Özün Özü
1. Bölüm

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ  İÇİN VERİLEN MANA ŞEKLİ

Bir kimse, kendi cisminde, cesedinde olan cüz'î ruhunu anlarsa; ki buna,

“Konuşan nefis” dense de olur. Hali böyle olan, birinci mana şekli içindedir. Bu makama,“Terakki” adı verilir.

Vahdet ehline göre; nefs, kalb, ruh, akıl ve sır hep birden, tek şeydir. Ancak, değişik şekil aldıkça ayrı ayrı itibar edilir, birer isim verilir.
O konuşan nefsin, cismi ve canı yoktur. Cese­din dışında ve içinde bir yönetici olur; tasarruf eder. Fakat, ne mekânı, ne de bir nişanı vardır. Hiçbir özel yere sahip olmadan, nereye parmak basılsa, küllî olarak orada var olur. Ayrıca bölünme, parçalanma gibi şeyler onun için yerinde sayılmaz.

Şahsın, elinde tutan, gözünde bakan, di­linde söyleyen, ayağında yürüyen, kulağında işiten ve her duygusunda tasarruf eden odur.
Beden parçalarının her parçasında bizatihi tü­müyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış olarak her şeyden münezzeh ve müberradır. Bir parmak, el veya ayak kesilecek olsa, ona ne noksanlık gelir; ne de bir eksilme.. Herhalde o, eskiden olduğu gibi merkezinde dâim ve kaim durur. Cesedin cümle­sine fena gelse, ona ne yokluk olur, ne de zeval... Bunu anlatabilmek için, had ve hesaba sığmayan manalar vardır.

II

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN  VERİLEN MANA ŞEKLİ

Bu ikinci şekilde olan kimse, ufuklara bakma­lı... Yani, afakta olan küllî nefse (bütüne) nazar eyleye. Buna:

— Akıl, izafî olan küllî ruh.

Dahi derler; Allah-ü Taâlâ'nın halifesidir. Bu, cisim ve cisme bürünmüş değildir. Yerin ve sema­nın dışında dahi değildir. Bütün mevcudatı kuşa­tır; onlarda tedbir ve tasarruf eder. Ona nisbetle, üstünlüğün en üstü ile, altın en altı eşittir. Her mertebede zatı ile mevcut olur. Parçalanmaya ve bölünmeye gelmez. Gök yıkılsa, yer çökse onda bir hasar olmaz.

Meselâ: Dünyayı aydınlatan güneşe, ne zarar gelir; ki: Âlemde ne kadar evler, saraylar yapılsa, hepsine ondan ışık hâsıl olur. Ancak her ev baca­sına ve her saray penceresine göre ışık alır, O ev­lerin çökmesi, sarayların yıkılması ile güneşe bir şey olacağı akla gelmeyeceği gibi, ona da bir şey ol­maz. Hak Taâlâ, her ne kadar insan ve hayvan yaratsa, o cümlesinde tedbir ve tasarruf edebilir; can­lılardan ne kadarı ölürse ölsün, o izafî ruh, ne hal­de ise, o halde daim ve kaim olur.

İşte o ruha sahip olan, afâka nazar eyledikte, bu halleri bilirse, ikinci şeklin ne olduğunu anlar.

III

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ  İÇİN VERİLEN MANA ŞEKLİ

Bu makamda olan dahi; yükseliş elde ettikten sonra gerekir ki:
- C ü z' İ
Tabir edilen ruhunu, küllî ruhta fani ve yok görmek suretiyle, izafî ruhta zinde ola.. Yani: Ru­hun, küllî ruh; aklın, küllî akıl olduğunu hakk'al-yakîn müşahade ede; sonra:
- Cüz' î..
Deyimleri ata. Her şeyin bütüne bağlı olduğu­nu anlaya. İşte üçüncü şekil de budur.

IV

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ  İÇİN VERİLEN MANA ŞEKLİ

Sonra o kimse bu makamda yükselmeye devam ede; kendi ruhunu izafî ruhta yok olmuş bula.
İzafî ruhu ise, Hakk’ın Zât’ında mahvolmuş gö­re. Parçalardan ve bütünden dahi halâs ola. Bun­lar olunca bütün işleri Hakk'ın fiilinde; bütün isim ve sıfatı, Hakk’ın isim ve sıfatında, ayrıca bütün zatları da Hakk’ın Zât’ında fena bulmuş ve yok ol­muş göre.
Bu görüşünde sağlam olunca, ilm'el-yakîn ta­bir edilen, tam müşahede haline erer.
- Ondan başka varlık yoktur.
- Varlık cübbesinde ondan başkası yoktur. Manalarını da hal edinerek, tadarak anlar. Ay­rıca:
- «Bugün nıülk kimin? Vahid Kahhar olan Allah'ın..»  (40/16)
Mealini taşıyan âyet-i kerimedeki manaya da anlayış peyda ettikten sonra, dışta Hakk’ın gayri şeylerin mevcut olmadığını irfan yolu ile sezer; anlar.

* * *

Buraya kadar dört şekil anlatıldı.Bunları şöyle özetlemek mümkündür: Zikri geçen şekillerden biri:
a)  Enfüs —iç varlık—;
b)  Af ak —dış varlık—;
c)  Enfüs ve afakın bir olması..
d)  Anlatılanların hepsi, Yüce Hakk’ın Zâ­t’ında eridi ve yok olup gitti.

V

İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇiN VERİLEN MÂNA ŞEKLİ

Burası öyle bir makamdır ki, buraya kadar anlatılan dereceleri birleştirip, hepsini bir görüp müşahede etmek gerekir. Bu dereceye erene:

— İBN'ÜL-VAKİT..
Tabiri kullanılır.

VI
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ  İÇİN VERİLEN MANA ŞEKLİ

Bu makamı bulan zat, her şeye ayna olur. Bu makamın yolcusu, yolunda zatından gayrını göre­mez ve her şeyi kendine bağlı bulur. Ve:
- Cübbemin içinde Allah'tan gayrı yok; iki ci­handa benden başkası olabilir mi?.
Der. Yani: Her şey ona ve her şeye o, bir ayna olur. Belki, ayna ve aynadaki boya, yansıma dahi kendi olur. Bundan önce, İBN'ÜL-VAKİT maka­mında idi:
- Allah'tan gayri mevcut yok. Diyordu... Bu makamı bulduktan sonra:
- Yalnız «BEN» var, der. Şimdi buna:
- EB'ÜL VAKİT... Tabir olunur.

* * *

VII
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ  İÇİN VERİLEN MANA ŞEKLİ

Bu devrede salik, tam bir fena hali ile yoklu­ğa kavuşur ve sade bir hiçliğe erer. Bundan sonra beka içinde bekaya varır; artık onun için, hal ve makam lâfı edilmez. Orada ne müşahede, ne de marifet kalır. Bunların tabiri ve izahı da mümkün olmaz, Zira burası, tam bir yokluk makamı sa­yılır. Hattâ:
- Makam...
Kelimesi dahi, anlatmak içindir; zira bu ha­lin sahibi ne makam, ne de nişan bilir. Ancak ehl-i zevk, tadış yoluyla anlar.
Allahım bu hali, bizim için de kolay eyle.
Arif bu makama erince, cem. - birlik - âlemine geçmiş olur. 'Ayrılma gerekirse İlâhî bir varlıkla süslenir. Kendi hakikâtini bilir ve dolayısiyle Hak­k’ı anlar. Bundan sonra, zahirde anladığımız itikadların herhangi biriyle bağlanıp kalmaz, anla­tılmak istenilen mana da budur.

Bir şiir:
O olmayınca bulamadım yolu Hakk’a; 
Orada oldum Hak’la diri, buldum, beka.

Kendimi, kendim yitirdim; yine bulam kendimi;
Hep olursun, hiç edince, kendi kendini.

Artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerekse afakta; tecelli eden tek Zat, tek hakikâttir; baş­kası yok. Varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikâtin aslı, ne bölünmüş; ne de parçalan­mıştır. Zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve âletidir.

Kâinatta bulunan cümle varlığın zerresinden, en büyüğüne kadar, hepsinde Hak, esma ve sıfatı ile tecelli eder. Bu tecelli herkesin itikadına ve an­layışına göre olur. Her "mahalde ve her makamda bir yüz gösterir.
İçte, dışta, varlığını gösterebilen; her şeyde su­ret olan, her akılda makul, her gönülde mâna, her kulakta işitilen, her gözde gören odur... Bir yüzde tecelli ederse, öbüründen de bakar.
Bunların manası, yine başta söylenen cümle­ye gider. Taleb edenle edilenin; aşıkla maşukun; itikad edenle edilenin tek şey olduğunu bilen için mana şudur:
— Aslında, irfan sahibi itikadın tek olduğunu bilince; kendisini özel bir itikada bağlamaz.
Üstteki manalara ışık tutan bir hikâye şöyle anlatıldı:
- Birkaç âmâ bir yerde otururlar. Araların­da bir konuşma geçer:
- Biz, fili görebilir miyiz?
Derler. Sonra, fil çobanı bunları alır, filin ya­nına götürür. Herbiri filin bir yanını bulur; tutar. Kimi, kulağına; kimi, ayağına; kimi, karnına; ki­mi, hortumuna yapışır.
Fili böylece bilip geçtikten sonra, kavgaya başlarlar.
Filin ayağına yapışan, direk gibi olduğunu, söyler. Kulağına yapışan, sofra bezine; karnına ya­pışan da küpe benzetir.
Hâsılı hangi organa yapıştılarsa, onu bildiler, itikadları öyle oldu.
İşte taklid suretiyle itikad sahibi olanların ha­li budur. Muayyen bir şeye saplanıp kalırlar. O öl­çülü halde mahpus olup dururlar.

Bir şiir:
Belli ölçüde kim kalırsa bugün mahpus;
Toprağa serildikte tümden olur me'yus...

Ne olursa olsun; irfan sahibi, kendini muay­yen bir itikada kaptırmaz. Çünkü o, kendi zatına ariftir. Bunu yukarıda da anlatmış bulunuyoruz; bahis açıldığı için yine tekrar ettik.

* * *

İrfan sahibinin; kendi hakikâtine de arif ol­ması, yani: Kendi gerçeğini anlaması, özünü bilme­si için, saygı ile dinlemesi icap eden beş şeye ihti­yacı vardır. İrfan sahibinin ermesi için bunların bilinmesi, bir zarurettir. Bu sebeple onları sırası ile alıyoruz; onlara:
- Hazarat-ı Hamse
derler.

Eser sahibi: M.İbni Arabi
Türkçe’ye çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
Sadeleştiren: Abdülkadir Akçiçek

Bodrum - 10.06.2003
hilbira@hotmail.com
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail