|