İntibak
eğitimi diye bir kavramı ilk duyduğumda, sanırım lisenin
birinci sınıfında Beylerbeyi’ndeydim.
Arkadaşlarım,
yazın sıcağını, mutlu bir huzura çevirmenin tatlı telaşları
ile yayılmışken şehrin sokaklarına, hangi gücün veya rüzgârın,
beni bu her tarafı taş olan mektebe getirdiğini kavrayamamıştım
henüz.
Hatta bu kavrayamayışım birkaç yıl sürdü de doğrusu.
Kozmosun kanatlarına ait sonsuz tüylerden sadece birinden çıkan
yel, “Taş Mektep” dedikleri ve üç yılımı belki de üç
bin metrekarelik bir alana sıkıştıracağım yere savurmuştu
beni.
Üzerimizde
iş elbiseleri dedikleri soluk yeşilden bir elbise, ayaklarımızda
yılların emekçisi Sümerbank kunduraları ve başımızda
elbiseye uygun keplerle karikatürlerden fırlamış gibiydik.
Evet,
bir ay süre ile intibak edecektik, ama neye?
İntibak
edeceğimizin ne olduğunu bilmeden, girmiştik intibak sahasına.
Annemizden, babamızdan, mahalle arkadaşlarımızdan ve kız
arkadaşımızdan uzaklaştırılmıştık.
Aile kavramı yavaş yavaş elimizden alınıyor, yerine ne olduğunu
daha kestiremediğimiz bir yaşam felsefesi ve tarzı
getiriliyordu.
Çorbayı
nasıl içip masada nasıl oturacağımızdan tutun da hangi
kitapları okuyup hangi lokantaya giremeyeceğimiz bile yavaş
yavaş yeni hayat tarzımıza işleniyordu sinsice.
Kimilerine
garip geldi bu yaşam tarzı, intibak edemiyorum dedi ve
ailesini çağırttı, biz
taşlarla kaplı bir alan üzerinde sağımıza ve
solumuza dönmeyi uygun adım eşliğinde öğrenedururken,
annesi ve babası arkasına takılmış sübyanlar, ellerinde
valizleri ile intibak edemedikleri bir sahadan başka bir
intibak edilmesi gereken sahaya doğru arşınlıyorlardı.
İkinci
yılımda bende bu intibak halinden doğan birtakım davranışlar
ortaya çıkmaya başladı.
Ailemden ayrılmak ve hafta sonu özellikle pazar günü saat
16:00’nın gelmesini istemiyordum hiç.
İşçi
evleri olduğu belli olan bakımsız apartmanların garip göründüğü
Boğaz sırtlarındaki evimizin bahçesindeki ıhlamur ağacını
kıskanır olmuştum, daim olarak özlediğim yerlerde ikamet
ediyor oluşundan mütevelli.
Bunun
Cem Karaca’nın “Ben bir ceviz ağacıyım” şarkısı ile
bir ilgisi yoktu sadece bahçedeki ıhlamur ağacının özlediğim
yerleri özleme gereği duymamasını kıskanıyordum.
İşte
bu dönemlerde “intibak”
kelimesi bunları çağrıştırırken bana, şimdi aynı kelime
evrensel sistemin
önemli yapı taşlarından biri olmaya başladı.
İnsan,
İntibak ismini en
keskin bir şekilde ortaya koyma şansına sahip neredeyse tek
varlıktı.
Kur’an’da “Ahseni
Takvim” olarak yaratılıp daha sonra da “Esfeli
Safilin” olarak yaşama rücu eden insan, bu dönüşümün
yeryüzündeki tüm aşamalarında kendini klonlama şansı
bulabilmişti.
Daha
dünyanın ağır metal ve gazlardan oluştuğu dönemden tutun
da bugünün, atmosferi oluşmuş ve oksijenini soluduğumuz, üzerinde
milyarlarca türün yaşamının sergilendiği dünyanın özellikleri
aynen insana geçmişti.
Genetik
kodlama, tüm mahlukatın temelini oluşturmuş ve bu mahlukat tüm
özelliklerini insana bir biçimde transfer etmişti.
İnsan
gökte kuş gibi uçabilmiş, denizde balık gibi dalıp yüzebilmiş,
kutuplarda soğuğa direnmiş, ekvatorda sıcağa adapte
olabilmiş ve ikisi arasındaki tüm kuşakların özelliklerine
kendini adapte edebilmiştir.
Bu intibak gücü insana buralarda kendinden önce varlık bulan
bitki ve hayvanlardan geçmişti.
Bedensel
intibak, elbette diğer mahlukatın insana milyarlarca yıl hazırlayarak
sunduğu mutasyonla oluşmuştu.
Peki insanın şuur yanı, akıl yanı?!..
Şuur,
aslında hiçbir zaman tekâmül etmez. Salt şuur, her ân aynı
kemâlatta ve değişik oluşlar, üretimler içindedir.
Şuur,
ortaya çıktığı boyutlar ve katmanlara göre kendini kapar
veya açar.
Şuurun
dahi ortama göre kendini kapaması veya açması, malumun ilme
tâbi olduğunu, ilmin maluma tâbi olmadığına işaret eder.
Malum, varlığını Şuurdan (İLİM’den) almıştır.
Aslında “intibak gücü” de
varlığını, Şuurun her zaman tüm mahlukatın özünde
yer alan ve her an mükemmelliğini sabitlemiş yapısından alır.
İntibak,
her ne kadar maddenin içinde
bulunduğu ortamla cilveleşmesi ve içinde bulunduğu ortama
uyum sağlaması olarak algılansa da, aslında tamamen her şeyin
özünde mevcut olan mükemmel şuurun neticesinden başka bir
şey değildir.
Yanma,
kendini bulamamış şuurun neticesi değil, şuurun bulunduğu
ortama göre ortaya koyduğu oluşların neticesidir.
Dolayısı ile “din” adı altında gelen İlahi hükümler,
maddenin özünde bulunan Mutlak Şuur’un madde kaydından çıkıp
kendine has hürriyetine kavuşmasından başka bir amaç için
değildir.
İntibak
etme gücü yüksek birimlerin, Mutlak Şuur’a doğru olan
yolculukları daha hızlı olmaktadır.
İstanbul
- 27.12.2001
http://sufizmveinsan.com
|