| 
                  Ey
                kardeş, insafla düşün. Hak bize büyük istidat vermiş. Biz
                ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
                
                 —
                «Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın.»
                (7/179)
                
                 Âyet-i
                kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi
                indiriyoruz: Bize hayıf oluyor; bize yazık oluyor.
                
                 İNSAN-I
                KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zatı bulup elini
                tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
                
                 Yüce
                Hak o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt
                derekeye düşürür; istidadını yitirir.
                
                 Kendini
                bir kâmil mürşide teslim et. Sen dahi bir insan ol.
                
                 Asıl
                kemal, insanlığı belli bir itikada bağlı bilmemektir. Ama
                sanılmaya ki: İNSAN-I KÂMİL mezhepsiz ve itikadsız bir kişidir.
                Zira, onun mezhebi ve itikadı, İlâhî dilekte ve İlâhî
                emrin varlığındadır. Onların inanışı, mecazî mezhep ve
                itikad değildir. Hak erenlerinden bazısına:
                
                 —
                Hangi mezheptensin? Dendikte:
                
                 —
                Huda mezhebindenim. Dedi.
                
                 Bir
                şiir:
                
                 Bütün
                mezhepler kaydından beri ol; Tüm yolcuların başta gideni ol.
                
                 Bazı
                büyüklere şöyle sordular:
                
                 —
                Anlatıldığına göre, irfan sahibi özel bir inanışa bağlı
                kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar. Çünkü:
                
                 —
                «İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.»
                
                 Buyurulmuştur.
                Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
                
                 Durum
                böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?
                
                 Cevap
                şu oldu:
                
                 —
                Olmaz. Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip
                olur; bu itikadının aksine amel izhar eder. Yaptığının
                yersiz olduğunu kendisi de bilir. Arif odur ki, hem izhar ettiği
                itikat Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür;
                ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki
                zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahi,
                ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır. Manevî
                Yolculuklar(SEFERLER FASLI)
                
                 Şimdi,
                bilinmesi gereken bir şey var. O da; irfan sahibinin başlangıcını
                ve dönüş yerini anlayıp nereden gelip ve nereye gittiğini
                bilmesidir. Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere, yani,
                yolculuğa bağlıdır. Dolayısıyla, o seferleri, yani
                yolculukları anlatacağız. Buradaki sefer:
                
                 —
                İnsanın manevî yolculuğu...
                
                 Demektir.
                Bu yolculuğun önü sonu yoktur; ancak seçtiğimiz bu üç
                sefer hepsini toplamıştır. İnsan bu üç seferi,
                bitirmedikten sonra nefsini anlayamaz ve yaratanına karşı
                irfan duygusunu bulamaz. Ne kendisi olgunlaşır; ne de başkasına
                önder olabilir.
                
                 Bilinsin
                ki, her şahsın, Zat-ı İlâhî’de bir gerçek yeri var. O
                gerçeğin, Hak Taâlâ şu duygu ve şehadet âlemine gelmesini
                ve zuhurunu dilese, ilk şeklini akl-ı külde çizer; ki orası
                İlâhî aynadır. Ve Allah-ü Taâlâ'nın bilgi âlemidir. O
                şekil; Hakkın dilediği kadar orada kalır; sonra küllî
                nefsi, sonra arş ve kürsîyi aşar; gökleri, tabaka tabaka geçer,
                ateş küresine iner. Sonra havayı, suyu geçer toprağa düşer.
                Bundan sonra, madenlere, bitkilere, meleklere, insanlara ve
                cinlere uğrar.
                
                 İnsan
                mertebesine gelinceye kadar hayli vartalar atlatır. Her
                mertebede hayli güçlükle karşılaşır. Gah, yükselir; gah,
                alçalır. Düşe kalka gelip insanda yerleşince, yarım daire
                tamam olur; ki, buna:
                
                 -
                Esfel-i safilin.
                
                 Tabir
                edilir. Sonra burası, akl-ı küll, âlâ-i illiyyin
                mertebesidir.
                
                 Anlatılan
                işin başı şu âyet-i kerime ile tesbit edilmiştir:
                
                   
                «Biz insanı, yaratılışın bütün güzelliğine
                sahip olarak yarattık; sonra, esfel-i saf iline indirdik.»
                (93/4-5)
                
                 Anlatılan
                bu mertebelerin hepsi; insanlık mertebesine varıncaya kadar
                birinci seferi teşkil eder.
                
                 Eğer
                insan, geldiği ve döneceği yeri anlamadan bu yolculuğa katılır,
                sadece seyir ve sulûkla meşgul olur, yalnız başlangıç
                noktasını bulursa cem âlemini bulmaktan uzak kalır, ayrılıkta
                sayılır. Buna işaret olarak:
                
                 —
                Cem âlemini bulmadan ayrılık, şirktir. Diye anlatıldı. Şu
                âyet-i kerimede buyurulan:
                
                 —
                «Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın...»
                (7/179)
                
                 Zümreye
                dahil olup öyle haşrolur. IISEFER
                -YOLCULUKBunun
                için:
                
                 —
                Müşahade ve terbiye seferi
                
                 tabir
                edilir. Bu ikinci seferde, bir kâmil mürşide yapışıp, akl-ı
                külle uçmak ve manevî bir yolculuğa girmek gerek ki buna:
                
                 —
                Hakikat-ı Muhammediye
                
                 Dahi
                denir. Pirlerin himmeti ve gayreti ile buna ulaşmak gerek. Bu,
                özel bir vuslattır.
                
                 —
                Ancak gerçek durumu ile insan; oyalayıcı şeylerden birer
                birer geçerken, kendi mertebesine gelinceye kadar, uğradığı
                her şeyden bir renk almıştı. Her birinden yaramaz bir sıfat
                takınmıştı Bu yüzden:
                
                 —
                «Onlar hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın..»
                (7/179)
                
                 Âyet-i
                kerimesi ile anlatılan zümreye karışmıştı.
                
                 İşte
                mürşid-i kâmile erince, o yaramaz ahlâk ve yaramaz huyların
                hepsini bir yana attı. İlk hali ne idiyse, yine öyle oldu.
                Esasen bu şekilde pak ve temiz olmadıktan sonra, küllî akla
                varmak kolay olmaz.
                
                 Bir
                salik düşünelim, küllî aklı bulmadıktan sonra, Hak ehli
                katında yetişkin değildir. Yetişkin olmak için, daha yolda
                iken küllî akla erişmek gerek. İşte velayet mertebesi bu
                makamdır.
                
                 Bir
                şiir:
                
                 Delile
                erenler, ergin olurlar; delili olmayanlar çirkin olurlar.
                
                 Salik,
                Küllî aklı bulunca erler mertebesine erişir. Buna:
                
                 -
                Hakikat-ı Muhammediye denir.
                
                 —
                «Allah, ilk önce aklımı yarattı.»
                
                 Buyurulan
                hadis-i şerif cümlesindeki mana budur. Salik, yine bu makamda,
                renksiz olur ve vahdet bulur. Bu
                manada güzel bir şiir:
                
                 Renksiz,
                rengi de esir eder; 
                
                 Musa,
                Musa ile cenk eder..
                
                 Renge
                girmeyen hoş yol bulur; 
                
                 Musa
                - Firavun hep dost olur. Bu
                makamda salikin aklı, akıl bütünlüğünü bulur. Nefsi, küllî
                nefse geçer. Ruhu mukaddes ruh olur.
                
                 Bu
                makama:
                
                 —
                Ayrılıktan sonra birleşme
                
                 Derler.
                Burası Hakk’a meczub olanların makamıdır. Hayret, heyhat,
                vehim ve akıl burada olur. Birçokları bu makamda sapıtır.
                Nitekim, bu manada:
                
                 —
                Ayrılık olmadan birliği aramak, sapıklık olur.
                
                 Denilmiştir.
                
                 Hak
                yolcusu bu makamda kalır, ileri geçmezse bir başkasını
                kemale erdirmeye, irşad etmeye nail olamaz.
                
                 Haddizatında
                bu makam son derece tatlı bir makamdır; Hak’ta ve Hak’la
                yolculuk mertebesidir.
                
                 Çünkü,
                Hak yolcusu salik, burada varlık zerresini ummana atıp dağılmıştır.
                Artık ne kendinden, ne de âlemden haberi vardır; ne de başkasından...
                Bundan sonra herhangi bir şeyden zühd yolu ile kaçınamaz. Şer'î
                emirlerle herhangi bir kayda giremez. Ama, bu makamı da bırakıp
                geçmek gerek. Allah'ın yardımı ile bu makamda Hak’la yok
                olma halini bulup sonra da onunla beka âlemine ermek gerektir. III
                
                 SEFER
                — YOLCULUK
                
                 Bu
                yolculuk Hak'tan başlar, aynı zamanda Hak'la beka makamıdır.
                Yani, Hak'tan halka yolculuktur. Birlik âlemini bulduktan
                sonra, ayrılık haline geçiştir. Açıkçası: Bu yolun
                yolcusu, irşad için, manevî bir inişle, beşeriyet kisvesine
                bürünüp bulunduğu makamdan halk arasına karışır. Nitekim
                Peygamberimiz:
                
                 —
                «Ben de sizin gibi beşerim.»
                
                 Buyurdu.
                Bu makamda yemek, içmek, uyumak, nikâhla kadın alıp evlenmek
                vardır; ama hiçbirinde ifrat veya tefrit olmaz, tam itidal ve
                istikamet vardır. Bir
                şiir:
                
                 Ne
                ifrat, ne tefrit ola'nda; 
                
                 Doğru
                yol odur bu mey anda. Bu
                mertebeye eren, iffet ve istikamet sahibi olur. Dinî hükümlere
                zahiren de bağlıdır; onlara tamamen uyar. Ancak farz
                ibadetler dışında, bazı çeşitli ibadetlere bağlanıp
                durmaz. Hem kesret âleminde hem de vahdet âleminde daimî salât
                içinde bulunur. Dış âlemi, halka yanaşık; iç âlemi ise,
                Hakk’a yapışıktır. Bu zatı anlamak, halk için hayli güçtür.
                Zira bu halk, zahirde kimin ibadeti çoksa, zahirî zühdü ve
                takvası çoksa onu kâmil bilir. Halbuki kâmil insanın
                olgunluğu, bu zahirdeki duygu gözü ile görünmez. Onu görmek
                için Hakka ulaşmış göz gerek.
                
                 Hasılı:
                Kâmil olanı, yine kemâle eren görür ve bilir.
                
                 Bu
                daire, cem âleminden sonra hâsıl olan fark dairesidir.
                Hazret-i Ali r.a. şöyle anlattı:
                
                 —
                Cem âlemi olmadan fark, şirk; cem âlemi
                
                 sonunda
                fark olmazsa zındıklık; cem'i, fark'ı bir bulmak da tevhid
                sayılır (1).
                
                 Bu
                üç makam, anlatmak istediğimiz şeyin manasıdır. Ayrıca,
                ayrıntılara girmeye gerek yok.
                
                 Kâmil
                zatın bu fark makamına inişi terakki sayılır. Bu makama
                gelince, nefsine arif olur; açıkçası: Kendini bilir. Esas
                varlığa bağlı olduğu için, herhangi hususî bir itikada bağlı
                olmaz. En iyisini Allah bilir. Hal
                böyle olmasına rağmen, Hz. Şeyhin anlattığı gibi, hiç
                kimseyi; beslediği itikad dolayısı ile sorguya çekmez, karışmaz,
                inkâr da etmez. Çünkü, cümle inanışı benliğine sindirmiştir.
                Açıkçası, irfan sahibi, toplayıcı bir gözeyi anladı, bu
                yüzden toplayıcı hakikâtin, her itikad bölümünde bir yüzü
                vardır, zira mutlak bir göze dedikleri o ariftir. Kayıtlı
                bir yönü olmayan, hiçbir mutlak yoktur. Bu sebeple, her neye
                ibadet edilse, mutlak o yüze çıkar. Bu durumu, itikad sahibi
                ve ibadet eden bilse de, bilmese de böyledir.
                
                 (1)
                Hz. Ali (K.V.) bu cümlesi ile kanaatimizce şöyle demek
                istiyor:
                
                 —
                Birlik âlemini bulup hiçlik haline ermeden, varlık iddiası
                ile irşad yolunu tutmak şirktir. Bu âleme iniği kabul
                etmeyip hiçlik âleminde kalmayı arzu, zındıklık; hiçlik
                ile varlığı birleştirmek tevhid olur. • (Sadeleştiren)
                
                 Şeyh
                İrakî şöyle der:
                
                 —
                Hak Taâlâ cümle eşyayı, zatının aynı kıldı. Hikmeti
                ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya, başkası sevilmeye, İlâhî
                gayret (kıskançlık) bunu gerektirdi.
                
                 Bir
                şiir:
                
                 Gayreti,
                yabancı komadı Hakk’ın; 
                
                 Şüphesiz
                o, aynı oldu eşyanın. Bir
                başka şiir: Hak
                diledi ki, eşyayı yarata; 
                
                 Özünden
                gayrı komadı arada. Bu
                âlemde tapanlar ona tapa;
                
                 Ki,
                her yüzde görünen o, halk kapa. Ki,
                insan iyi huyla kapabilir;
                
                 Ve
                dar gönüller onunla yapılır... Yukarıda
                arz edilen hususlar, şu âyet-i kerimenin bilinen mealidir.
                
                 —
                «Rabb’ın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk
                etmeyesiniz.» (17/23)
                
                 Daha
                açık manası ile ifade edilen mana şudur:
                
                 —
                Ey Peygamber, Rabb’ın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede,
                senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın.
                Zaten, ondan başkasına ibadet, mümkün değildir. Hatta puta
                tapanın tapışı bile sonuçta Hakk’a varır; çünkü onun
                varlığı da Hakk’ındır. Bunu anlamak için cümle varlık,
                Hakk’ın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz
                onlara aynadır.
                
                 İşte
                irfan sahibi, bu manayı anladıktan sonra, ne muayyen bir
                itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır,
                inkâr eder. Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü;
                kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını
                anladı. Mevcut, yalnız o. Yine o irfan sahibi, herkesi nıazhar
                olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeplerini yerli
                yerinde gördü. Bir
                şiir:
                
                 Bir
                zerrecik yerinden kayıp oynasa; 
                
                 Âlem
                harap olurdu, baştan ayağa. İrfan
                sahibine: —
                «Her ne yana dönerseniz, Hakkın (tecelli) yüzü o yandadır.»
                (3/115)
                
                 Âyet-i
                kerimesinin manası zahir olur.
                
                 Yani,
                zahirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada
                Hakka çıkan bir yol vardır. Gerçekte:
                
                 •—
                «O, her an, bir şan alır.» (55/22)
                
                 Kaidesine
                göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
                
                 Her
                makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir.
                Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka
                aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve,
                her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz,
                her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden aşka
                müptelâ olup inleyen zatlar çeşitli hallere düşerler. Gâh,
                kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar. Gâh, bast ve cemâl sıfatı
                tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa
                bulurlar. Gâh naza, gâh niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, âşıkın
                nazarında türlü türlü haller alır; fakat o âşık, hiçbirini
                itmez. Hal böyle olunca, arif kendini nasıl muayyen bir
                itikada kaptırsın; gitsin!
                
                 Âşıkın
                sevdiği mahbup, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse
                ve her ne şekilde tecelli etse, katiyen gaflete düşmez ve tek
                yüzüne bağlanmaz. Ayrıca, her yüzden onun güzelliğini gördüğü
                gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür. Dairesi
                geniştir. İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da
                İlâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve İlâhî isimlerden
                birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim, izzet sahibi Yüce
                Hak bir âyetinde şöyle buyurdu:
                
                 —
                «Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, Hak onu nasiyesînden
                tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sıratı müstakim
                üzeredir.» 11/
                
                 56)
                
                 Bu
                âyet-i kerime, Hud nebinin dilinden anlatılır.
                
                 Herkes,
                bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl,
                cemâl, hadi, mudili; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru
                yoludur. İtikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin itikadı,
                diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı
                olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı
                odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır.
                Şaşkınlık, Hakk’ın mudili ismine göre doğrudur, Hadi
                ismi onu, eğri bilse de, yine doğru sayılır. İşte, arif kişi,
                bu manaya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz.
                
                 Burada
                bir soru akla gelir. O sorunun cevabını kader sırrına aşina
                olamayan vermeye kadir ola-rnaz; ehli olana kolaydır.
                
                 Sual
                şudur:
                
                 —
                Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, İlâhî esma tecellisi
                gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme
                ehliyeti olmuyor. Bunda anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi
                yapmaya mecbur. Bu da cebre girer ve zulüm olur. Cevabı şöyle
                olabilir:
                
                 —
                Yukarıda sorulan sorunun tahkiki neticesinde iki durum hâsıl
                olur. Bir defa mahiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi
                ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf
                peydah olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peyda olur.
                Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder.
                Onlara vukuf peydah olunca, Allah'ın yardımı ile kader sırrına
                da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
                
                 Yukarıda:
                
                 —
                Mahiyetler.
                
                 Diye
                arz edilen kelimenin manası şudur:
                
                 —
                Eşyanın İlâhî bilgi denizinde mevcut olan suretleri.
                
                 Ama,
                ilimle sınırlı suretleri... Mahiyetlerin bir adı da ayan-ı
                sabite, olarak anlatılır. Orada Hakk’ın ilmi Zât’ının
                aynıdır. Bu hal, İNSAN-I KÂMİL için dahi böyledir. Diğer
                bir itibarla da, ilim Zât’a aynadır. O mahiyetlere Hak'tan
                gelen feyz; yine onların zatında mevcut olan, istidat ve
                kabiliyete göre gelir. İtikad ve diğer hallerde, onun dışına
                çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o
                mahiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir. İstidadı
                nisbetinde Hak'tan ne diledi ise o verilmiştir. Meselâ: Buğdayda
                istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı,
                diğerlerini de var, buna kıyas eyle.
                
                 Eğer
                arpanın dili olsa, ekene itirazla: 
                
                 —-
                Beni niçin buğday yapmadın? Dese, ekinciden alacağı cevap: 
                
                 -—
                Senin istidadın, kabiliyetin buydu... Olur. Ayrıca arpa,
                tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu
                anlatılanlara göre, herkesin mahiyeti, ayan-ı sabitesi,
                ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine
                düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her şey ezelde
                verilen şekilde aşikâr olur. İlâhî bilginin ona bir tesiri
                yoktur.
                
                 —
                «İşleri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.» (79/5)
                
                 Manasını
                taşıyan âyetteki kurala göre, arif olanlar bu sırra vâkıftır.
                Haddizatında, malûm olan bir şey ne halde ise, İlâhî bilgi
                onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura
                gelir. Ve:
                
                 —
                Bilgi bilinene bağlıdır...
                
                 Demeden
                maksat da, bunu ifade etmektir.
                
                  
                
                 (Gelecek
                bölüm kaza ve kader bahsi)
                   Eser
                sahibi: M.İbni ArabiTürkçe’ye çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
 Sadeleştiren:
                Abdülkadir Akçiçek
 Bodrum
                - 24.06.2003hilbira@hotmail.com
 http://gulizk.com
  
               |