| 
          İslâm pratik sosyal yapılarında bir ayrıma 
          gitmesine rağmen, erkek ve dişi ilkelerinin eşitliğini teyid etme 
          eğilimindedir. Bu paradoksu anlamak, İslâm’ın rolleri yukarıdan değil, 
          aşağıdan kuran cinsiyet felsefesinin özünü anlamaya bağlıdır. 
          Peygamber dedi ki, kadınlar akıl adamları 
          ve kalp sahiplerine hükmederler.Ama cahil insanlar kadına hükmederler, çünkü onlar hayvanî bir 
          vahşilikle zincirlidirler.
 Şefkatsiz, nezaketsiz ve sevgisiz olduklarından, hayvanîlik 
          tabiatlarına hükmeder.
 Sevgi ve şefkat insanî vasıflardır, öfke ve şehvet ise hayvanlara 
          aittir.
 Kadın Allah’ın aydınlığıdır, o senin sevgilin değildir. O bir 
          yaratıcıdır onun yaratılmış olmadığını söyleyebilirsin.
 (Hz. Mevlânâ)
 1969 feminist hareketi, dölyatağından başka birşey değildi. 1997 
          feminist hareketinin ise dölyatağı yoktur.
 (Germaine Greer)
 
          ERKEKLER BUNDAN BÖYLE KADINLAR HAKKINDA 
          görüş bildirebilir mi? Bizim söylemimiz, Lacan’ın dişi sıfır rakamı 
          gibi, her zaman temelsiz bir biçimde erkeği mi özneleştirecek? Andrea 
          Dworkin ve başka birçoklarının bu soruya cevabı olumludur. Şu halde, 
          ilahiyatçılara düşen görev, böyle bir ‘bakış açısı daralması’na en az 
          Dworkin kadar yüksek sesle karşı çıkmaktır. Hiç kimse, ahlâkî düşünce 
          ve davranış bakımından diğer cinsi tek taraflı eğitme gibi bir hak 
          iddia etmemelidir. Bunun ötesinde ve en az bunun kadar ciddi başka bir 
          şey de, bizim biyolojik bulgularla desteklenen yürürlükteki akademik 
          feminizmin diyaloji-karşıtı veçhesine itiraz etmemiz gerektiğidir. 
          Zira, akademik feminizm hakikî ‘kadın düşüncesi’nin kategorik olarak 
          erkek düşüncesinden farklı olduğundan hareketle, erkeklerin kadınlar 
          hakkında söyleyecekleri birşeyleri olmadığını iddia etmektedir. Bu 
          bakışa göre, kadın-erkek farkı sadece cinslerin kendilerine özgü 
          meselelere yönelmelerini sonuç vermez, aynı zamanda temelde kavramları 
          ele alış tarzlarını da etkiler. Söylediklerine bakılırsa, bilgiler 
          cinsiyet-bağımlıdır; “neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, 
          cinsiyet farkına göre değişir.”  
          Jean Curthoys, yeni kitabı Feminist 
          Amnesia’da (Feminist Unutkanlık) bu görüşe tepki olarak detaylı 
          yorumlarda bulunur. Curthoys, basit eşitlikten çok, kadın-erkek 
          kimliklerinin teminat altına alınması üzerine oturtulmuş olan 60’ların 
          ve 70’lerin radikal feminist teorisinin çöküşüne matem tutarak, bir 
          tür Friedan’cı köktenciliğe başvurur. Ona göre, geleneksel akademik 
          feminizm, bugün erkek ve dişi arasında topyekün bir epistemik 
          süreksizliği tespit etmek amacıyla günümüz biyolojisini kaynak olarak 
          kullanmaktadır. Böylece, bilim ve gerçeklik hakkındaki tüm sonuçlar, 
          cinsiyetin ahlâkî ve zihnî derinliği üzerine bütün diyalog ihtimalleri 
          dışarıda bırakılarak, bu epistemik süreksizliğe uygun olarak iki kola 
          ayrılacaktır. Böylesi bir yüzeysel ayrım ve tasnif, Curthoys’un da 
          belirttiği gibi, hoşgörülemez birşeydir.  
          Curthoys’un şikâyetinde belirli bir 
          haklılık payı olduğu açıktır. Ama onun savunduğu radikal feminist 
          teorinin de, muhalifleri kadar aşırı gittiği de açıktır. Biyologlar ve 
          felsefeciler, artık erkek ve kadınların gerçekten farklı 
          düşündüklerini, ama birbirlerinin söyledikleri hakkında yargıda 
          bulunamayacak kadar da farklı düşünmediklerini öne süren bir orta 
          konumda birleşiyorlar. Bu çıkarımı kaçınılamaz kılan, sadece pratik 
          tazammunları değildir (meselâ, kadın-erkek için iki ayrı ansiklopediyi 
          hoşgörebilir miydik?). Daha önemlisi, ‘erkek doğrusallığı’nın baskıcı 
          bir ürünü ve aracı olarak gösterilen rasyonalitenin, feminist kopuşun 
          önemli bir gerekçesi olduğu iddiasıdır ve bunun sorgulanması gerekir. 
          Bu noktada, gerçeklik hakkında içsel bakımdan doğruluk değeri taşıyan 
          hakikatler çıkarma girişimlerine şüpheyle yaklaşan kadın söylemi, öte 
          yandan, postmodernizm projesine en üstün şekilde cevap vermeye 
          hazırdır; halbuki erkekler geç modernitenin rasyonelleştirici oyunları 
          arasında zayıf düşmüştür. Bu erkek geriliği tezi, birçoklarının 
          merakını celbetmiş, hatta hoşuna gitmiştir; ama yine de ikna edici bir 
          delilden hâlâ daha mahrumdur. Mâturîdîlerin ısrar ettiği gibi, aklîlik 
          ve ahlâkîlik akıl tarafından temellendirilmenin ötesinde, yine onun 
          tarafından kontrol edilir. Semerkant’tan gelen bu kadim iddia, şimdi 
          bir ‘doğrusal erkek nesnelleştirmesi’ midir? Hayır, hiç kuşkusuz bu 
          sadece bir nesnelleştirmedir: Kadınların kategorik olarak gerçekliğe 
          yaklaşımlarının daha dolaşık, vurgulu ve fevrî olduğunu iddia etmek, 
          onların gerçekler üzerine oturan tartışmalarda daha az yetenekli 
          oldukları anlamına gelebilir. Böyle bir çıkarım —özellikle belli bir 
          ‘kalıplaşmış erkek tipi’yle özdeşleştirildiğinde— feministler 
          tarafından bütünüyle reddedilir. Bunun yanında, etik tepkilerin 
          erkek-kadın arasında önemli ölçüde farklılaşacağı, Prof. Carol 
          Gilligan’ın belirttiği gibi, kesine yakın olarak doğrudur. Ona göre, 
          “kadınlar ahlâkî kararlarını haklar çerçevesinde almaktan ziyade, 
          ilişkiler çerçevesinde alırlar.” Kadınların “ahlâkî karar alma 
          süreçleri, bağlam-odaklı olarak şekillenir.” Bu, tartışma götürmez. 
          Ancak, yaşanan gerçekliğin gürültüsü ortasındaki değer yargıları 
          birşeydir, dünyanın tabiatı hakkında koskocaman genellemeler başka 
          birşey. Ve ikinci alanda ne vahiy ne de akıl, erkek ve kadının illâ ki 
          farklı düşünme tarzları olduğu sonucuna ulaşır.  
          O halde, kasdî veya hatta irade dışı bir 
          erkek söylemi kaçınılamaz ve tabiatında yanlış değilse de, ilerleyen 
          sayfalarda yapılan, erkek-merkezli bir savunma değildir. Bu yaklaşım, 
          olgulara ilişkindir; yoksa, özel bir ‘cinsiyetleşmiş’ bir dil oyunu 
          içerisinde kendi kendini isbata kalkışan bir görüş değil…  
          İkinci bir nokta, cinsiyet-odaklı 
          yaklaşımların bütün problemi maneviyatla ilişkilendirmesidir. İngiliz 
          din felsefecisi John Hick, feminist bir tez öne sürerek, “Ataerkil 
          kültürlerin etkisinden dolayı, birçok kadın kökleşmiş bir aşağılık 
          kompleksiyle mâlûl ‘zayıf’ benliklere sahiptir ve önemsiz işlere 
          yönlendirilirler” demişti. Bu bakımdan, Hick kadınların ruhanî kişiler 
          olma noktasında büyük zorluklarla karşılaştıklarını, çünkü manevî ve 
          ruhanî gayretin ancak âhenkli ve kendine güvenen bir kişilikle mümkün 
          olabileceğini öne sürer. Bu görüşe göre, kadınlar maneviyat yolunda 
          iki basamak atlamak zorunda kalırlarken, erkekler için sadece bir 
          basamak yeterli olmaktadır.  
          Biraz derin düşününce, bu iddianın iki 
          keskin probleme kapı araladığını görebiliriz. Birincisi, bu iddia, 
          üstünde düşünülmediği belli olan geleneksel kalıplaşmış kadın tipini 
          sığ ve kolaylıkla şaşırtılabilir bir durumda konumlandırır. Halbuki, 
          sözgelimi Mekke’deki namaza ya da Bosna’daki mevlide katılan kadınlar 
          gözlemlendiğinde, burada kadınların ibadet ederken sergilediği 
          tavırların erkeklerin davranışına göre zorunlu olarak daha az ölçülü, 
          şuurlu ya da müstakim olduğu söylenemez. Üstelik, sosyal hayatın 
          seküler şartları içinde imana daha ciddiyetle sahip çıkanlar, 
          erkeklerden ziyade kadınlardır. İkinci olarak, Hick’in iddiası, 
          (iradeyi maneviyatın ön şartı olan dünyadan çekilme tutkusuna üstün 
          tutarak) manevî ve ruhanî yükselişin öncelikle mekanik ve söylemsel 
          bir prosedür olduğunu ima eder. Manevî hayat meselesini ispat olunmuş 
          farzeden bir bakıştır bu. Hick’in bu bakışı Hıristiyanlık ve 
          Hinduizmin bazı biçimlerinde değerli bulunabilir, ama sürekli hesap 
          yapan bir iradeyi kasten arka plana iten başka birçok manevî ilerleme 
          biçimi için pek de değerli değildir. Meselâ, bunlar arasından aşka 
          dayalı mistisizmde karakteristik olarak erkek olan nedir? Aklın bir 
          hapishane olduğu hususunda ve, zikir tipleriyle ilgili değişik 
          pratikler vasıtasıyla Allah’ı hissedip irade devreye girmeden 
          muhabbetullaha ulaşma noktasında ısrar, ‘erkek’ maneviyatında da son 
          derece olağandır. Mevlânâ’nın dediği gibi: 
          Aşkın feryat eden fırtınası içinde, akıl 
          bir sivrisinektir.  
          Akıllar o fırtınada gezecek yer nasıl 
          bulabilir? 
          Ve yine:  
          Aşıklar arasında akıl adamı olarak kalma, 
          bilhassa o güzel yüzlü Sevgili’ye aşık isen.Akıl adamları aşıklardan uzak kalsın, pislik kokusu da doğu 
          rüzgârından!
 Eğer akıl adamı gelirse ona yolun kapalı olduğunu söyle, ama aşık 
          gelirse onu yüzer hoşgeldinlerle buyur et!
 Akıl düşünmüş ve neticeye ulaşıncaya kadar, aşk yedinci semâya 
          uçmuştur.
 Akıl hac için bir deve buluncaya kadar, aşk Kâbe’yi tavaf etmiştir.
 Aşk geldi ve eliyle ağzımı kapattı. Ve dedi ki: “Şiiri bırak da 
          yıldızlara yüksel!”
 
          Belki modern bir Protestan ilahiyatçının 
          bunlarla problemi olacaktır ama, çoğu geleneksel din Allah’a giden 
          yolun akıldan değil, kalpten geçtiğini kabul eder. Hatta 
          Protestanlıkta bile, (Schleiermacher’den Bonhoeffer’a uzanan Prusya 
          geleneği, muntazaman, hissî olan’ı epistemolojiyle uzlaştırmaya gayret 
          etmiştir. Dolayısıyla, Hick’in (güya) kadınların erkeklerden daha az 
          akıllı olmasından ötürü ‘ataerkilliğin’ Allah’a açılan kapıyı 
          geleneksel kadınların yüzüne kapadığı şeklindeki düşüncesi, kesinlikle 
          ikna edici olmaktan uzaktır. Hick, basitçe, kendi kültürel ve mezhebî 
          sınırlamalarının kurbanıdır.  
          Bu giriş mahiyetindeki noktaları akılda 
          tutarak, şimdi asıl meseleye geçelim. Din alanında çalışmalar yapan 
          Rosemary Ruether gibi modern kadın yazarlar, ‘dinde cinsiyet’ üzerine 
          yapılacak konuşmaların, en baştan, yani arketiplerden başlatılması 
          gerektiğinde ısrar ederler. Bu düşüncenin akla getirdiği soru şudur: 
          Tanrıya dair imgeler, erkek ve kadının dünyadaki yeri hakkında bize ne 
          söyler?  
          Sexism and God-Talk adlı kitabında 
          Ruether, Tanrının erkek oluşuna işaret eden Hıristiyan mecazlarının 
          düz kelime anlamları üzerinden yorumlanış tarzlarına itiraz eder. Ona 
          göre, On Emir’deki putperestlik yasağı, “sözsel [lafzî] resimleri de 
          içeriyor olmalıdır. Peder kelimesi, kadın değil de erkek anlamına 
          gelecek ve kadınlar değil de erkekler tarafından temsil edilecek 
          şekilde zahirî anlamıyla alınırsa, bu kelime putperestçe olur.” 
          Ruether, Hıristiyan öğretinin Tanrı hakkında tüm dillerin mukayeseye 
          konu olabileceği fikrini teyid eder. Ama yine de, ona göre, Nihaî 
          Hakikat için erkek terimlerinin kullanımı ve karakteristik olarak 
          Tanrı’nın şahsiyeti üzerine Hıristiyan vurgusu, muntazaman, bu tür bir 
          putperestliği netice vermiştir. Ruether’in bu noktada önerdiği çözüm, 
          kapsamlı dil kullanımıdır. Böylece, Tanrıya bazen ‘İlâhe’ bazen de ‘O’ 
          (She) diye de atıf yapılabilir. Ruether, kuşkusuz saçma bir şekilde, 
          ‘özerkliği ve cüz’î iradeyi kullanmayı bir günah derekesine düşüren,’ 
          onun adlandırdığı şekliyle, bir manevî çocuksuluk erdemini teşvik 
          edeceğini varsayarak, ‘ebeveyn Tanrı’ düşüncesine de itiraz eder.
           
          Kendisinin geleneği düzeltme yeteneği 
          noktasındaki prometheus-vari güvenine rağmen Ruether, eski bir Katolik 
          ilahiyatçı olan ve şimdilerde, başka birkaç etkili feminist gibi, 
          kendisini ‘cadı’ olarak tarif eden Mary Daly’nin üstünlüğünü kabule 
          mecbur olmuştur. Daly, Beyond God the Father (Baba Tanrı’nın Ötesinde) 
          adlı kitabında, geleneksel dilin mecazî olasılıklarını dahi reddeder. 
          Baba Tanrı demenin, babalara Tanrı demek anlamına geldiğinde ısrar 
          eder. Nitekim, Teslis’i ‘ezelî bir erkek eşcinsel zevk âlemi’ olarak 
          görür. Dünyanın doğurgan matriksi olarak Tanrı, ona göre, aslında 
          paradigmatik olarak dişidir. Dahası, cennetin aynası olarak dünyanın 
          kendisi de, ‘meyve verdiği’ için, dişidir. Erkek unsuru ise, yabancı 
          kuvvettir; yıkıcılık, saldırganlık ve günaha açılan kapıdır. Daly, 
          görünen o ki, Tanrı’nın dişi, ‘boynuzlu’ şeytanın ise erkek olduğu 
          neredeyse dualistik bir anlayışla meseleye yaklaşmaktadır. Bu cinsiyet 
          Maniheizmi, Augustine’nin erkek-merkezli bakış açısının garip bir 
          tersine çevrimi olarak görülebilir. Herşeye rağmen, Daly’nin binlerce 
          satış yapan kitaplarının muazzam derecede etkili olduğunu da belirtmek 
          gerekir.  
          Kuşkusuz, ilâhî olanla ilgili her ifade, 
          erkek-merkezli değil. Fransız feminist Luce Irigaray, bunun genellikle 
          Batıda gözlemlendiğini ve Batıda ‘her konu ve söylemin muhafızı olan 
          Tanrı’nın cinsiyetinin her zaman ataerkil ve erkeksi’ olduğunu 
          belirtir. Ortodoksluk bile, kutsal’a mecazî cinsiyet atfında daha 
          aporetiktir. Venedik’te Tintoretto’yla yaptığı çalışmalar neticesinde 
          bakışını anavatanı Girit’in zamansız ikon-resminden, kas gücüne dayalı 
          Karşı-Reformasyon’un Toledo’suna kaydıran El Greco’nun resimleri, 
          perspektif, ifade ve biçime verdiği önemle, adım adım bir 
          somutlaştırma sürecini yansıtır. Onun geç dönem ‘Katolik’ İsa 
          resimleri, ilâhî olmaktan ziyade insanîdir; ve bu yüzden de daha 
          insansı ve otantik olarak erkektir.  
          Bu bakımdan, bizim geleneğimiz, belki 
          öteki bütün geleneklerden daha fazla, Batılı bir gelenek değildir.
           
          İslâm ilahiyatında harikulâde bir şekilde 
          cinsiyetleşmiş bir Ulûhiyet imgesi yoktur. İlâhî olan’ı bir bedende 
          vücut bulma suretiyle ifşa eden Hıristiyan ve Yahudi ilahiyatı, onu 
          bir cinsiyet içine yerleştirir; ve kaçınılmaz bir şekilde diğer 
          cinsiyet üzerinde de hükümde bulunur. İlâhî olan’ın bir kitap içinde 
          belirtildiği İslâm ilahiyatı ise, cinsiyet hakkında bir hüküm vermez; 
          çünkü kitaplar cinsiyet-dışıdır. İlâhî olan, ilâhî olarak kalır, yani 
          cinsiyetsizdir—yeryüzünde tam anlamıyla kurtarıcı bir biçimde ifade 
          edildiğinde bile.  
          Bu öğretinin kaynağı, mü’minler için 
          sorunsuzdur. Seküler tarihçiler, erken İslam’ın ahitsel olarak 
          tanımlanmamış olduğunun teyidi olarak, bunu farklı bir surette 
          görebilirler. İlâhî olan’a dair erkek-biçimli görüşler, ‘Tanrı’nın 
          gelini’ olarak İsrail imgesi sebebiyle, komşu beldedeki 
          tanrıçaya-tapınma olgusuna muhafelet içinde bir cemaat suretini almış 
          bulunan Yahudilikte kaçınılmazdı. Bu, Hıristiyan kilisesinde ‘Yeni 
          İsrail’ ve ‘İsa’nın gelini’ olarak devam etti; tâ ki Kilise Babaları 
          geç antik dönemin ilâhe kültüne ve cennetten yeryüzüne Düşüş’ten 
          sorumlu tutulan ‘kadın’a savaş açana dek. Fakat İslâm’ın mü’min 
          topluluğu, ümmet teriminin ilginç anacıl tınılarına rağmen, kendisini 
          asla feminen bir varlık olarak görmedi. Kurtuluşun tarihine dair 
          İslâmî anlayış, Allah’ın erkek olarak resmedilmesini gerektirmedi.
           
          Bir ilahiyatçının duruş noktasından 
          bakıldığında; denilebilir ki, İslâm Ruether’in tarif ettiği zorluğu 
          Tanrı’nın aşkınlığı (tenzih) vurgusuyla önler. Hıristiyan yorumcuların 
          serzenişte bulundukları Müslüman Tanrı’nın soyut oluşu da, aslında 
          cinsiyet-tarafsız bir Tanrı imajına izin verir. Bununla birlikte, 
          Allah cinsiyetsiz olmadığı gibi, erkeği üstün tutuyor da değildir; O, 
          basitçe, cinsiyet-üstüdür. Bu alanda genelde Hıristiyanlıkta 
          olduğundan daha az sorunu olan Yahudiler bile, bu kadar yüksek bir 
          yoruma sahip değillerdir. Dindar Yahudiler tarafından her sabah ve her 
          akşam okunan Sekizinci Takdis Duasındaki şu sözler buna delildir: “Ey 
          Babamız, bizi senin Şeriatına döndür.” Ve Tesniye, 8:6: “Bir adamın 
          oğlunu terbiye etmesi gibi, Rabbin Allah da seni terbiye eder.” 
           
          Allah’a ‘Baba’ yakıştırması yapan böylesi 
          atıflar, Eski Ahit’te [Tevrat] Yeni Ahit’ten [İncil] daha azdır, ama 
          yine de epey vardır ve cinsiyete duyarlı liberal ilahiyatçılar için 
          yoldaki diken gibidir. Yüzümüzü Kur’ân’a çevirdiğimizde ise, mecazdan 
          sıyrılmış bir Uluhiyet imgesini buluruz. Tanrı sadece Allah, yani 
          el-İlah’tır, tek ilahtır; asla Baba değil. Allah’a müzekker zamirle 
          atıf yapılır: Allah O’dur (hüve); üstelik dilbilimci ve tefsirciler 
          bunun kinayeli bile olmadığında mutabıktırlar. Arapça’da cinsiyet 
          yoktur; ve müzekker zamir, Arapça’da cins isimler için de kullanılır. 
          Herhangi bir şekilde erkek üstünlüğü ima edilmez.  
          Çağdaş Ürdünlü ilahiyatçı Hasan es-Sakkaf 
          İslâm ilahiyatının daima çağların önünden gittiğini vurgular: Allah ne 
          hakikaten ,ne de mecazî olarak cinsiyetleşmiş değildir. Kur’ân birçok 
          düzeyde Kitab-ı Mukaddes’teki görüşleri sürdürür, ama aralarında 
          çarpıcı bir farklılaşma da sözkonusudur. Kur’ân’da Tanrı’nın tasvir 
          edilişi, yeni ve iki-kutuplu bir kayıta, Doksan Dokuz İsme, yani 
          Esmâü’l-Hüsnâ’ya kaymıştır.  
          Cinsiyet meselesi üzerine kafa yormuş 
          bulunan Müslüman kadınlar, sanırım iyi bir nedenle, bu çarpıcı noktayı 
          yakalamışlardır. Örnek olarak, Müslüman kadın yazar Sertaz Aziz şöyle 
          der: 
          “Benim Allah hakkındaki ilk fikirlerimin 
          İslam’la şekillenmesinden dolayı gerçekten çok memnunum. Çünkü, 
          Kadîr-i Külli Şey’i cinsiyet ya da ırktan, bu sayede de ataerkillikten 
          bütünüyle uzak surette kavrayabildim… Biz cinsel kimlikten tamamen 
          yukarıda olan bir ilâh fikrinden yola çıkıyoruz. Dolayısıyla da, 
          ataerkillik tarafından oluşturulan değer sisteminin bütünüyle dışında 
          kalıyoruz.” 
          Bu pasaj, diyalog çerçevesinde kadın 
          meselelerine değinen modern Katolik yazar Maura O’Neill tarafından 
          alıntılanmıştır. Ki, haklı olarak şu sonuca varır O’Neill: 
          “Müslümanlar, cinsiyet rollerinin inşasında, bilinçli ya da bilinçsiz 
          bir araç olarak bir erkek Tanrı kullanmazlar.”  
          Kuşkusuz, bütün bunlar, cinsiyetin 
          Müslüman metafiziğinde olmadığı anlamına gelmez. Kelâm alimleri, 
          yetkin aşkıncılar [transcendentalists] olarak, cinsiyeti 
          fiziksel-olmayan dünyadan kovmuşlardı. Ancak mistikler, içkinciler 
          [immanentists] olarak, cinsiyeti hemen herşeyin içinde okurlar. 
          Hıristiyanlıkta, üçlü Uluhiyette bir ilişkisellik ve erkek vurgusu 
          sözkonusu iken; İslâm’da ilişkisellik Uluhiyet cihetinde yoktur, ama 
          Esmaü’l-Hüsnâ’da çokça vardır. Kant’ın tabirlerini kullanırsak, 
          numenal Tanrı nötürdür; ama buna karşılık, fenomenal Tanrı, bir değil 
          iki cinsiyet üzerinden tecelli eder. İslâmî düşüncede bu geleneğin 
          öncü iki modern alimi, her ikisi de tasavvufun dinamik kozmolojisi ile 
          Taocu dünya görüşü arasındaki paralellikleri çalışmış olan Izutsu ve 
          Murata’dır: Her ikisi de, varlığı, nihaî olarak Bir’de karar kılan 
          zıtlar arasında dinamik bir karşılıklı-oyun olarak görür.  
          Sufi metafizikçiler, celâlî isimler ve 
          cemalî isimler olarak adlandırılan İlâhî İsimler arasında çoktandır 
          geçerli olan bir ayrım yapıyorlardı. Celâlî isimler el-Kavî, 
          el-Cebbar, el-Hakem gibi isimleri içerir; ve bunlar daha çok erkeğe 
          ait görülürler. Cemalî isimler, er-Rahmân, el-Halîm, el-Vedûd ve başka 
          bazı isimleri içerir ki, bunlar da arketipsel olarak dişi görülürler. 
          Buradaki kritik mesele, her iki kümenin de birbirinden üstün 
          görülemeyeceğidir; çünkü hepsi de eşit derecede Allah’ın isimleridir. 
          Vâkıa, Kur’ân’daki esmâ-i ilâhiyeden bariz bir şekilde en çok göze 
          çarpanı, er-Rahmân’dır. Ve bu ismin açık bir şekilde müennes tınıları, 
          bizzat Peygamber (a.s.m.) tarafından ifade edilmiştir. Onun öğrettiği 
          rahmet (merhamet yüklü şefkat), dölyatağı anlamına gelen rahim 
          kelimesinden türemiştir. Dolayısıyla, farklı unsurları ihtiva eden 
          varlığa şekil verilmesini sağlayan kozmik matriks (tüm temel ilkelere 
          dayalı sistemlerde olduğu gibi), bariz bir şekilde dişildir; Allah an 
          sich, cinsiyet ya da başkaca özellikler açısından bundan hariç kalsa 
          da, bu böyledir.  
          Bunu destekleyen ilave bir teyid, meşhur 
          bir hadisten gelir. Buhârî tarafından bizim için korunmuş bu hadis, 
          Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethi sırasında bir kadının sıcak 
          güneşin altında çocuğunu aramakta iken nasıl oradan oraya 
          koşuşturduğunu tasvir eder. Kadın sonra çocuğunu bulmuş ve “Yavrum, 
          yavrum!” diyerek sinesine bastırmıştır. Peygamber’e eşlik edenler de 
          bunu görmüş ve gözyaşlarını tutamamışlardır. Peygamber onların 
          şefkatini görmekten memnun kalmış ve şöyle buyurmuştur: “Bu kadının 
          çocuğuna gösterdiği şefkate mi şaşırıyorsunuz? Ruhumu elinde tutan 
          Allah’a andolsun ki, ahirette Allah O’na iman eden kullarına bu 
          kadının oğluna gösterdiğinden daha fazla rahmet edecektir.” 
           
          Ve yine: “Semayı ve arzı yarattığı gün 
          Allah yüz rahmet yarattı; ki her biri cennet ile yeryüzü arasındaki 
          mesafe kadar büyüktür. Ve bir rahmeti de annenin çocuğuna merhameti 
          olarak yeryüzüne indirmiştir.”  
          Bu apaçık rahmeti fenomenal Tanrı’nın 
          ‘anacıl’ boyutuyla özdeşleştirerek resmeden gelişmiş tasavvuf 
          geleneği, alışıldığı şekliyle, Allah’ın bütün yaratıcı veçhesini 
          ‘dişil’ olarak, ve de merhametli olarak tanımlar. Bizzat Yaratılış, 
          Rahman’ın nefesidir (nefesü’r-Rahmân). Yine, ikincil sebepleri 
          reddederek ilâhî kudreti tenzihte ısrarlı olan Eş’arî vesileciliği de, 
          sırf vücuda getirilmiş olması gerçeğinden hareketle, bizzat zuhurat 
          dünyasını cinsiyetleştirerek mistik bir düzleme kayar. Zaten, 
          Kur’ân’da da “Biz herşeyi çiftiyle yarattık” buyurulur.  
          Tanrı’nın bu ‘dişi’ veçhesi, öte yandan, 
          büyük mistik şairlerin çoğunun Tanrı’ya Leylâ—ilâhî sevgili—diye 
          atıfta bulunmalarına yol açmıştır. Arapça isim olan Leylâ ‘gece’ 
          anlamına gelir. Leylâ, örtülü, gizli olan ve bilinmeyen o Allah’tır 
          ki, yaşamı dünyaya getirir ve güzelliği bir kez kendini açığa 
          vurduğunda âşığın gözlerini kamaştırır. Bu geleneğin bir dalını 
          oluşturan şairler, maneviyat yolcusunun Sevgilide yok olmak üzere 
          aradan ‘örtü’yü —bu çağrışım, yoldan çıkma ve günah içindir— 
          kaldırarak vecd haline geçmesi için, dürüst konuşmak gerekirse, erotik 
          bir dil kullanırlar. Türk edebiyatında bu Âşık Paşa’nın lirik 
          Garipnâme’siyle başlar ve Akşemseddin’in oğlu Hamdi’nin Leyla ve 
          Mecnun dramasında zirveye çıkar. Ve mistik Arap şairlerinin en büyüğü 
          olan ‘sultânu’l-âşıkîn’ Kahireli İbnu’l-Fârıd, şunları terennüm eder: 
          Beni ayıplasa da, o Sevgiliye selâmımı 
          ilet—Sevgiliden gelen haberler, bana şarap gibidir.  
          Ruhumu feda ettim ben aşka, ruhum O’na 
          feda olsun! Kıyametten önce, benim kıyametimin vakti geldi!… 
          Burada, insan Hıristiyan düğün 
          mistisizmini hatırlıyor, ama aslında tam tersi. Düğün mistisizminde 
          Avila’lı St. Teresa, kendini İsa’ya teslim etmek için duyusal imgeleri 
          kullanır. Ancak yine, İsa, Oğul Tanrı olarak, erkektir. İslâm 
          mistisizminde ise ilâhî sevgili genelde belirsiz, yahut açıkça ‘kadın’ 
          olarak tasvir edilir.  
          Sonuç olarak, kelâm cinsiyeti kaldırır; 
          ama maneviyat, onu coşkun bir şekilde bir metafor, bir mecaz konumuna 
          yerleştirir ve bu münasebetle iman ile ihsan arasında mevcut olan 
          ayrımın boyutlarını aydınlatır. İman ve ihsandan sonra bu üçlünün 
          sonuncusu olan ve dinin haricî biçimlerini ihtiva eden İslâm ise, 
          cinsiyeti varlığın temel bir niteliği olarak tarif eder ve onaylar; ve 
          bu, İslâm hukukunun ve Müslüman hayat düsturlarının birçok şartında 
          ifadesini bulur.  
          Büyük Misak’ın (Mîsâk-ı Azîm) yeniden 
          tanzimi hükmünde olan İslâm tarafından emredilmiş hayat modeli, 
          başlangıçtan beri varolan temel ilkelere dayanır; ve dolayısıyla, 
          hayatı seven ve insanın hormonal ve genetik boyutlarını tasdik eden 
          bir modeldir. Vücut, akıl ve ruh yaratılmış aynı olgunun boyutlarıdır 
          ve aralarındaki ilişkilerden ötürü hepsi de cinsiyetle alâkalıdır. 
          İnsan tabiatı bir bütünlük içinde algılandığı müddetçe, bir mahlûk 
          olarak insanın ruhanî özünün belli bir cinsiyete sahip olmasında 
          problem yoktur—zaten, İslâm her bir cinsin istidadını en üst derecede 
          tasdik eder. Bizatihî Peygamber (a.s.m.) de, ancak bu ışık altında 
          anlaşılabilir: Onun erkekliği, onun bütünlüğüne ve dolayısıyla onun 
          kudsiyetine işaret eder. Onun kadınlığı kutsaması, çok eşliliği, Hz. 
          Süleyman’ın erkekliğini ya da diğer İbranî peygamberlerin, veya hatta 
          Krişna’nın erkekliğini hatırlatır. O, hayatı bir bütün olarak 
          yaşayarak, ilâhî olarak tayin edilen doğurganlık hakikatini tamamen 
          benimsemiş ve kutsamıştır. Halbuki, onun yükümlülükleri sıradan 
          Müslümanlara göre çok daha ağırdı. Hasâis, yani Şâri’ Teâlâ’nın sadece 
          ona has kıldığı ve Suyûtî’nin Hasâisu’l-Kübrâ kitabında sıralanan, Hz. 
          Peygamberin ifa etmesi gerekirken kendisine tâbi olanların muaf 
          tutulduğu meşakkatler ona yüklenmiştir. Teheccüd ibadeti onun için 
          zorunlu iken, diğer Müslümanlar için sadece tercihe bağlı idi. O 
          gerektiğinde yirmidört saat boyunca ya da daha uzun süreler için oruç 
          tutmakla mükellefti (deyiş yerindeyse, sürekli oruç—savmu’l-visâl); 
          bununla birlikte, sıradan mü’minler sadece fecir vaktinden akşam 
          karanlığına kadar oruç tutmakla mükellef idiler. İşte, bu hasâis çok 
          zorluydu; yine de bunlar arasına geniş bir çok-eşliliğin dahil 
          edildiğini görüyoruz. Onun hanımlarından birkaçı yaşlıydı; Sevde, Ümmü 
          Habibe, Meymune için bu böyledir, ve onlarla evlilikleri merhamet ve 
          siyasî hikmet gibi müstakim sebeplere binaen gerçekleşmişti; ama diğer 
          hanımları gençti. İftihar vesilesi olan çok-eşliliğiyle Kutlu 
          Peygamber, bedene karşı yürütülen Hıristiyan savaşının sonuna işaret 
          ediyor, ve söylem olarak da cinselliğin İbranî peygamberlerin beyan 
          etmiş olduğu kutsal değerini yeniden teyid etmiş oluyordu.  
          Bundan ayrı tutulamaz başka birşey de, 
          onun savaş alanındaki yiğitliği idi. Onun yiğitlik noktasında kendini 
          manen hiçe sayan tarzının Avrupa’da bir dengi yoktur: ne Tapınak 
          Şövalyeleri, ne de Calatrava Şövalyeleri. Onun yiğitliği, daha çok, 
          Krişna’nın savaşçı kutsallığını, ya da orta çağ Japon buşhido’sunu 
          çağrıştırır. Samuray ahlâkı, sessizlik, askerî mükemmellik ve bir 
          sevgiliye âşık olmayı eşit derecede ve bilgece kaynaştırır: birçok 
          Avrupalıya Sünnetin en yabancı ve anlaşılmaz gelen boyutunu 
          aydınlatan, erkekliğin harikulâde bir ifadesi...  
          Ve bu, bizi başka bir soruya götürür. 
          Feministler, eski Hıristiyan bekârlığının (evlenmeme yemininin) ve 
          kadınların ‘şeytanın geçidi’ olduğu inancının, ten korkusundan ileri 
          geldiğine işaret ederler. Bu, kuşkusuz, “Evlilik benim sünnetimdir ve 
          benim sünnetimi terkeden benden değildir” hususunu ısrarla vurgulayan 
          bir hadis varken İslâmî kültürün sahiplenebileceği birşey olamaz; ki 
          bu hadis, Kilise Pederlerinin bakire mükemmelliğini tercih 
          etmelerinden dolayı problemli buldukları işlevsel kadınlığı yücelten 
          bir evlilik tanımı taşır. Bununla birlikte, bekârlık taraftarlığının, 
          “Evlenen bir kimse dünyaya meyletmiştir” diyen Ebu Süleyman 
          ed-Dârânî’yle birlikte, ikinci ve üçüncü kuşak Müslüman zahidler 
          arasında geliştiği de doğrudur. Yine de, bu tür bir hassasiyet, Tor 
          Andrae’nin gösterdiği gibi, bekârlık gayretinin Hıristiyan manastır 
          etkisinden kaynaklandığı eski zahid çevrede vardı, ve sonradan 
          normatif tasavvuf dalgasıyla etkisizleştirildi. Nitekim, yüksek Orta 
          Çağ İslâmı’nda, kutsallık ve bekârlığın birlikteliği tahayyül 
          edilemezdi, ve Allah’ı arzulayan çok az kimse bekâr kalmayı tercih 
          etmişti: İbn Teymiyye, istisnaların istisnasıydı.  
          Değerlerin bu evrimi, yine erken 
          Hıristiyanlıktaki durumla da paralellik arzeder. Bu noktada akademik 
          çevrede ilk Hıristiyanların kadının konumunu yükselttiği ya da 
          düşürdüğü üzerine hararetle yapılan bir tartışmadan söz edilebilir. 
          Peter Brown ve birçok feminist, bu tartışmada ikinci görüşü savunur. 
          Ben Witherington’ın gözlemine göre, Luka İncili ile Resullerin İşleri 
          gibi geç dönem Yeni Ahit metinleri kadınlar için iyileştirilmiş bir 
          rolün savunuculuğunu yapar ve ilk Hıristiyanların tavırlarını 
          biçimlendirmiş olan rabbinik (ve bu bakımdan, peygamber-sonrası) 
          normlardan bir kopuşu ifade eder. Bununla birlikte, İsa vahye ve 
          özelde merhamet yüklü bir kalıp içerisinde onun yorumlarına sadık bir 
          Yahudi peygamber olduğuna göre, Pavlus’un mektuplarını tefsir eden 
          bazı yazarların eski zaman dinlerinden ithal ettikleri kadim Helenik 
          kadın düşmanlığının ağırlığı altında alabora olan ilk İsa cemaatinde 
          içtenlik yüklü kadın-taraftarı olasılıkların mevcut olduğunu farzetmek 
          akla uygundur—nitekim, Foucault, History of Sexuality (Cinselliğin 
          Tarihi) başlıklı eserinin ikinci cildinde buna işaret etmiştir. 
           
          Benzer bir aşınmanın, İslâm sosyal 
          tarihinde yaşandığı da söylenebilir. Ne var ki, kritik bir şekilde, bu 
          çok daha az bir oranda olmuştur ve gerisindeki bir dizi nedeni, 
          dikkatli bir bakışla izah etmek gerekir.  
          Evvelâ, yukarıda da belirtilen, Kutsal 
          Metinlerde Uluhiyete erkek cinsiyeti izafe edilmesini red olgusu, 
          tartışmasız bir şekilde temelinde kadın-korkusu olan geleneği sarstı. 
          Yaratılıştaki tüm çift-kutuplulukların arketipleri olarak 
          Esmaü’l-Hüsna öğretisi, teomorfizmin erkekler lehine tek bir cinsiyete 
          sahip olması gerektiği düşüncesini önledi. Aksine, teomorfizmin doğru 
          tanımlanması, cinsiyetin de doğru tanımlanması anlamına geldiği tam 
          olarak anlaşıldı.  
          İkinci olarak, ‘kadın’ kelimesi birçok 
          Kilise Pederi tarafından güçlü bir arzu (özellikle de cinsel arzu) 
          anlamında bir metafor olarak kullanılıyordu; ve eski Hıristiyanlığın 
          evlilikten daha yüksek bir davet olarak sürekli bekârlığı tercih 
          etmesi, kadınlara karşı özel bir tavır takınılmasını gerektirmişti. 
          Burada model olarak alınan kişi, kuşkusuz, Kilise muhayyilesinde 
          tasvir edilip yorumlandığı şekliyle, İsa’nın kendisiydi. İslâm ise, 
          bunun tam zıddı olarak, Semitik nübüvvet çizgisinin aslî, ve aynı 
          zamanda Süleyman-vari, çok-eşli, yiğit peygamber modelinin bir 
          versiyonunu muhafaza etti. Geoffrey Parrinder’ın işaret ettiği gibi, 
          cinsiyeti olumlayan dinler dişilik ilkesinin yüksek statüsünü de 
          onaylamaya eğilimlidirler; ve başlangıcından itibaren İslâm, kadın 
          bedeni ve ruhunun hiçbir surette manevî hayat açısından onur kırıcı 
          olmadığını vurgulamıştır. Peygamber (a.s.m.), gecenin büyük kısmında 
          küçücük odasında ibadet ederdi; ve secdeye giderken kendine yer açmak 
          için genç eşi Âişe’nin ayaklarını kenara çekerdi. Süryanî bir keşişin 
          ıssız hücresindeki ibadetlerinde asla yeri olmayacak bir durum! 
           
          Öte yandan, İslâm’ın arketipsel kalıpları, 
          kendine özgü bir biçimde, mevcut arınmışlık düsturlarının tashihine de 
          önayak olur. Genelde feministler bu kalıpları kadın düşmanlığının 
          işareti olarak görürler. Sözkonusu işaretler, Rus Ortodoksların âdetli 
          kadınları şarap ve ekmek yeme ayinine kabulde gösterdikleri tereddütte 
          olduğu gibi, Hıristiyanlığın dallarında da vardır. Yahudilikte bu 
          konu, çok daha tafsilatlıdır. Öyle ki, âdet gören kadın ayın sadece 
          yarısında cinsel olarak hazırdır. Arınmış sayılmaları için özel 
          hamamlar şarttır.  
          Bu, çok eski ve yaygın olarak gözlenen bir 
          tabuyu yansıtır ve ona karşılık gelir. Meselâ, bazı ilkel toplumlarda 
          kadınlar âdet vakitlerinde kocalarının evinden uzaklaştırılırlar. 
          Etiyopya’daki Galla kabileleri, âdet gören kadınlar için özel 
          kulübeler yaparlar. Bugün bile, kadınların davranışlarına ciddi 
          engeller bazı yasalarda onaylanır: Örneğin, modern Fransız hukuku 
          bile, âdet-öncesi aşırı gerilimi geçici bir cinnet biçimi olarak 
          tanımlar.  
          İslâm, bu konuda kadim ve Sâmî uygulamayı 
          korumuştur, ama çok daha hafif surette ve yargılayıcı olmayan bir 
          biçimde. Bu hususta Kur’ân’ın ikinci suresinin 220. âyetinde şöyle 
          buyurulur: 
          “Sana kadınların ay halini sorarlar. De 
          ki: O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak 
          durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” 
          Burada kastedilen şey, sünnette vuzuha 
          kavuşturulur. Bir hadis rivayetine göre: 
          Âişe yataktan aniden sıçrayıp yerini 
          terketmeden önce, bir örtünün altında Resûlullah’la birlikte 
          yatıyordu. Resûlullah, ‘Sorun nedir? Ay halinde misin?’ diye sordu. O 
          da ‘Evet’ dedi. Bunun üzerine Peygamber, ‘Beline kadar sıkıca bir 
          altlık giy ve yatağa dön’ buyurdu. 
          Bu hadiste kadınların tabiatında olan 
          sözünü ettiğimiz rahatsızlığın yansımaları vardır, ama çok daha 
          hafifletilmiş haldedirler. İslâm’ın tabiîliği, sürekli olarak şunu 
          savunur: Kudsiyet, insan içgüdülerinin bastırılmasından değil, onların 
          bir nizam altında teyidinden hâsıl olur. Bu sebepten, kadınlara her 
          ayın birkaç gününde namaz ve oruç gibi ibadetlerden geri durma izni 
          verilir. Bazı feministler bunu kadın maneviyatının bir noksanlığı 
          olarak görürler; Müslüman kadın ilahiyatçılar ise bunu saygı yüklü bir 
          tanıma olarak anlarlar; Rukiye Maksud gibi başka bazıları ise, onu zor 
          bir zamanda dinî görevlerden azad olup ferahlama olarak yorumlarlar. 
          Ancak, unutmamak gerekir ki, bu muafiyetin anlamı, ya şüpheci ya da 
          aşırı şefkatli tefsirler sebebiyle, bütüncül bir yorumdan 
          uzaklaşılarak kolaylıkla yapıbozumuna uğrayabilir.  
          Müslümanların vurguladığı şey, İslâm’ın 
          kadınlara erkeklerin de eşit derecede yükümlü olduğu imanın temel 
          gereklerini yerine getirdikleri ölçüde değer verdiğidir: Her ay birkaç 
          günlük tatil, bu temel ilkeyi iptal etmeyen pragmatik ve kerem yüklü 
          bir muafiyet olarak değerlendirilir. Nitekim, İslâm’ın beş temel şartı 
          cinsiyetle sınırlanmış değildir. Benzer şekilde, İslâm kadın erişimine 
          kapalı kutsal alanlar kurmaz. Kadınlar Kutsal Kâbe’ye girebilirler ve 
          girerler. Halbuki, Kudüs’teki Tapınağın İç Avlusu, Romalılar 
          tarafından yıkılmadan önce, kadınlara yasaktı—şayet girme teşebbüsünde 
          bulunurlarsa, cezası ölümdü. Ancak, Müslüman himayesi altında 
          kadınlara da açıldı. Bu bakımdan, hâlâ daha Semavî Şehri sembolize 
          eden ve Mirac’ın arzî noktasına işaret eden Kubbetü’s-Sahrâ, bu altın 
          yapı, Cumaları yalnız kadınlara tahsis edilir, tâ ki erkekler 
          yakındaki Mescid-i Aksâ’da ibadet etsinler. Başka yerlerde olduğu 
          gibi, bu mekânda da, kadınlar ve erkekler cemaatle yapılan ibadet 
          esnasında birbirlerinden ayrılırlar. Bunun sebebi yine pragmatik bir 
          nedendir: genellikle fiziksel temas da gerektiren ibadet sırasında 
          erkekler ile kadınların birbirine karışmasının hemencecik zihni ve 
          ilgiyi başka tarafa çekmesi ihtimali.  
          Kadınlar kutsal yerlere girebilir; ama 
          liderlik ayrıcalığında durum ne peki? Eğer kadınlar Yahudilikte 
          Tevrat’a yaklaşamıyor ve Hıristiyanlıkta ekmek ve şarap ayinini 
          yönetemiyorlarsa, İslâm’daki muafiyetler de kadınları benzer şekilde 
          sınırlamış olmuyor mu?  
          Burada İslâm, kadınların kutsal mekânlara 
          girebilmesini, onların içerisinde çınlayan Kelâmullah’ın kendisine 
          doğru genişletir. İslâm şeriatı için, Kitab’da yer alan sözler, 
          kadının dokunmasına ve tilâvet etmesine açıktır. Sembolik açıdan, ilk 
          Kur’ân metnine nezaret görevi, bir erkeğe değil, Peygamber’in hanımı 
          Hafsâ’ya havale edilmiştir.  
          İbadetlerin topluluk olarak yapılmasıyla 
          ilgili olarak ise, kadınların din adamı olarak atanma ve kutsanmaları 
          tartışmalarının İslâm’da bir karşılığı yoktur. Bunun doğrudan bir 
          sebebi, İslâm erkek ya da kadın hiç kimseyi din adamlığına 
          atamamasıdır. Bizim başlangıçtaki Elest’imizin hatırası ve ruhlar 
          âleminde verdiğimiz büyük sözü, Misak-ı Azîm’i teyidimiz, hepimiz 
          üzerine başka dinlerde din adamlarına verilen rütbeleri zaten tevdi 
          etmiştir. Ve bu rütbeler, bizim Misak-ı Azîm’i teyid ve tasdikimiz 
          ölçüsünde geçerlidir.  
          İmam aracı konumunda değildir; ama manevî 
          lider, müridleri için dua ederek ve zikir teknikleri önererek bunu 
          yapabilir. Modern Vehhabî aktivizminin kaçınamadığı kadın-karşıtı 
          huşunetin bir tezahürü olarak, böylesi aktivistlerin nezdinde sûfî 
          şeyhi hürmete lâyık bir sima değil, tam aksine defterinin dürülmesi 
          gereken bir simadır. Tasavvuf, ve İslâmî maneviyatın başka birkaç 
          biçimi, sık sık dinin tam anlamıyla zahirî biçimlerinde bulunmayan 
          tarzlara kadınların da intibakını sağlamıştır: meselâ, müridlerinin 
          formasyon kazanmasında ve irşadında olabildiğine etkili bir kişi olan, 
          ve çok zaman birey ve toplum için cami imamından daha önemli bir işlev 
          gören sûfî şeyhi, her iki cinsten de olabilir. Çağdaş Lübnanlı kadın 
          evliya Fâtıma el-Yeşrûtiyye, göze çarpan ve etkili bir örnektir, ama 
          başka birçokları da vardır. Camilerin aslen bir erkek mekânı haline 
          gelmiş olduğu bu Müslüman toplumlarında, bir peygamber ya da evliya 
          türbesi, kadınlar için onların—Irigaray’ın diyebileceği gibi, düz bir 
          çizgide değil, ancak kapalı dairelerde gelişen—duygusal maneviyatına 
          karşılık verecek kadınlara mahsus bir kutsal mekân ihtiyacını 
          karşılar. Filistinli kadınlar için bazı Peygamber türbelerinin önemi, 
          bu çerçevede çok kere belirtilmiştir. Kadının kamusal alanda 
          görünürlüğüne yönelik öfkesiyle tanınan Vehhabîlik, bir paradigma 
          olarak değil de bir istisna olarak kabul ettiği Medine’deki türbe 
          haricinde, bu tür zeminleri bastırmaya uğraşır.  
          Tüm bunlara rağmen, olası bir kadınların 
          imamlığı meselesi, kadınların çok azı bu muallak konuma talip olsa da, 
          son yıllarda birkaç toplulukta tartışma konusu yapılmıştır. Bir cami 
          imamı, bir rahip gibi aracı otorite iddiasında bulunamaz: o, ilâhî 
          otoriteyi paylaşmaz, ancak durup beklemek, ibadet edenlerin 
          hareketlerini koordine etmek ve cemaatin birliğini temsil etmek için 
          vardır. Bazı kültürlerde papazların danışmanlık yapması gibi, imam da 
          ekstra bir işlev görebiliyorsa da, bu, dini esaslara ait bir şart 
          değildir. Sünnî İslâm’ın dört mezhebi de, eğer cemaat içinde erkek 
          varsa, imamın erkek olması gerektiğini beyan eder. Yok, eğer sadece 
          kadınlar varsa, o zaman birçok klasik âlim kadınların imamlığına cevaz 
          verir ve günümüzde de genel olarak bu yaklaşım hâkimdir. Sonuç olarak, 
          kadınlar ibadette erkeklere liderlik edemezler. Aslında Kur’ân’da veya 
          hadislerde bunu açıkça ortaya koyan bir ifade yoktur: bu, daha çok bu 
          noktadaki Orta Çağ konsensüsünün bir ürünüdür. Ve çok az kişi, bu 
          konsensüsü sorgulama çabasında bulunmuştur. Bunlar arasında en meşhuru 
          İbn Arabî’dir ki, kadınların ibadette erkeklere imamlık etme hakkı 
          olduğunu savunur. Pratikte, Müslüman dünyadaki kadın aktivistler de, 
          bu meseleyle pek ilgili gözükmemektedirler. Bunun sebebi, imamlıkta 
          içkin bir prestij ve otoritenin bulunmamasıdır. Bir kimse, bir cami 
          imamı olmadan da dinî bir lider olabilir. Buna örnek olarak, meselâ 
          modern Mısır’da meşhur ilahiyatçılardan Bint eş-Şâti’, yahut Ümmü 
          Hani, Âişe el-Be’uniyye ve Kerime el-Merveziyye gibi birçok Orta Çağlı 
          selefi verilebilir.  
          Buraya kadarki tartışma, metafizik alandan 
          aşağıya inerek şeriata dair hususlara temas etmiştir. Teolojik olarak, 
          gördüğümüz gibi, İslâm pratik sosyal yapılarında bir ayrıma gitmesine 
          rağmen, erkek ve dişi ilkelerinin eşitliğini teyid etme eğilimindedir. 
          Bu paradoksu anlamak, İslâm’ın rolleri yukarıdan değil, aşağıdan kuran 
          cinsiyet felsefesinin özünü anlamaya bağlıdır.  
          Kadınların işlevleri, Müslüman dünyada ve 
          Müslüman tarihinde çok değişkenlik gösterir. Köylü topluluklarında 
          kadınlar ev dışında çalışırlardı; halbuki, kent elitleri arasında 
          kadınlık, çok daha yoğun olarak evde yaşanır. Diğer taraftan, kamusal 
          alan bütünüyle cinsiyet-dışıdır. Ve bu, beyaz rengin erkekliğe, 
          siyahın (yani mahremiyetin, Kâbe’nin, dolayısıyla semavî Leylâ’nın) 
          dişiliğe işaret ettiği erkek ve kadınların yarı-monastik kıyafetiyle 
          simgelenir. Evin özel alanında bu simgeler bir kenara bırakılır ve, 
          kavumas alan ne kadar vakur ve kutuplaşmış ise, ev tam aksine o kadar 
          renkli bir hal alır. Cinsiyeti kutsal işaret olarak tanımayı reddeden 
          ama rastgele erotik sinyaller göndermekten zevk alan modernite, 
          kamusal alanı renklendirerek ve kaba bir şekilde ‘yargılayıcı’ bulduğu 
          cinsiyet ayrımının tüm bakiyelerine savaş açarak, kamusal alanı 
          ‘evcil’leştirir.  
          Müslümanlar için, yeni feminizmdeki 
          manidar bir gelişme, yenilenmiş müstakillik arzusudur. Boşanma yükünün 
          her zaman kadının üzerinde olduğu eşitlikçi sosyal sözleşmeler krizi 
          üzerine fikir yürüterek, Daly ve birçokları erkeklerle teması 
          reddederler ve bir kızkardeşlik irfanı adına kale gibi ‘kadın 
          alanları’ oluşturulmasını savunurlar. Bu, Müslümanların faydasına 
          değildir. Her iki cinse de şüphe yönelten bu yorum, Kur’ânî açıdan 
          din-dışıdır. Allah, varlığını bildiren bir âyet olarak, “size 
          kaynaşmanız için, kendisiyle huzur bulacağınız, aranızda sevgi ve 
          merhamet peyda ettiği kendi cinsinizden eşler yaratmıştır” (30:21). 
          Bununla birlikte, feminist müstakillik talebi es geçilmemelidir; hatta 
          bu talep bir bakıma İslâm’ın bu konudaki yaklaşımıyla 
          buluşturulabilir.  
          Cinsel Farklılığın Etiği adlı kitabında 
          Irigaray, belli bir düzeyde cinsel eşitliğe sebep olan ve cinsiyet 
          farkını nötralize eden erkekler tarafından kurulmuş teknolojik 
          işyerini suçlar. Rekabet edebilmek için, kadınlar başarı-odaklı 
          erkeğin ‘kariyer vizyonu’nu benimsemek, dolayısıyla bir kadını kadın 
          yapan özelliklerinden vazgeçmek zorundadırlar. Ki bunu çıkar üzerine 
          kurulu, kadın-karşıtı, hatta cinsiyet-karşıtı kamusal ticaret alanı 
          adına yapmalıdırlar. Irigaray, ayrıca ‘son yıllardaki cinsel 
          özgürlüklerin yeni bir cinsiyet etiği tesis edemediği’ni ve kadınların 
          bundan birinci derecede zarar gördüğünü ekler. Gelgelelim, bu soruna 
          karşı asi feminizm, çözümü “bir sığınak ya da kendilerine ait bir 
          bölge teşkil edilmesinde aramaz. Peki, böylesi bir kadın sığınağını ya 
          da cinsiyet farklarını gözeten bir bölgeyi biz nasıl teşkil 
          edebiliriz?” Bu sorunun çözümünde İslâm’ın çok önemli katkıları 
          olabilir, ama Irigaray hayal kırıcı ve kesinlikle beyhude bir çözüm 
          önerir. Ve Levinas gibi, o da aşkta bir devrim, uzlaşma içinde kök 
          salan ‘sosyal ve kültürel farklılıktan hasıl olacak bir doğurganlık,’ 
          yeni bir beden dili, ve erkekler tarafından dişiliğin ayrı tabiatına 
          değer verilmesi talebinde bulunur.  
          Irigaray’ın cinsiyet farklılığı üzerine 
          yeni moleküler genetik araştırmalarıyla da desteklenen erkek mizacının 
          değişebilme kabiliyeti hususundaki kötümserliği, bir hüsnükuruntudan 
          ibarettir ve erkekler ile kadınlar arasında sahici bir müştereklik 
          sağlama gibi bir katkıda bulunmaz. Bununla birlikte, Irigaray’ın 
          teşhisini onun da açıkça hasretini çektiği daha ahlâkî ve daha manevî 
          bir çözüm çerçevesine yerleştirebiliriz. “Bizim toplumlarımız” der 
          Irigaray, “erkekler-kendi-arasında (l’entre-hommes) üzerine kuruludur. 
          Bu düzende, kadınlar etrafa saçılmış ve sürülmüş atomlar olarak 
          kalıyorlar.” Fakat dikkate alınmak için haykıran rakip bir kültürel 
          ekonomi mevcuttur.  
          Geleneksel olarak, İslâmî kamusal alan, 
          aslen beyazla simgelenen erkekler tarafından ‘l’entre-hommes’ 
          oluşturulur ve öznelleştirilir. Var oldukları zaman zarfında dahi bir 
          tür yokluklarını ima eden siyah renkle simgelenen kadınlar ise, 
          kamusal alanda saygın bir misafir konumundadırlar. Diğer taraftan, 
          temel ilkeler ve özellikle şeriata uygun akrabalık modelleri üzerinde 
          yerleşik İslâm toplumu, kadınları ‘etrafa saçılmış ve sürülmüş 
          atomlar’ konumuna indirgemeyi kesinlikle reddeder. Bundan dolayı, 
          kadınlar için paralel bir entre-femmes alanı oluşturur. Bu kez 
          erkeklerin misafir konumunda olduğu ve erkekler alanıyla tarifi 
          yapılmış formel yollarla kesişen bu alternatif alan, kadınlar için 
          modern ve postmodern ortamlarda bulunmayan bir sosyal ortam husule 
          getirir. Ki, bu alan, Irigaray’ın rüyasını gördüğü akademize edilmiş 
          ütopyadan çok daha insanî ve daha kadınsıdır.  
          Irigaray, bazı İtalyan feministleri 
          arasında da gündeme gelen yeni bir yapılanma tavsiye eder; bu 
          yapılanmanın amacı, değiştirilemez şekilde, erkeğe ait ve yıpratıcı 
          kamusal alandan rahat ve gevşek bir kadın alanına çekilmektir. Kadın 
          için bu, bizim için tarihsel boyutu hâlâ sır olan ‘yaşanılabilir 
          mümkün bir gelecek öngören başka bir kültüre işaret eder.’ Irigaray, 
          genel olarak kadın grupları arasında hâlihazırda görülen iktidar 
          mücadelesi ve olumsuz tecrübelerin, geniş ve istikrarlı bir kadın 
          dayanışmasının neredeyse imkânsız olduğuna işaret ettiğini kabul eder. 
          Fakat kadınların kamusal alana rastgele dahil olması ve bunun 
          neticesinde gelen çatışma, marjinalleşme, çocukların gözardı edilmesi 
          ve giderek çoğalan boşanma oranları, bazı yerel ve formel-olmayan 
          kadın alanlarının parçalayıcı modernitenin reddettiği kadın kimliğinin 
          yeniden oluşturulmasına katkıda bulunabileceğini hatıra getirmektedir.
           
          İslâmî kadınlar-kendi-arasındalık, birkaç 
          antropolog tarafından keşfedilmiştir. Afgan mülteci kadınlarla ilgili 
          çalışmasında Chantal Lobato, mülteci kadınların yaşamlarındaki 
          sıcaklık ve dayanışmayı överek, klişeleşmiş Batılı kalıpları öfkeli 
          bir şekilde reddeder. Onun belirttiği gibi, büyük oranda bizzat 
          kadınlar tarafından inşa edilmiş anlam ve gelenek sistemleriyle 
          sözkonusu kadın alanları, evlilik gibi kurumlar sayesinde erkek 
          dünyasıyla buluşur. Üstelik bu buluşma, kritik bir şekilde, her iki 
          cinsiyet tarafından da belirlenmez. Irigaray, tüm söylemlerin belirli 
          bir cinsiyet vurgusu taşıdığını iddia eder, oysa İslâm için bunun 
          geçerli olmadığını söyler. İslâm’da aslında üç tür söylem vardır: 
          erkek, dişi, ve ilâhî. Tevhid, gördüğümüz gibi, Allah’a veya O’nun 
          kelâmına belirli bir cinsiyet atfetmeyi reddeder; ve bir metin olarak 
          Kur’ân, bu bakımdan, tarafsız bir dokümandır. Hem kadınlar hem de 
          erkekler, Kur’ân’ı okuyabildikleri gibi, onu kendi cinslerine özgü 
          biçimlerde ifade edip içselleştirirler. Bu sıfatla Kur’ân, gerek 
          kadınlar gerekse erkekler tarafından eşit oranda sahiplenilen iki 
          anlam dünyası arasında, bir berzah, bir ara zemin, bir geçiş zemini 
          sağlar. Irigaray’ın teorik modelinde ihmal edilen bu bağlantı, aslında 
          karşı cinsler arasında sahici ve istikrarlı bir sosyalliği mümkün 
          kılacak olan faktördür.  
          Bu iddiaları destekleyen delilleriyle bu 
          ilahiyatın, ve antropolojinin önerdiği şey, normatif İslâm toplumunun 
          birbirine yardımcı olacak şekilde hem ataerkil hem de anaerkil 
          olduğudur. Kamusal alan, öncelikle, bu alanı özel alandan daha değerli 
          görebilecek erkeklere ait bir alandır; buna karşılık, özel alan da 
          kamusal alanı ahlâkî ve manevî açıdan tartışmaya açık görebilecek 
          kadınlar tarafından değerli bulunur. Dolayısıyla, Müslüman âdetlerinin 
          bir özelliği, erkekler ve kadınlar arasında bir tür dönüşlü 
          şakalaşmadır. Erkekler sık sık kadınlara karşı önemsizleştirici bir 
          dil benimserler; ama kadınlar da, Müslüman kadınların sohbetine kulak 
          misafiri olan birinin bileceği gibi, erkekleri ve onların 
          düşüncelerini daha da eğlenceli bir ilgisizlikle karşılar, ciddiye 
          almazlar. Kadınlar “Erkekler mi, onlar ne bilir ki?” demekte 
          haklıdırlar. Ve ataerkil yaklaşım da, erkek bakış açısına göre, aynı 
          derecede doğrudur. Kadını alçaltıyor gibi gözüken hadis söyleminin 
          boyutları, bu bakış açısının benimsenmesiyle, hem teyid olunabilir, 
          hem de izafîleştirilebilir.  
          Müslüman kültürlerdeki birbirine yardımcı 
          olan ataerkillik ve anaerkilliğin son bir veçhesi, annelerin konumuyla 
          ilgilidir. Irigaray’ın çalışmasındaki bir zaaf, onun yaşlılara karşı 
          üzücü kayıtsızlığıdır. Birçok feminist gibi o da, sadece görünüşte 
          olanlarla ilgilidir. Dişi vücudunun üreme ve besleme telosunu kabul 
          etse de, sonu ihtiyarlığa varan doğal gidişatı değerlendirirken gözle 
          görülür oranda başarısızdır.  
          Yaşlı annelere hürmet, annelere yumuşaklık 
          ve sadakat, onların gösterdikleri şefkate misliyle karşılık verecek 
          bir şefkatin neredeyse kutsal bir davranış olarak görüldüğü nebevî 
          vizyonun tekerrür eden özelliğidir. İbn Ömer şöyle rivayet ediyor: 
          “Resûlullah’a (a.s.m.) bir adam geldi ve dedi ki: ‘Ben büyük bir günah 
          işledim. Tevbe için yapabileceğim birşey var mı?’ Peygamber de ‘Annen 
          hayatta mı?’ diye sordu. Adam hayatta olmadığını söyleyince Peygamber 
          tekrar ‘Peki bir teyzen var mı?’ diye sordu. Adam olduğunu ifade 
          edince Peygamber’in ona şöyle buyurdu: ‘O zaman ona şefkat et ve 
          kendini ona vakfet’” (Tirmizî). Bu konuda başka birçok hadis daha 
          vardır: “Kim annesinin iki gözü arasından öperse, ateşten bir korunma 
          kazanır” (Beyhakî); “Doğrusu, Allah annenize itaatsizliği 
          yasaklamıştır” (Buhârî ve Müslim).  
          Nitekim, İslâmî kültürler üzerine çalışan 
          antropologlar, sürekli olarak, hanımların kocalarına karşı, kocaların 
          ise annelerine karşı vazifeşinas olmalarını gerektiren ikili bir 
          hiyerarşi bulunduğunu ifade ederler. Modernite, bu iki bağı da 
          zayıflatır: ilkini hiddetle, ikincisini dalgınlıkla. Ve sonuç, 
          dürüstçe söylersek, gençleri yaşlılar üzerinde öncelikli hale getiren, 
          ve toplumun onuru ve toplum hâfızasının hazinesi haline gelmiş 
          yaşlılara karşı insafsız ayrım biçimleri dayatan orantısız bir yeni 
          hiyerarşi olmuştur. Tıbbî ilerlemeler erkeklerin ve kadınların 
          ortalama ömrünü uzattıkça, modern toplumlar gün be gün daha fazla 
          sayıda kadını denetim altındaki ama ibadetsiz kadın manastırlarında 
          mecburî inzivaya tâbi kılmaktadır. Hatırlanacak olursa, 1998’de 
          Chicago Tribune, Amerikalı yaşlı insanlara ait evlerin yüzde 60’ına 
          tek bir ziyaretçinin uğramadığını ortaya koymuştu. Ki, ortalama durum 
          bu olmakla birlikte, kadınlar arasındaki yüzde daha da yüksek olsa 
          gerektir. Bu bakımdan, ironi şurada: Batıda genç ve orta yaşlı 
          kadınlar, (şimdilik, dinî ufuk hariç) şimdiye kadar olduğundan daha 
          geniş ufuklara sahiptirler; ama hepsi tek başlarına, televizyon 
          ekranına bakarak, hâfızalarındaki olayları tekrar tekrar sohbet konusu 
          ederek, ve çok nadir ziyaret eden akrabalardan gelen ve yılların akıp 
          geçtiğini hatırlatan tebrik kartlarıyla oynayarak, evde hapis kalarak 
          geçirecekleri ölümden önceki son on yılın korkusunu şimdiden yaşıyor 
          olmalıdır. Halbuki, en Batılılaşmış Müslüman toplumlarda dahi, 
          yaşlıların aslında gayet konforlu toplama kamplarında soyutlanmış 
          halde tutulmalarına iyi gözle bakılmaz.  
          Şeriat söyleminin diğer veçhelerini de 
          açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Ancak, burada bizim vazifemiz fıkhın 
          ayrıntılı kurallarını gözden geçirmek; ve, tek tek örnekler üzerinde, 
          cinsiyet eşitliğinin, bu kavramın anlamlı olduğu yerlerde dahi, 
          yürürlükteki roller ve haklar orantısı tarafından tesis olunmaktan 
          ziyade çökertilebileceği İslâmî vaziyeti açıklamak değildir. Böyle bir 
          proje, Hayfa Cevad’ın yakınlarda giriştiği türden ayrı bir çalışma 
          gerektirir; dolayısıyla biz şimdi temsil kabilinden birkaç meseleyi 
          gözden geçirmekle yetinmek durumundayız.  
          Müslüman topluluklarının günümüzde belki 
          de en aşikâr özelliği, kadınların geleneksel giyim tarzıdır. Ne var 
          ki, şeriatın ve Müslümanların insanî izzet anlayışının erkekler için 
          de bir giyim tarzı talep ettiği çoklukla unutulur: Bütünüyle 
          geleneksel Müslüman toplumlarda, erkekler halk içinde başlarını daima 
          örter ve sadece el ve ayaklarını gösteren uzun düz giysiler giyerler. 
          Gerçi fıkıhta erkeklerin avretleri, daha dar tanımlanmıştır: Erkekler 
          asgari düzeyde göbeklerinden dizlerine kadar örtünmek zorundadırlar. 
          Kadınlar ise, hadisle sabit olduğu üzere, yüz, el ve ayakları 
          haricinde bütün bedenlerini örtmek zorundadırlar.  
          Diğer taraftan, hicab (örtünme) olarak 
          bilinen kadın giyim düsturu, çok değişik yorumlara imkân veren bir 
          konudur. Müslüman topraklarında misyonerlik yapan bazı Batılı 
          feministler için hicab, ataerkilliğin ve kadının kuzu gibi boyun 
          eğişinin bir sembolüdür. Müslüman kadınlar için ise, tam tersine, 
          kimliklerinin bir beyanıdır: 1970’lerde gerçekte seküler olan birçok 
          kadın, Şah’a karşı olduğunu göstermek için, saldırgan bir muhalefet 
          bayrağı olarak, tesettüre bürünmüştü. Franz Fanon benzer bir olguyu 
          1950’lerde Fransız idaresini protesto eden Cezayirli kadınlar arasında 
          gözlemlemiştir. Diğer taraftan, Mısırlı düşünür Safinaz Kâzım gibi 
          bazı kadınlar, örtünme konusuna, feminist-benzeri bir ifadeyle yeni 
          bir yorum getirmişlerdir. Gerçek şu ki, halk içinde cazibesini teşhir 
          eden bir kadın, ‘görsel hırsızlık’ olarak tanımlanabilecek nâhoşluktan 
          incinebilir bir konumdadır. Ve böyle bir durumda, onun tanımadığı 
          erkekler, rızası olmadığı halde kendisinden görsel olarak haz 
          alabilirler. İşte kadın, örtünerek kendisini fiziksel bir varlık 
          olarak sadece ailesine ve kadınlar meclisine gösterme iktidarını 
          kazanır. Özellikle modernitenin fırtınalı ikliminde kullanışlı bir tür 
          ‘manevî yağmurluk’ olarak hicaba ilişkin bu görüş, gelenek ve gayeden 
          değil, erkeklerin görsel tecavüzünden ve gereksiz gösterişten 
          özgürleşmiş bir İslâmî kadın vizyonuna izin verir. Kadının ataerkil 
          kalıplar içinde bir süs niyetine açılmasına, yani kadının erkek 
          nazarında pasif bir nesne konumuna indirgenmesine yönelik feminist 
          itirazın, eğer sağduyuyla bakılırsa, hicab karşısında geçersiz olduğu 
          görülür.  
          Cinsiyet rollerinin şeriat tarafından 
          beslenmesi hususunda bir başka tartışma, çok kadınla evlilik kurumu 
          etrafında döner. Bu kurum, kuşkusuz, biyolojik açıdan mantığına karşı 
          çıkılamayacak şekilde, başlangıçtan beri mevcut olan bir kurumdur: 
          Dawkins ve başkalarının gözlemlemiş olduğu üzere, en fazla dişiye 
          sahip olmak, erkeğin genetik ilgisi içindedir; halbuki kadın açısından 
          en fazla erkeğe sahip olmak asla vâki değildir. Stephen Pinker, kitabı 
          How the Mind Works (Zihin Nasıl Çalışır)’da açık bir şekilde şunu 
          belirtir: “Erkeğin tekrar-üreme başarısı ne kadar dişiyle 
          çiftleştiğine bağlıdır, ama dişinin tekrar-üreme başarısı ne kadar 
          erkekle çiftleştiğine bağlı değildir.”  
          İslâm’ın tabiîliği, onun fıtrat ve tabiî 
          nizama hakikî aidiyetimiz üzerindeki ısrarı, bu yaratılış ilkesinin 
          şeriatın ahlâkî çerçevesi içinde korunmasını garanti altına almıştır. 
          İslâm özelinde çok-eşlilik, Tevrat’a inanan bir kabile toplumuna kadar 
          geriye götürülebilecek şekilde, Sâmîlerden tevarüs edilen bir kurum 
          olarak ortaya çıkmıştır. Ki sözkonusu toplumda sık sık savaşlar 
          olduğundan, dul kalanları koruyacak ve tekrar topluma kazandıracak bir 
          güvenlik sistemine ihtiyaç duyuluyordu. Bununla birlikte, konuya daha 
          evrensel açıdan bakacak olursak, klasik Hinduizm erkeğin dört eşli 
          olmasına izin verirken; yalnızca Mormonlar değil, başka birçok 
          Hıristiyan da, otantik biçimde Kitab-ı Mukaddes’e uygun bir hayat 
          tarzının parçası olarak, bugün çok-eşliliğin bir kurum olarak yeniden 
          toplumda yer almasını talep etmektedir.  
          Neredeyse bir kaide teşkil eden Batılı 
          evlilik ve ilişki kanunlarının başarısızlığıyla yüzyüze geldikçe, 
          giderek artan sayıda çağdaş düşünür, başlangıçtan beri varolan bu 
          kurumun rehberliğini dikkate almaktadır. Bryn Mawr’da antropoloji 
          profesörü olan Phillip Kilbride, son kitabı Plural Marriage for Our 
          Times: A Reinvented Option (Zamanımız İçin Çok-Eşli Evlilik: Tekrar 
          Keşfedilmiş Seçenek)’le çok büyük bir ilgi topladı. Bunun yanısıra, 
          Audrey Chapman Man-Sharing: Dilemma or Choice (Erkek Paylaşımı: İkilem 
          mi, Tercih mi) başlığını taşıyan çalışmasıyla çok daha büyük bir 
          rağbet görürken; 1996’da kadın hakları savunucusu Adriana Blake, Women 
          Can Win the Marriage Lottery: Share Your Man with Another Wife 
          (Kadınlar Evlilik Piyangosunu Kazanabilirler: Erkeğini Bir Başka 
          Kadınla Paylaş) adlı bir kitap yayınlamıştır.  
          Bu çalışmalar, kendilerine mahsus farklı 
          pencerelerinden, çok-eşliliğe dair üç büyük ahlâkî tartışmayı gündeme 
          getiriyorlar. İlk olarak, kökenlerinin ima ettiği üzere bu kurum, şu 
          anda yeryüzünde üzücü bir şekilde çok sayıda olan, savaş-sonrası 
          toplumun mahrum ve mağdur kadınlarının yeniden yuva kurmalarına imkân 
          sağlar. İkinci olarak, çok-eşlilik kadının yararına da işgörebilir: 
          Meselâ, böyle bir ailede kadınlardan biri işe gidebilirken, diğeri 
          çocuklara bakabilir. Hem böylece modern ilişkiler içinde yakayı 
          bırakmayan bir mânia olarak işin çocukla, çocuğun işle aldatılmasının 
          önüne geçilebilir. Bu da, çok-eşliliğin, dürüst konuşursak, kadınlar 
          için özgürleştirici bir seçenek olduğunu göstermektedir. Ayrıca 
          çok-eşliliğin çocuklara yararı da sözkonusudur; ve bu faydalar, Carmon 
          Hardy’nin son çalışmasında geniş bir şekilde ifade edilmiştir. 
          Örneğin, bu araştırmada yeni binyıla girerken Mormon çok-eşlilerinin 
          çocukları arasında çok düşük bir suç oranı ve üst düzeyde aile bağı 
          görülmüştür. Üçüncü olarak, çok-eşlilik gerçekçidir; ve Müslüman bakış 
          açısına göre biz, bunu şeriatın genel gerçekçiliği içinde yer alan 
          temel bir iddia olarak teşhis edebiliriz. Müslümanlar şuna işaret 
          ederler: Modern Batı toplumları Müslüman toplumlara göre çok daha 
          fazla çok-eşli uygulamaları bünyesinde barındırmaktadır; tek farkla 
          ki, Batıda ikinci ilişkiler herhangi bir yasal çerçeve içine 
          oturtulmaz. Sözgelimi, İngiltere tahtının şimdiki varisi çok-eşliliği 
          tecrübe etmiştir; ve geleneksel Müslümanlara hiçbir şey, Diana’nın 
          boşanmak zorunda kalması ve bunun anayasal bir krize sebep olmasından 
          daha saçma gelmez.  
          Hakikî tek-tanrıcılık, her zaman olduğu 
          gibi, gerçekçiliği icap ettirir. Erkekler biyolojik olarak birden 
          fazla kadından hoşlanacak şekilde yaratılmışlardır; ve birtakım 
          radikal genetik mühendislik müdahaleleri olmadıkça, bu böyle olmaya 
          devam edecektir. Modern Batıda bir erkek aynı anda iki kadınla beraber 
          olduğunda hukuk, iki kadından birini, meşru haklarından ve sosyal 
          konumundan yoksun bırakabilir. Buna karşılık, şeriatta iki kadın da 
          yasal eşler olarak pekâlâ kabul görebilir. Müslümanlar Batıda 
          günümüzdeki mevcut düzenlemeyi bir saçmalık olarak görürler. Zira, bu 
          düzenlemede homoseksüel, lezbiyen ve diğerleri de dahil olmak üzere 
          tüm türlerin rızaya dayalı ilişkileri, izinden de öte, militanca 
          savunulurken; yine rızaya dayalı surette, bir erkeğin iki hanımla 
          evliliği ahlâka aykırı olarak görülmektedir. Acaba bu Viktoryen 
          ahlâktan geriye kalan en son şey midir? Aslında, modern Batı hukukunda 
          son derece kabul edilebilir bir fikirdir bu. Çünkü, Batı toplumlarında 
          insanlar hâlihazırda ‘günah içinde’ yaşamakta ve inatla da 
          birlikteliklerini yasallaştırmaktan uzak durmaktadırlar. Durum o kadar 
          saçma ki, daha fazla yorum yapmak bile anlamsız.  
          Şeriatın, mevzuyu tasvir bakımından burada 
          zikredilmeyi hak eden, Müslüman toplumlarca da önemli ölçüde unutulmuş 
          başka veçheleri vardır. İki cinsiyet evreni arasındaki kesişmeler, 
          Şâri’ Teâlâ tarafından bazen kadınların bazen de erkeklerin hakları 
          olarak düzenlenir. Birinci kategori, şimdiki Müslüman toplumlarca daha 
          sıklıkla ihmal edilir. Çoğunlukla fakihlerin metinlere dair yaptığı 
          yorumlar, çok-seslidir. Meselâ, gündelik ev işleri, dahilî 
          toplumsallığın bir boyutu gibi gözükür, ama tamamen kadına ait bir 
          alan olarak tanımlanmamıştır; çünkü Şâfiîlik de dahil olmak üzere bazı 
          mezheplerce gündelik ev işleri, kadından çok erkeğin sorumluluğu 
          olarak görülür. Kutlu Peygamberin vefatından sonra Hz. Âişe’ye 
          Peygamberimizin evde ibadet etmediği vakitlerde neler yapıyor olduğu 
          sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Ailesine hizmet etti, yerleri 
          süpürdü ve elbiselerini dikti.” Şâfiî fakihleri, bu temel üzerinde, 
          kadınların ev işi yapmama haklarını savunurlar. Örneğin, ondördüncü 
          yüzyılın Suriyeli fakihlerinden İbnü’n-Nakîb şunda ısrar eder: “Kadın 
          ekmek pişirerek, un öğüterek, yemek yaparak, çamaşır yıkayarak ya da 
          başka şeyler yaparak kocasına hizmet etmekle vazifelendirilmemiştir; 
          zira evlilik akdi, kadın tarafında, sadece kocanın cinsel yönden 
          kendisinden zevk almasına izin vermesini gerektirir, bundan başka da 
          bir mecburiyeti yoktur.”  
          Bunun aksine, Hanefî mezhebinde bu işler 
          kadının görevi olarak kabul edilir. Muhtelif kural ve yaklaşımlar, 
          gövdesi değişmeyip olduğu gibi kalan fıkıh hakkında bir genellemeye 
          gitmenin zorluğunu yeterince hatırlatan başka bir nokta. (Burada 
          detayına inemeyeceğim önemli başka bir alan, çocuklara nezaret etme 
          hukukudur: Hanefîler, yedi yaşına gelince erkek çocukların dul anneden 
          ayrılmasını, kızların ise âdet görene kadar onunla kalmasını tercih 
          ederler. Mâlikîlerde ise, erkek çocuk cinsel olgunluğa —ihtilam— 
          erişinceye kadar, kızlar ise zifaf gecesine kadar anneleriyle kalır).
           
          Cinsiyete ilişkin İslâm ilahiyatı, bu 
          bakımdan, çeşitlilik arzeden bir kanun kodu, bölgesel farklılık, ve en 
          az fiziksel olana olduğu kadar metafiziksel olana da âşinalık talep 
          eden bir bağlantılar ağıyla mücadele eder. Bu karmaşıklık bizi 
          İslâm’ın kadınlara karşı tutumu hakkında kolaycı genellemelere 
          gitmememiz hususunda uyarmalıdır. Genelde Batıda gazeteciler, 
          feministler ve kültürlü insanlar bu hususta oldukça derin olumsuz 
          yargılara sahiptirler. Bu yargılara büyük oranda mevcut Müslüman 
          toplumları gözlemlemeleri sonucunda ulaşmışlardır, ve doğrusu modern 
          İslâm dünyasının kadınlara karşı tutumuyla daima takdire şâyân 
          olduğunu öne sürmek hem nafile bir çabadır, hem de doğru değildir. 
          Araba sürmelerine dahi izin verilmeyen Suudi Arabistan gibi 
          ülkelerdeki kadınlar, besbelli, ilâhî murada uygun biçimde kadına 
          koruma sağlanmasının çok uzağında, erkeğin nefsinden kaynaklanan bir 
          zulmün kurbanlarıdır. Bu cihetle, kızgınlıkla hareket eden, ve 
          insan-biçimli, dolayısıyla hem dişi hem erkek özellikli bir Tanrı’ya 
          kendilerini adamış olan kişilerce bugün birkaç ülkede başlatılmış olan 
          ‘İslâmîleşme’ tipleri, ne geleneksel fıkıh söylemiyle, ne de adalet 
          üzerine vahyî ısrarla ortak bir noktaya sahip görünüyor. Bu 
          dengesizlik, dişilik ilkesini bir hakikat olarak tespit eden ve de 
          cinsiyet şövenizmine temel teşkil eden enaniyetin önünü tıkayıp en 
          sonunda onu fesheden sûfî yaklaşım pratikteki din tarafından 
          hazmedilmediği sürece devam edecektir. Birçok Müslüman kadın düşünürün 
          yapıyor olduğu gibi biz de, (nass’ta, klasik tefsirlerde, ve 
          maneviyatta belirli olan) din ethosunun gerektirdiği beklentiler ile 
          klasik-sonrası Müslüman toplumların hâlihazırdaki bütünlük arzetmeyen 
          yapıları arasında bir ayrım gözetmeliyiz. Zira, günümüzde Hıristiyan, 
          Yahudi, Hindu ve Çin kültürleri çok daha fazla yenilenme ihtiyacında 
          olsa da, Müslüman toplumların da bu noktadaki konumu çok parlak 
          değildir.  
          Buraya kadar anlaşılmış olmalı ki, biz 
          vahiyle ne ‘maço’ şövenizmi, ne de mucizevî biçimde geç yirminci 
          yüzyıl feminizmini önceden haber vermesinden ötürü övünüyoruz. Son 
          tahlilde, Fiorenza’nın hatırlattığı gibi, feminizmin sağlam bir 
          akidesi yoktur; üstelik belli bazı biçimleriyle insanları şuurdan 
          uzaklaştırdığı gibi kadınlara ve topluma da açık bir şekilde zarar 
          vermektedir. Bununla birlikte, feminizmin bazı biçimleri şeriatla ve 
          bizim cinsiyet üzerine kurulu kozmolojilerimizle çarpıcı benzerlikler 
          gösterebilmektedir. Biz insanlığa (ilâhî olanın tamamen 
          cinsiyet-bağımsız olduğu, ve de meşru bir kanunun ve aile değerlerinin 
          ihsan edildiği) bir ilahiyat önererek, ya cinsiyetçilik ya feminizm 
          diyalektiğini bertaraf eden, nüans yüklü bir anlayışı savunuyoruz. Ki 
          sözkonusu kanun ve değerler, Irigaray’ın vurguladığı gibi, cinslerin 
          ‘eşit değil, farklı olduğunu kabul eden’ ve dişi ve erkeğin ayrı ayrı 
          hususiyetlerini bastırmaktansa onaylayan farklı rolleri doğal bir 
          şekilde kabul eder ve böyle bir anlayışta kökleşir.  
          Biyoloji bizim kaderimizdir, ama çok 
          farklı ihtimallere izin veren bir kaderdir bu. Sözgelimi, kadın 
          söylemi eve belirli bir değer verir, ama İslâm tarihinde Müslüman 
          kadınların âlim olmak adına evlerini terkettikleri dönemler olmuştur. 
          Şarkiyatçı Ignaz Goldziher’in belirttiği üzere, bir yüzyıl önce Orta 
          Çağ hadis âlimlerinin muhtemelen yüzde 15’i, camilerde hocalık yapan 
          ve katkıları dolayısıyla evrensel olarak takdir gören kadınlardı. Öyle 
          ki, Kahire’deki Saklatuniye Medresesi gibi üniversite düzeyindeki 
          okullar, eğitim kadrosu da tamamen onlardan oluşmak suretiyle 
          bütünüyle kadınlar tarafından kurulmuştu. Müslüman hanım 
          akademisyenlere ilişkin olarak Ruth Roded tarafından yapılan en son 
          çalışma, araştırmacı için sıradışı müşkil bir durumu vuzuha 
          kavuşturmuştur: 
          “Eğer Amerikalı ve Avrupalı tarihçiler, 
          geleneksel kaynaklarda yer almamalarından dolayı kadın tarihini 
          yeniden inşa etme ihtiyacı hissediyorlarsa, daha yeni yeni 
          araştırılmaya başlanan çok zengin bir malzeme kaynağının mevcut 
          olduğunu bilmeliler. Binlerce Müslüman kadın âlimin yaşam öyküsünü 
          okurken, insan, Müslüman kadınların marjinal, tecrit edilmiş ve 
          sınırlandırılmış olduğu görüşüyle çelişen bu açık deliller karşısında 
          şaşırıp kalıyor.” 
          Basmakalıp yargılar, insan mizacının esnek 
          olmayan cüzüdür gerçekten. Roded’ın dökümünü yaptığı gibi, birçok 
          klasik İslâmî medresede bayan hocaların oranı modern Batılı 
          üniversitelerden daha yüksekti. Müminlerin annesi Âişe, İslâm’ın 
          merkezî mescidinde hadis öğretmiş; canlılığı, zekası, ihlası ve 
          mütevaziliği ile kendisinden sonrakiler için her zaman vazgeçilmez bir 
          örnek olmuştu.  
          Bilmemiz gerekir ki, geçmiş ideal 
          örnekleri yeniden dünyalarımıza sokmadıkça, Müslüman toplumlarındaki 
          kutuplaşma devam edecektir. Bu toplumların Batılılaşmış sınıflarının 
          geleneksel üslupları reddediyor oluşları da bir vakıadır. Gerekçeleri 
          ise, basitçe söylersek, bu üslupların Batılı olmaması ve seçkinliğe 
          dayalı imajlarını tatmin etmemesidir. Bu şartlar altında, sözgelimi, 
          zahirî anlama takılıp kalmış Vehhabîler, otantik tasavvufun kadına 
          verdiği yüksek itibarı ve nefsi terbiye etme taleplerini reddetmeye 
          devam edecekler gibi görünüyor. Yine aynı grup, fıkhın bazı 
          boyutlarının içtihad temelinde vakti çoktan gelmiş dönüşümleri için 
          yapılan meşru çağrılara karşı koyuyorlar. Bunun sebebi, fıkıh alanında 
          derin bir vukufiyetleri olduğundan değil, tam tersine, gerek hatalı 
          tefsir usulleri gerekse yapılan çağrıların Batılı etki ve taleplerle 
          bağlantılı olmasından dolayıdır. Geleneğin telkinleriyle hareket eden 
          orta yolun insaflı yolcularının, hızla kutuplaşan toplumlarımızda 
          öncelikleri kavrayıp kavrayamayacağı ve gündemi şekillendirmek için 
          sünnetin benlikten uzak ve kerem yüklü Müslüman tanımına tâbi olup 
          olmayacakları, bir gözlem konusu olmaya devam etmektedir. Hiç kuşku 
          yok ki, benlikten sıyrılmadıkça yeryüzünde adalet ve şefkatin günyüzü 
          göremeyeceğine dair sûfî içgörüsünün, akıllılar arasında nihaî kıstas 
          olacağı bir zaman gelecektır. Açıktır ki, İslâmî gelenek, rol 
          yokluğunun giderek daha fazla tahribi gözlenen kural yokluğuna 
          önderlik ettiği yeni toplum üzerine tefekkür etmek, ve birçok 
          sorumluluk sahibi zihni karıştırmaya devam edegelen bir tartışmayı 
          gerek kendisinin, gerek Batının aşmasına imkân sağlamak suretiyle, 
          gerçekten bir köklü çözüm imkânı sunmaktadır.  
          © 2004 karakalem.net / ABDÜLHAKİM MURAD(çev. Ömer Baldık)
 
           
          
          27.04.2004
          http://gulizk.com
 
 
              |