İlahi Aşk
8.Bölüm

Sonunda nefis, o sebepleri sevecek ve onlara doğru tabiî bir cazi­beyle yönelecek noktaya ulaştı. Bu durumda, kendisini bu denli etkile­yen sevgi ilgisini, o sebepleri yaratan Yaratıcı üzerine aktardı: Kendi kendine "O'nu sevmem benim için daha iyidir, fakat O'na uygun davra-şlarda bulunup O'nu razı edecek şeyler nelerdir bilmiyorum" dedi. Sonunda O'na karşı duyması gereken sevgiyi doğurdu. Kendini varlık ^inıetiyle nimetlendirdiği, ve kendisiyle ilgili eşyayı var ettiği için O'nu sevdi. Fakat bu noktada kaldı. Allah, Âdem'in zürriyetini kabzasına aldığı sırada, daha önce O'nun Rab lığını ikrar ve tasdik etmişken, bir an­da O'nu unutuverdi.

İşte tam bu sırada, dışarıdan, kendi cinsinden bir davetçi gelerek, ona, kendisinin onu yaratan katından gelen bir elçi olduğunu ileri sü­rünce, o da ona şöyle dedi: "Sen de benim gibisin ve doğru sözlü olma­mandan korkuyorum. Peki senin yanında seni tasdik eden, doğruyalayan bir şey var mı? Çünkü bende, bir düşünme yeteneği var ki onunla beni Var edeni tanımayı başarabildim."

O elçi ona öyle deliller getirdi ki hepsi de onun söylediğini doğru­lamaktaydı. Bunun üzerine nefis, bunlar hakkında düşünmeye başladı, onların doğru olduğuna kani oldu ve onlara inandı. Kendisini var eden Varlığın, başlangıçta kendisini kabzasına alan ve Rablığı konusunda' kendisine tanıklık yaptıran,"kendisinin de buna tanıklık yaptığı, Varlık' olduğunu anladı.

O zaman şöyle dedi: "Bütün bunlar hakkında hiç haberim yoktu,! fakat şu andan itibaren, bu ikrarın gereğine uymaya kendimi zorunlu hissediyorum. Hiç kuşkusuz sen, getirdiğin bu haberde sadıksın, doğru söylüyorsun, fakat Rabb'imi hangi fiilimle nasıl razı edeceğimi bilmiyorum. Eğer bana, uyulması gereken ilkeleri söylersen ve eğer bana kuralları öğretirsen, onlara uyacağım, Allah'ın bize verdiği nimetlere şükretme konusunda vefalı davranacağım, göreceksin."

Bunun üzerine elçi ona Allah'ın gönderdiği temel kuralları gösterdi. O da istek ve arzularına ters gelse de, onlara şükretmeye başladı, fakat bu şükrünü ne korkuyla ne de umutla yaptı. Çünkü elçi, ona ta başlangıçta bildirilen şeyleri tekrar bildirdiği, ve Varediciyi razı etmek için onlara kesinlikle uyulması gerektiğini belirttiği zaman, ona bu konulara uyarsa kendi lehine olacağını, uymazsa kendi aleyhine olacağını ve cezaya çarptırılacağını daha söylemedi. Zeki nefis bu konularda, Varedici| yi razı etmek için bütün çabasını gösterdi. Daha önce kendisine söylendiği gibi, "La ilahe illallah" demeye başladı.

İşte, bütün bunları nefse öğrettikten sonradır ki elçi, onlara uymanın büyük bir ödüle ve eksiksiz nimetlere layık olduğunu anlattı ve aynı zamanda, onlara ters davranmanın da büyük bir cezaya neden olacağını haber verdi. Nefsin O'na ibadetine sevgi ve rıza da eklenince, ibadeti sevaba erişmesini ve cezadan kurtulmasını sağlayan özel bir ibadet oldu. Dolayısıyla o andan itibaren kendini iki tip ibadet içinde buldu

Birincisi, Allah'a doğrudan doğruya yaptığı ibadet; ikincisi, umut ve korku ile yaptığı ibadet. Böylece, kuşkusuz tabiî ve ruhanî durumunun gerektirdiği ölçüde, Allah'ı, hem Allah için hem de kendisi için sever oldu. Tabiî durumundan ötürü, umut ve korkuya bağlandı. Ruhanî du­rumundan ötürü de, sadece Allah'a (O'nun dışında, mahrukattan birini sevmiş olsaydı bile) sevgi ve muhabbet duyarak ibadet etmeye başladı. Demek ki ruhanî yönüyle nefis Allah'ı yalnızca Allah için sevmekteydi; tabiî yönüyle ise amacına ulaşmak için sevmekteydi. Hakk Teâlâ onu bu durumda gördü ve nefsin hakikatinde bölünme olduğunu, yani ken­dinde iki ayrı sevgiyi birleştirdiğini bildi. Bu kez kendini kıskanç ola­rak vasfetti. Bu nedenle, ortaklık istemedi ve nefsin sadece Kendisini sevmesini, O'ndan başkasını sevmemesini istedi.

Sonra, Hak Teâlâ ona tabi'ah suretinde tecelli etti ve ona, kendi nef­sinde inkâr edemeyeceği bir alâmet verdi: Bu da "zarurî ilim" denilen şeydir. Böylece o surette tecelli edenin O olduğunu bildi; ruhen ve be­denen, tab'an O'na yöneldi.

Hakk Teâlâ, nefse gücünü kabul ettirince —tabiatı gereği sebeplerin nefis üzerinde etkili olacağını biliyordu zaten— nefse bir diğer alâmet daha verdi. O alâmet sayesinde nefis Hakk'ı tanıdı. Hakk Teâlâ da bü­tün o sebepler içinde o alâmetle nefiste tecelli etti. Böylece nefis O'nu tanıdı ve kendi için değil fakat Tanrı için o sebepleri sevdi. Böylece o sebeblerin hepsiyle, kendisi için değil fakat Tanrı için; başka bir şey için değil sadece O'nun için bir halden başka bir hale geçti. Her şeyde O'nu gördü ve kendini O'na göre değerlendirdi ve sevindi. Kendisine verilen bu hakikatle, öteki nefislerden üstün olduğunu gördü.

Gene bu alâmetle Tanrı, nefsin bizzat tabiî ve ruhanî zatında, nefis için tecelli etti. O zaman nefis gördü ki, kendinden değil, ancak O' nun­la görüyordu; kendiliğinden değil ancak O'nunla seviyordu. Dolayısıyla O'nu seven gene O idi. O'nu seven o değildi. İşte bu gözle, yani kendi gözüyle nefis her varlıkta O'nu gördü. Dolayısıyla O'nda başkasını sev­mediğini bildi. Seven de Sevilen de, isteyen de istenilen de O idi.

Bütün bunlarla, nefis için açık seçik belli oldu ki O'na olan sevgisi hem O'nun içindi hem de aynı zamanda kendisi içindi. Bu son mertebe­de, nefis, sadece O'na duyduğu sevgiden dolayı O'nu müşahede etti. Bu Müşahede O'nun sayesinde oldu, nefis sayesinde, ya da iki sevginin toplamı sayesinde değil... Bu açıklamalara yapılacak ilaveler, yok değerindedir.

Bu noktaya ulaşan nefis, bu sevginin gücünü ve gayesini tanımak istedi. Şu ilâhî söz üzerinde durdu: "Ben bir gizli hazineydim, bilinmi­yordum; bilinmek istedim..." Nefis, Tanrı'yı, Tanrı kendisine tabiî bir surette tecelli edince tanıdı. Böylece bildi ki, Zahir ve Bâtın isimleri tamamen Allah'a uygun düşüyordu, çünkü Allah ona bu isimlerle te­celli etmişti. Gene bildi ki, sevgi —ki bu sevgiyle Tanrı bilinmek iste-di— Bâtın ismi içinde O'nunla alâkalıydı. Gene bildi ki, seven, kendi tabiatı gereği, bir surete bürünerek teneffüs etmek, nefes alıp vermek istedi, çünkü ancak bu teneffüs içinde arzu edilen lezzeti ve tadı bul­du. Bu nefes, sevginin (muhabbetin) aslından çıktı ve yaratıkların içi­ne girdi, çünkü Tanrı, yaratıklar Kendini tanısınlar diye kendini onla­ra tanıtmak istiyordu.

işte o zaman Hak diye isimlendirilen ama'  meydana geldi. Yara­tıkların hepsi işte o ama'dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ama' âlemin cevheri olmuştur. Âlemdeki suretleri, ruhları ve tabiatları, is­tisnasız hepsini, o ama' içermekteydi. İşte Tanrı'nın bize olan sevgisi böyle başladı.

Bizim O'na duyduğumuz sevginin başlangıcı ise, işitmeyledir, gör­meyle değil. Yani biz o ama' cevherindeyken Tanrı'nın bize söylediği Kün!" yani "Ol" sözünü işitmemizdir söz konusu olan. Demek ki, o ama' ilâhî nefesten olmuştur. Şekiller, suretler, ayrıca âlem, îlahî Kelam hepsi "Kün"den olmuştur. Bizler Tanrı'nın tükenmez kelimeleriyiz. Allah-u Teâlâ şöyle diyor: "Ey kitap ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sade­ce Allah'ın bir elçisi, O'nun Meryem'e attığı bir kelimesi ve O'ndan bir ruh­tur..." (Kur'an, 4/171). O kelime İsa'dır ve İsa da O'ndan bir ruhtur; o da nefestir. Bu hakikat canlılarda böyledir. Eğer Allah onları öldürmek is­terse, onlardan nefeslerini alır. Demek ki canlıların hayatları nefesle sür­mektedir. Nefesleri alınınca hayatları da sona ermektedir. Nefes bölü-münde 41 âlemde ondan meydana gelen yaratılış şekillerini ele alacağız

Bizler o ama' cevherinin içindeyken, fakat henüz varoluş haline geçmemişken, Tanrı'nın o kelâmını, "Küm!" sözünü işittik. Dolayısıyla biz o cevher içinde suretler halindeydik. Onun içinde zuhur edişimizle o ama'a da vücut verdik. Böylece o ama' için vücûdu'l-ma'kulı'den sonra vücûdu'l-aynı de gerçekleşti. Bu da bizim Tanrı'ya duyduğumuz sevginin başlangıç sebebi oldu.

İşte bunun için, şarkılar dinlediğimiz zaman, açıktan veya gizlice, ilahî suretten sadır olan "Kün" kelimesi nedeniyle heyecanlanırız, duy­gulanırız, yüreğimize su serpilir. "Kün" kelimesinin açık şekli, iki harf­ten ibarettir: Kâf ve Nun. Aynı şekilde açıkça görünen bu âlemin de (el-âlemuş-şehâde) zahir ve bâtın olarak iki yönü vardır. Zahir yönü Nun harfiyle, bâtın yönü ise Kâf harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle Kâf har­finin ağızdaki mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin mahreci insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü Kâf harfi, dil ile gırtlak arasından çıkan harflerin sonuncusudur. Nun harfi ise, dil üze-rinden çıkan harflerdendir. Bu Kün kelimesinin gayb yönü, Kâf ve Nun harflerinin ortasındaki Vav'la simgelenmiştir. Vav dudak harflerinden-dir ve zuhurun bir simgesidir. Aynı zamanda Vav bir illet harfidir, sahih harf değildir, işte bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan gel­miştir, çünkü o illet harfidir; illiyet (nedensellik) harfidir. Gene çünkü, Vav harfi dudak harflerindendir. Dudağın ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun zahir yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar.

Bu nedenle, vücutta canlılık ilkesinin zuhuru, açığa çıkışı ruh gere-ğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda hayatiyet ve­ren ruh sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb halindedir, tıpkı Kâf ve Nun arasındaki Vav harfinin gayb oluşu, görünmeyişi gibi; çünkü aradaki Vav harfi hazfolmuştur ve sükûn halindedir. Aynı şekilde Nun harfi de sükun halindedir. Vav harfi simgesel olarak perde arkasında ça­lışır; onun varlığı gaybdır, fakat hükmü ve etkisi açıktadır.

Bizim Allah'a olan sevgimizin gayesi, sevgimizin ne olduğunun ha­kikatini bilmemizi gerektirir. Sevgi, sevenin zatî (nefsi) bir özelliği mi­dir, yoksa o sevendeki manevi bir sıfat mıdır?. Ya da sevenle sevilen arasında basit bir ilgi midir? Seveni, Sevgiyle kavuşmaya çeken bir alâ­ka mıdır?

Biz, sevginin, seven için zatî (nefsi) bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Bu sıfat zamanla yok olup gider diye bize itiraz edilecek olursa, deriz ki sevginin yok olması ancak sevenin varlığının yok olmasıyla mümkün olur. Öyleyse, seven yok olmadıkça sevgi de yok olmayacaktır. Aksine düşünülebilecek tek şey, muayyen bir sevgiliye bağlanmada ortaya çı­kar. Bu özel bağlanmanın zamanla kaybolması mümkündür. Bu bakım­dan seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kaybolabilir. Fakat bu kez başka bir sevgiliye bağlanır, çünkü böyle bir sevgi pek çok sevgiliye bağlanabilmeyi mümkün kılmaktadır. Seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kesilebilir, fakat sevgi sevenin nefsinde sonsuza dek sürer gider, çünkü sevgi sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması muhaldir. Demek oluyor ki, sevgi, sevenin bizzat kendisidir, bizzat özüdür. Sevgi sevende, kendisinden çekilip alınabilecek zahiri bir sıfat değildir. Dola­yısıyla ancak hükmü, yani etkisi çekilip alınabilir. Öyleyse sevgi, seven­le sevilen arasındaki özel bir alâkadır; seveni sevilene bağlayan bir nis-bettir. Sevgi sevenin varoluşudur, başka bir şey değil.

Buna göre, ister fani olsun ister olmasın, dilediğini sevgiyle nitele! Sevgi kesinlikle sevenin varoluşundan başka bir şey değildir. Varoluş içinde sadece seven ve bir de sevilen vardır. Sevgilinin durumu ma'dûm olmaktır, fakat bu ma'dum un mevcûd olması gereklidir; ya da mevcûd bir varlıkta vuku bulması gerekir, ma'dum bir varlıkta değil. Bu iş kesinlik­le böyledir, böyle olması gerekir.

Sevendeki ilgi, sevgilinin var olmasını, vücud bulmasını ya da vuku bulmasını kabul eder; sevgili somut varlık olarak nitelen dinlemediği zamanlarda varlığını değil de vukuunu kabul eder. Bu durumda vuku' olarak nitelendirilir. Buna şöyle bir örnek verelim. İnsan, var olan bir şeyin yokluğunu arzulayabilir, örneğin elem, çünkü elemin varlığı ken­disine zarar vermektedir; çünkü elem insana acı veren bir şey olarak vardır. Dolayısıyla insan onun yokluğunu ister. O zaman sevgilisinin konusu, henüz vaki olmamış bir yokluk olacaktır. Eğer bu elem kaybo­lacak olursa, elemin yok olması, var olduktan sonra adem haline geçi­şiyle yok olması demektir. İşte bu nedenle, seçtiğimiz bu örnekte vücûd olarak değil de vuku olarak dedik.

Sonuç olarak, sevgili daima ma'dûmdur. Mevcûd olan birine duyu­lan sevgi, ancak, ilgi bakımından, bütün olarak ve bir anda gerçekleşe­bilir, çünkü ancak bir mevcuda, ilgi duyulur. Ma'dûm olan sevgilinin varı oluşu (vücût) ise o mevcûdda zuhur eder. Nitekim biz bu konuyu daha önce açıkladık. Bu ek bölümse ise, sana sevginin mahiyetini, başlangı­cını, gayesini, sevenin ne ile ve nasıl sevdiğini, sevenin sevgilisine ya da kendi nefsine duyduğu sevgiyi açıklamış bulunuyoruz. Böylece bu konuyla ilgili her şey açıklanmış oldu.

Allah izin verirse, sözümüze bir sonraki bölümde devam edeceğiz. İlâhi sevgi konusunda, elden geldiğince ve vaktimiz elverdiğince bol açıklamalarda bulunduk. Böylece yüz on ikinci cüz burada bitmiş oldu...

İlhi aşk
Muhittin ibni Arabi
Çeviren :Mahmut Kanık

Derleyen: Halil Ilbıra
Bodrum - 25.05.2004
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail