Bir İtalyan parti
başkanı dün “ islam bir medeniyet değildir” demişti ,ona cevaben
yazılmış bir yazı:
Modern
bilimler tarihinin üç yüzyıllık kadar bir geçmişi var.
Avrupalıların on yedinci yüzyıldan itibaren kendilerini İslâm
dünyasından üstün görmeye, hatta bu kültür dünyasını unutmaya
başladıkları bir sırada, bilimler tarihinin başlayan yapıcı büyük
bir çağı anlamında “Rönesans (yeniden doğuş) ” diye bir adlandırma
ortaya çıktı.
Bu terimin taşıdığı anlama göre Avrupa'da 13. hatta 12. yüzyıldan
itibaren belirmeye başlayan ilmî kalkınma, doğrudan doğruya Yunan
bilimlerinin Latinceye tercümesi, benimsenmesi ve etkisi diye
değerlendiriliyordu. Bu anlam, birçok bilim tarihçisi tarafından
tarihî gerçeklere aykırı olduğunun gösterilmiş bulunmasına rağmen,
Batı dünyasında, hatta onun dümen suyunda kalan İslâm dünyasında
hakim bulunuyor. Benim kuşağım ilkokulda ve lisede Rönesans
görüşünü sarsılmaz bir gerçek olarak Batı dillerinden alınan ders
kitaplarından öğreniyordu.
1943 yılında İstanbul Üniversitesi'nde şarkiyat tahsiline
başladığımda,
dünyanın, geçmişte ve bugün için en büyük şarkiyatçısı olarak
tanınan
Hellmut Ritter'in öğrencisi olmak şans ve nimetine kavuştum. O
bana, fazla tembel bir öğrenci olmadığıma inanınca, doğal
bilimlerle, özellikle
matematik ile ilgilenmemi, modern matematiğin temelinde İslâm
bilginlerinin kitaplarının bulunduğunu söyledi, misal olarak
el-Hârezmî,
İbnü Yûnis, İbnü'l-Heytem ve el-Bîrûnî'nin adını andı. Onların Batı
dünyasında tanınan en büyük bilginler seviyesinde olduğunu söyledi.
O gün eve gittim, çok zor, uykusuz bir gece geçirdim. Bir taraftan
genç
hafızamda eve götürdüğüm dört isimden başka çok şey bilmek aşkı,
öbür taraftan, ilkokula başladığım ilk haftalarda süslü püslü hanım
öğretmenimden duyduğum söz: "İslâm bilginlerinin, dünyanın bir
öküzü boynuzu üzerine oturduğuna inandıkları". Sabahın olmasını,
hocama çok çok şeyler sorma saadetine kavuşma anını sabırsızlıkla
bekledim.
Batı; İslâm medeniyetinin devamı...
O günden bugüne kadar tam 61 yıl geçti. Bazı küçük sarsıntılar bir
tarafa, bu geçen zaman zarfında sadece bir gerçeği öğrenmenin
peşinde koştum:
İslâm kültür dünyasının bilimler tarihindeki yeri nedir? Daha genç
kuşakların Türkiye okullarında bizim kuşaklarımızdan Müslümanların
bilimler tarihindeki yeri ile ilgili, ne kadar farklı olumlu veya
olumsuz
şeyler öğrendiklerini bilemiyorum. Ama bu hususta gözden kaçmayan
bir gerçek var ki, o da genellikle Müslümanlar, bu arada Türkler,
İslâm kültür dünyasının bilimler tarihindeki yerini ya çok az
biliyorlar, ya hiç
bilmiyorlar veya elan bu kültür dünyasına karşı çok yanlış görüşler
taşıyorlar. Batı dünyasının bugünkü üstün durumu birçok Müslüman'da
özellikle Türklerde adeta bir aşağılık duygusu uyandırıyor. Ortada
gözden kaçmayacak bir gerçek var ki, o da birçok Türk aydını, Batı
dünyasına ulaşabilmenin çaresini Türk topluluğunu dinden
kurtarmakta buluyor.
Ben altmış yıllık çalışmam sırasında her gün biraz daha fazla İslâm
uygarlığını tanımanın ve tanıtmanın Batı dünyasına ulaşma davası
bakımından en sağlam, daha doğrusu tek yol olduğuna inandım.
Bugünkü bilgime göre, -ki bunu gerçeğe oranla çok yoksul buluyorum-
genç Batı uygarlığını İslâm uygarlığının değişik, coğrafî ve
iktisadî şartlar altında gerçekleşen devamı olarak görüyorum. Bu
anlamda İslâm bilimleri Yunan bilimlerinin bir devamı olarak
gelişti. Diğer taraftan Yunan bilimlerinin temellerinin eski Mısır
ve Babilonya bilimlerine dayandığını, bilimler tarihi yavaş yavaş
ortaya koyuyor. Benim için bilimler tarihi bir bütündür. Bilim
tarihçisinin ödevi bu bütünü meydana getiren parçaları gerçeğe uygun
bir şekilde, hislerden, önyargılardan uzak, tam bir objektivite ile
değerlendirmek ve tanıtmaktır.
Bugünkü Batı bilimlerinin İslâm bilimlerinin bir devamı olduğu
hususundaki görüşümü birçok Alman meslektaşlarıma, enstitümüzün
müzesini ziyarete gelen misafirlerin bir kısmına ilettiğimde onlar
bunu hemen hemen yadırgamadılar, sadece bana şu soruyu sordular:
İslâm dünyasındaki bilimlerin böyle bir yüksek düzeye ulaşmış
olması ile bağdaşamayacak bugünkü geriliği nasıl aydınlatırsınız?
Şüphesiz, bu soru sizin de kafanızı meşgul ediyor. Buna sözlerimin
sonunda kısaca dokunacağım.
Size sunmak istediğim basit tablonun seyrek çizgileri şunlar:
Müslümanlar tarih sahnesine çıkışlarının ilk yirmi yılı içinde önce
Romalıların, daha sonra Bizanslıların elinde bulunan Suriye ve
Mısır'daki kültür merkezlerini ele geçirdiler. Bununla Müslümanlara
Yunan bilimlerinin ilk kapıları açılmış oldu. Takip eden üçüncü on
yılda onların gemilere sahip olması, Kıbrıs'ı, Rodos'u işgal edip
Sicilya sahillerine dayanmaları tarihin şaşırtıcı hadiseleri
arasında bulunuyor. Bu, her şeyden önce onların yeni vatandaşlarına
-ister yeni dini kabul etmiş, ister etmemiş olsunlar- çok iyi
muamele etmiş, hürmet ve tolerans göstermiş olmalarınınürünüydü.
Müslümanların azınlık din mensuplarına karşı tanıdıkları tam
hürriyet, kurdukları medeniyetin yapıcı prensiplerinden biri idi.
Bizler Osmanlıların bu paha biçilmez prensibi iyi
değerlendirmiş olmaları ile öğünebiliriz. Bu prensibin yüksek
değeri, ancak öbür kültür dünyalarıyla karşılaştırıldığında daha
iyi anlaşılabilir. İslâm'ın ilk yüzyılında Yunancadan,
Süryaniceden, Farsçadan ilk tercümeler yapıldı. Bunu yapanlar, eski
kültür merkezlerinin mensupları idi, destek ve arzu
Emevî halifelerinden geliyordu. Müslümanlar dünyanın yuvarlak olduğu
fikrini Yunanlılardan ve İranlılardan kuşkusuz kabullendiler. Daha
ilk yüzyılda okuyup yazma ilgisi bir yaygın hastalık gibi bütün
İslâm dünyasını etkiledi. Ben şahsen, aynı yüzyılın sonuna doğru
gelişen okuyup yazanların sayısının o çağın hiçbir yeriyle ölçü
kabul etmez bir düzeye ulaştığına
inanıyorum.
İslâm'ın 15. yıllarında Abbasî halifesi bazı Hint astronomlarını
Bağdat'a
davet etti. Onların beraberlerinde getirdikleri Siddhânta, ki
Sanskritçenin çok hacimli, en çok gelişmiş astronomi ve matematik
kitabı idi, Arapçaya tercüme edildi. Bu işi başaranlar, eski İran
ekolünün Müslüman mensupları idi. Bununla genç kültür dünyasında
ilmî astronomi başlamış bulunuyordu. Yunanlıların tanımadığı sıfır
sayısı ve Hintliler arasında gelişen trigonometrik elemanlar İslâm
dünyasına girdi. Onlar sinüs manasına gelen jîva terimini ğîb diye
Arapçalaştırdılar. Bu sonradan yanlış olarak Latinceye cep manasına
sinüs diye tercüme edildi. İlerleme büyük bir hızla gelişiyordu.
İkinci yüzyılın sonuna kadar Batlamyos'un zor ve hacimli Elmajest
adlı astronomi kitabı, Öklid'in geometrisi ve daha pek çok kitap
Arapçaya tercüme edilmiş bulunuyordu, hatta şerh ve tenkit işine
başlanmıştı. Kısacası, ikinci yüzyılın üçüncü yüzyıla dönümü ilmin
birçok
alanında alma ve benimseme (resepsyon ve asimilasyon) çağı
yaratıcılık safhasının eşiğine dayanmıştı. Abbasî devlet
adamlarının, Hint dinlerini araştırmak maksadıyla ikinci yüzyılın
sonlarına doğru Hindistan'a araştırıcı gönderdiğini düşünürsek,
ilmî hareketin ne büyük bir süratle geliştiğini kolayca anlamış
oluruz. Daha ikinci yüzyıl yani milâdın 8. yüzyılının sonuna doğru,
Yunanlılardan alınan atomizmin büyük gelişmeler kazandığını
söylemek isterim. Bunun İslâm dünyasındaki gelişmesinin, Avrupa'da
20. yüzyılın ilk yarısındaki düzeyde olduğunu şarkiyatçılardan biri
ileri sürüyor.
Bilimin temelini Müslümanlar attı.
Aynı yüzyıl, tüm bilimler tarihinin en büyük şahsiyetlerinden
birinin
ortaya çıkışına şahit oldu. Bu Câbir ibnü Heyyân idi. O,
Yunanlılarla daha sonraları doğu Akdeniz çevresi kültür
merkezlerindeki gelişmeleri
değerlendirerek kimyayı kantitatif ve kalitatif prensiplere dayanan
bir
bilim olarak kurdu. Bu bilimi -İslâm dünyasındaki bazı küçük
katkılar bir tarafa- daha yeni bir düzeye kavuşmak için 900 ila
1000 yıl bekledi. Kimya ile başlayan bu büyük bilgin zamanla hemen
hemen bütün doğal bilimlerle uğraştı. Câbir, büyük bir doğa bilgini
olarak gelişti. O, Allah'ın insana verdiği kabiliyetin adeta
sınırsız olduğuna inanıyordu. İnsanın kâinatın en son sır
perdelerini yırtmaya muktedir olduğuna, canlı ve cansız varlıklar
yaratabileceğine inanıyor, hiç olmazsa teorik olarak bunun mümkün
bulunduğunu savunuyordu. Her şeyden önemli olanı bu problemin
milâdın 8. yüzyılında İslâm dünyasında korkusuzca yazılabilmesiydi.
O aynı zamanda 700 hayvansal ve diğer doğal sesleri kapsayan bir
sistem kurmaya çalıştı. Fizik onda, doğada saklı olanı açığa çıkarma
kanunu diye ifadesini buluyor, doğadaki her zerrenin, zerrelerin
birbirlerine olan etkisinin, hatta bütün insanî duyguların
matematikman ölçülebileceğine inanıyordu. Bunu "Um al-mîzân (ölçü
ilmi)" diye adlandırıyordu. Câbir'in yaşadığı yüzyılda, bütün doğal
bilimler bir tarafa, filoloji inanılmaz bir düzeye ulaşmıştı.
Sîbaveyh'in o çağda yazılmış çok hacimli sistematik gramer
kitabının benzerine hangi kültür dünyasında rastlanacağını
bilemiyorum.
9. yüzyılın başlarında Halife el-Me'mûn, Bağdat'ta Beytü'l-Hikmet
adıyla bir akademi kurdu. Bu bilgin halifenin başkanlığında bir
araya gelen Müslüman, Hıristiyan, Yahudî ve Sabiî dinine mensup
bilginler yeni tercümeler yapıyor, eski tercümeleri düzeltiyor ve
ilmin çeşitli
alanlarında araştırmalar yapıyorlardı. Halife el-Me'mûn astronomide
sağlam neticeler almak gayesiyle biri Bağdat'ta diğeri de Şam'da
iki rasathane kurdurdu. Bunlar bilimler tarihinin tanıdığı ilk
gözlemevleri idi.
Çalışmalar çok zaman halifenin katılması ile oluyordu. Aynı halife,
astronom ve matematikçilerinden Ekvator'un uzunluğunu ölçmelerini
istedi.
Onlar bu işi hayranlıkla karşılanacak yüksek ilmî metotlarla
sonuçlandırdılar. Onların ulaştığı değer, bugün bildiğimiz
uzunluktan
ibarettir. Yaklaşık kırk bin kilometre.
Halife el-Me'mûn, 70 kadar bilgini bir dünya haritası yapmak ve bir
coğrafya kitabı yazmakla ödevlendirdi. Tabiatıyla onlar her şeyden
önce bilinen Marinos'un haritası ve Batlamyos'un coğrafyasına
dayanmak zorunda idiler. Tabiatı ile bir kuşak boyunca
başarabilecekleri doğrultmanın ve yeniliklerin bir sınırı vardı.
Onların bundan yirmi yıl önce Topkapı Sarayı'nda bulduğum dünya
haritası coğrafya tarihi üzerindeki düşünceleri büyük çapta
doğrultmaya zorluyor. Onu sadece Batlamyos'un adını taşıyan harita
ile karşılaştırmak yeter. Meselâ el-Me'mun haritasında Atlas ve
Hint okyanusları Batlamyos'taki içdeniz halinden kurtulmuş,
karaları
kuşatan gerçek şekli bulmuşlardı.
19. yüzyılda çözülebilen gerçekler...
Halife el-Me'mûn zamanında üç cebir kitabı yazıldı. Bunlar
Babilonya,
Yunan ve Hintliler tarafından bilinen birinci ve ikinci dereceden
denklemleri ilk defa ayrı bir bilim dalı olarak ortaya
koyuyorlardı. Cebir
alanında kaydedilen gelişmeleri birkaç cümle ile özetlemek
istiyorum: İlk üç cebir kitabının ortaya çıkışından 50 yıl kadar
sonra el-Mâhânî adındaki bilgin bir geometrik problemi üçüncü
dereceden bir denkleme çevirdi, ama denklemi çözemedi. Üçüncü
dereceden bir denklemin ilk çözümünü milâdın 950 yıllarında Ebû
Ca'fer el-Hâzin adlı matematikçi ve astronom parabol konstrüksyonu
kullanmak suretiyle başardı. 11. yüzyılın ilk yarısında
İbnü'l-Heytem bir optik problemini dördüncü dereceden bir denklemle
çözdü.
Küçük bir yanlışlıkla Latinceye çevrilen problem, Prohlema Alhazeni
adı altında 13. yüzyıldan itibaren Avrupalı bilginleri altı yüzyıl
kadar
uğraştırdı. İbnü'l-Heytem'in çözümü ancak 19. yüzyılda
kavranabildi.
11. yüzyılın sonlarına doğru Ömer Hayyâm, çözüm yolları çoğalan
üçüncü dereceden denklemleri bir sisteme bağlayan ilk kitabı yazdı.
Hayyâm'ın kitabının Avrupa'ya ulaşmadığı sanılıyor, ama onunkine
benzeyen denklem konstrüksyon ve çözümleri 17. yüzyılda Rene
Descartes, Frans van Sehooten ve Edmund Halley'in kitaplarında
karşımıza çıkıyor. Bu benzerlik sorununu geçen yüzyılın ilk
yarısında ele alan matematik tarihçisi Johannes Tropfke, adı geçen
Avrupalı bilginlerin 'Ömer Hayyâm'ın sonuçlarına kendi gayretleri
ile ulaştıklarına inanıyor, öncellerinin kitabının Avrupa'da
tanınmadığından aynı denklem ve çözümlerinin daha önce
bilinmediğine hayıflanıyordu. O bir bakıma haklı, ama aynı
sonuçların İslâm dünyasından
Avrupa'ya başka vasıtalarla ulaşıp ulaşmadığı sorunu bugün için
açık
bulunuyor.
15. yüzyılın ilk yarısında Giyâtüddîn el-Kâşî dördüncü dereceden
denklemlerin 70 tipini tanıyordu. Modern matematikle bu sayı 65'e
indiriliyor. Bu denklem konusundan sonra milâdın 9. yüzyılına
dönüyorum.
Astronomide 9. yüzyılda Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü veya
aksini ileri süren görüşlere rastlıyoruz. 19. yüzyılda Dünya'nın
kendi etrafında döndüğü görüşünü savunanlar çoğaldı. 11. yüzyılda bu
görüş bazı sebeplerle bırakıldı.
9. yüzyılda rasat netice ve ölçülerinde çok büyük başarılar elde
edildi.
Meselâ Güneş'le Dünya'nın yıllık en uzak mesafe noktasının sabit
olmayıp değiştiğini fark ettiler. 11. yüzyılda yörüngedeki
ilerlemenin yıllık 12,09 saniye olduğunu sapladılar. Günümüzde bu
değer 11,46 saniye olarak biliniyor. Bu, çok yüksek bir gözlem
tekniği, araç ve matematiği gerektiren sonuç 17. yüzyılda Johann
Kepler'e ulaşmıştı. O, bunun nasıl başarıldığını bilmek için bazı
çağdaşları ile yazışıyordu. Kısaca söyleyeyim, el-Bîrûnî bu hususta
yılın dört bölümünde yapılan gözlemlerin sonuçlarını infinitezimal
matematikle değerlendirmişti.
Astronomi alanından bir misal daha: 10. yüzyılın ilk yarısında
yerküresi ekseninin eğiminde bir değişikliğin olabileceğini
düşünmeye başladılar.
Bunu saptayabilmek için aynı yüzyılın ikinci yarısında eski
Tahran'da özel bir rasathane kuruldu. Varılan sonuç şu: Dünyanın
ekseni sürekli olarak azalıyor. Gök mekaniği 19. yüzyılda aynı
sonucu doğruladı. İnfinitezimal matematiğe 9. yüzyılın ikinci
yarısında yöneldiler. Arşimed'in bu konudaki gayreti onlara
ulaşmamıştı. Ayrı yoldan giderek yüzyıllar boyu gerçekleşen bir
gelişmenin en yüksek noktasını 15. yüzyılda Giyâtüddîn el-Kâşî'de
buluyoruz. O geometrik olan ve olmayan cisimlerin hacmini
(oylumunu) ve yüzlerini ölçebiliyordu.
Prof. Dr. Fuat Sezgin
Goethe Üniversitesi
İslam Tarihi Enstitüsü Direktörü / Almanya
İstanbul
-29.07.2005
http://sufizmveinsan.com
|