oroslar'da
eski bir derebeylik şatosunun yıkıntıları üzerinde keçilerini
otlatıyordu. Demek aşağıda, şimdi hareketli bahar bulutlarının
örttüğü vadide rastladığım kıl çadır onundu.
Yer gösterdi, yanına çöktüm.
"Kimsin,
kimlerdensin?"
Anlattım. İlgilenmedi. Bana keçiboynuzu ikram etti. Karşılığında
Çikolatayla tanıştı. Rüzgârın sürüden kopartıp üzerimize
saldığı bir bulut, tipi olup yağmaya başladığında, otuz
kırk metre ötemizdeki sedir ağacını işaret etti. Yetmiş
yaşını aşmış bu sarışın, uzun adamı takip ettim.
Altına sığındığımız ağacın aynı zamanda bir dağ
evliyasının mezarına da bekçilik yaptığını anladım.
Yosunlu yatır taşının üzerinde (belli belirsiz bir at
kabartmasından başka) herhangi bir işaret yoktu.
Merakımı giderdi:
"Kelteri
Baba Hazretleri" dedi.
"Ya sen, sen
kimsin?" diye sordum.
"Kelteri"
dedi.
Güneş dağları
terk ettiğinde çadıra indik. Dağların uğultulu gecesinde,kırık
dökük bir gaz lâmbasının rüzgârlı ışığında atalarının
hikâyesini anlattı... Aşağıdaki tarihleri, yer ve kişi
adlarını o söylemedi; uzun ve zahmetli araştırmalardan
sonra ben derledim.
Yazılanlar gerçektir
ve Son Kelteri'nin anlattıklarını tamamen doğrulamaktadır.
Hikâye,bir dağ gecesinde gökyüzünü dolduran yıldızlara
uzun uzun bakan bir insanın kapılacağı çaresizliğe benzer
bir duygu yaratmışsa da, kabûl edelim ki bu topraklar belki yüzyıllar
önce sönmüş ama ışıklarını hâlâ seçebildiğimiz yüzlerce
kavmin henüz anlatılmamış öyküleriyle dolu...
1094 yılı,
Kuzey Britanya Kelt köylüleri birkaç yıl önce tanıştıkları
ve kılıç zoruyla iman ettikleri İsa'ya daha yeri yeni alışmaya
çalışıyorlardı. Nerfelk Kontu Ralp Guader'e bağlı
Brotange şövalyeleri sisli bir kış günü erkekleri toplayıp
götürdüklerinde, kadınlar gizledikleri totemleri tekrar
ortaya çıkardılar. Ve erkeklerinin Raymond'un I. Haçlı
seferi için askere alındığını öğrendiler. Kelt erkekleri
düzenli ordunun onları beklediği Kuzey Fransa'ya geçirildiler.
Sonra da iki yıl sürecek - önce Alp'ler üzerinden İtalya'ya
sonra Draç ve Selânik'e, oradan da İstanbul'a sefere çıkarıldılar.
Pek çoğu, bu zorlu yolculuk sırasında öldü. Bizans'ın başkentini
geçip İznik önlerine ulaşabildiklerinde, koca orduda
Kelt'lerin sayısı yüzü ancak geçiyordu. Knustvargarth köyünde
Gnut, Raymond tarafından şövalyelikle ödüllendirildi. O,
ilk Kelt şövalyesidir.
Aynı yıllar...
Orta Asya... Selçuklu Sultanı Kılıçarslan'ın komutanları,
adım adım yaklaşan Haçlı ordusuna karşı koyabilmek için
Buhara civarında yerleşik düzene geçmeye çalışıyor. Şaman
Türkmenleri'ni önce Müslüman yapıyor, sonra da orduya katıyorlar.
Türkmen kadınları Gök -Deniz tanrılarını kuşlar - balıklarla
yeryüzüne çağırıyor, haberci tanrılar, erkeklerinin
Anadolu'ya, İznik önlerine savaşmaya götürüldüklerini söylüyor...
Peşlerine turnaları uçuruyorlar...
Türkmenlerin lideri Tusi Abu, Selçuklu başkenti İznik'te Kılıçarslan'ın
önünde eğildiğinde, Sultan, bu şaşkın, çocuk gözlü göçebeleri
ordusunun sağ ucunun ön safına yerleştiriyor. 1096'da İznik
önlerinde yaşanan ilk çatışmayı Haçlılar kazanıyor, İznik
düşüyor. İki ordudan da en çok kaybı Türkmenlerle Keltler
veriyor. Tarihçi Fulcheris Carnotentis, Türkmen ve Kelt ölülerinin
doldurduğu savaş alanında, her iki kavmin de cesetlerini
benzer törenlerle gömdüklerini ve bu törenlerin papaz ve
imamlarca sert yöntemler uygulanarak engellendiğini anlatır.
Şövalye Gnut,
emrine verilen bir ormanı dolaşırken rastladığı, çaputlarla
süslenmiş bir kayın ağacı önünde gök tanrıyla dans eder
ve ağacın dallarına Britanya'dan getirdiği kutsal bezden bir
parça bağlar. Bu ağacı süsleyenlerin Türkmenler olduğunu
henüz bilmemektedir.
İki kavmin tanışması, kaynaşması için Haçlılar'ın Eskişehir'i
de ele geçirip Kapadokya üzerinden Akdeniz'e akmaları
gerekmektedir... Haçlılar Adana'yı işgal eder. Gnut'un
emrindeki Kelt birliği Toroslar'da bir Roma şatosuna yerleştirilir.
41 Kelt, bir sabah sisin içinden çıkan 41 Türkmen atlısına
karşı şatolarını kahramanca savunurlar. Sonunda Gnut şatodan
bir elçi çıkarır...
Kırık dökük
gaz lâmbasının rüzgârlı ışığında sustu Kelteri,
"hele biraz soluklanalım" dedi...
Kelteri sigara içmiyordu, ben bir tane yaktım. Çadırdan dışarıya,
yıldızlı dağ gecesine çıktım.
Rüzgâr kesilmişti. Toroslar'ın ıssız bir yaylasında
rastladığım ve kendine Kelteri diyen bu yaşlı keçi çobanının,
ataları hakkında anlattığı olayların asırlar önce yaşandığı
şatoya baktım. Şato; yıkıntılarının arasında gezinen keçilerin
çan seslerini ödünç almış; bu garip müzikle sanki bizi
kendine çağırıyordu.
Kelteri yanıma geldi.
"Yukarıya
çıkmak ister misin?" diye sordu.
"Karanlıkta zor olmaz mı?" dedim.
İki mum yaktı.
Işığa, sürünün en iri tekesi geldi, boynunu uzattı.
Kelteri mumları tekenin boynuzlarına dikti. Biraz sonra gâh
yalpalayan gâh durup bizi bekleyen canlı aydınlığın peşinde,
hikâyenin geri kalan kısmını dinledim. Gnut'un şatodan çıkardığı
elçiyi, Türkmenlerin komutanı Tusi Abu atının üzerinden
inerek karşılar. Elçi, Tusi Abu'nun ve kırk bir Türkmen atlısının
meraklı bakışları altında, getirdiği mesajı toprağa çizer.
Bu, şahin, güneş, ay ve at şekillerinden oluşan bir çeşit
semboldür. Tusi Abu şaşırır. Şaşırır, çünkü, aylardır
Hıristiyan belleyip kuşattığı bu insanların elçisi, Türkmenlerin
Müslümanlık öncesi (Türkmenler tektanrılı dine geçeli
daha on yıl olmamıştır) Şaman – Türk tanrılarının
sembolünü çizmiştir.
Üstelik bu sembol, eski dinlerinin bahar bayramını
simgelemektedir. Bu durum karşısında Tusi Abu düşünür. Kırk
bir Türkmen atlısı düşünür. Elçi yanıt beklemektedir.
Tusi Abu göğsünde deri bir kese içinde sakladığı, keçeden
yapılmış Poyzan tözünü çıkarır. Kelt de göğsünden
Takiratını çıkarır.
Olayları şatosunun
burçlarından izleyen Gnut, aylardır kapalı kapıları ardına
kadar açar. Türkmenler duralar. Tusi Abu süvarilerine atlarından
inmelerini söyler. Böylece, 41 at ve süvarisi iki kavmi birleştirecek
bahar âyini için şatoya girerler.
Sonunda bize
rehberlik eden teke durdu: Şatoya varmıştık. Yıkıntıların
arasında bir yer bulup oturduk.
Keçiler etrafımızı sardı. Kelteri, bahar âyinini anlatmaya
koyuldu.
Gnut, Türkmenleri
karşılar. Şatonunavlusunda büyük bir ateş yakılır.
Keltler ve Türkmenler ateşin etrafını sararlar. Göğüslerinde
saklanan muskalar, tılsımlar, tanrı simgeleri bir bir çıkarılır.
Böylece çember tamamlanır.
Tusi Abu atını süsler ve âyin için azat eder. At avludan dışarıya
çıkar.
Aynı anda Tusi Abu ve Gnut, şaman davullarını çalmaya başlarlar
ve uzak ülkelerinin ruhlarını çağırırlar. Böylece orada,
iki kavmin ruhları sonsuza kadar kavuşurlar. Tusi Abu ve Gnut,
her bir ruh için ayrı ayrı yere yatar,diz çöker, davullarını
havaya kaldırır, gökgürültüsü gibi sesler çıkarıp,
ileri geri gidip gelirler.
Kelteri yıkıntıların
arasında gidip geldi, çaldığı davulun, tepelerde yankılanan
sesiyle kendinden geçti. Bu, küçük ateşimiz küllenene
kadar sürdü. Sonra yanıma çöktü ve hikâyesini tamamladı.
Böylece bir
olan, ruhları bu şatoda birleşen Türkmenlerle Keltler,
Dağların arasında, savaşan kalabalıktan uzakta bir yitik
cennet kurarlar. İki asır boyunca bu cennet, onlara katılan
kadınların yardımıyla yeni kuşaklar yetiştirir. Ta ki Kudüs'ten
dönen bir haçlı kolu, bu barış ülkesini sapkınlıkla suçlayıp
yıkana kadar... Kıyım korkunç olur. Kurtulabilenler dağılır
ve gizli Kelteri mezhebini kurarlar.
İşte, Toroslar'ın
ıssız bir yaylasında, keçilerini otlatmaya çıkan bu
ihtiyar da yüzyıllarca bir yere yerleşmeksizin göçebe hayatı
sürdüren bu gizli mezhebin son temsilcisiydi.
"Ben öldükten
sonra, kemiklerimizi bekleyecek kimse kalmayacak" dedi.
Güneş doğdu.
Sordum, "Peki, şu ilerdeki sedir ağacının altında
yatan yatır kimdir?"
Yanıtladı, "O da benim, bizde herkes birdir."
Yirmi dört saat
önce karşılaştığımız noktada beni bırakıp uzaklaştı.
Yıkıntıların
arasında öylece kaldım.
Kerem
Doksat Tarafından Derlenmiştir...
İstanbul
- 14.02.2001
http://afyuksel.com
|