İkinci
cebir ise; kul, bütün hataları yapar, ne yasak bilir, ne emir
tanır. Bundan başka yaptığı bütün fesat işleri Hakk’a
atarsa;, bu, edep dışı bir hareket olur. Bu türlü cebir
gayet kötüdür.
Bu
makamda, hayli sual ve cevap vardır; onlar da ehline malûm...
Bir
eren kişiye:
—
Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?. Diye sormuşlar;
şu cevabı almışlar:
—
Hakk’ın mülkünde Zât’ından
başkasını bırakmadım. Cümle mülk, onun olduğuna
göre, zulmü kime yapar? Herkes mülkünü arzu ettiği gibi
kullanır.
Bu
mevzuda söylenenler kâfi, geçelim,
Enes
b. Malik r.a. bir rivayete göre, on sene Peygambere S.A. hizmet
etti. Bunu Enes r.a. anlatırken şöyle diyor:
—
Hz. Peygambere on yıl, geceli gündüzlü hizmet
ettim. Yaptığım işler için bir kere olsun:
—
Niçin yaptın? Veya niçin yapmadın?. Gibi, bir söz işitmedim.
Bu
hal, Hz. Resul'un S.A. kader sırrına vukufu olduğundan
ileri geliyor.
Üstteki
manada Hazret-i Şeyh Muhiddin-i Arabî Nefahatında şöyle
der:
—
Hak Teâlâ, Peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı
esrarı saklı tutar; bunlardan biri de kader sırrıdır.
Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin
yararı olmadığına vukuf hâsıl olunca, davet edemez; âciz
ve mütehayyir olur. Peygamberlere kader sırrı ancak davet
son bulup kâfir, mümin, münafık, salih kişiler belli
olduktan sonra bildirilmiştir.
**
İrfan
sahibi daima hal değiştirir; bunu, Muhiddin-i Arabî
Hazretlerinin şu sözleriyle anlatabiliriz:
--Sonra,
İrfan sahibi bütün itikadı cami olan bir halde kılarsa,
Rab’la mukayyet bir hal almasından korkulur. Daima renk değiştirerek
yürüyen ve bu hale tam vâkıf olan kimse, muayyen bir halde
kalamaz. Kalacak olursa mutlak RAB ile olduğunu tahayyül
eder. Halbuki, hayal hakikât değildir. İçinde bulunduğu,
kendi zannıdır. Yani, kendi tasavvurunda meydana getirdiği
Rabbı ile olur. Cümle Rabların Rabbı ile olamaz.
İrfan
sahibi her şeyin açık manasına vardığında, itlâk ve
kayıtsızlığa geçtiğinde, Hakkı o zann olarak kabul edip
ibadet ederek mukayyede geçebilir ki: Bunda korku vardır.
Zira, Itlak haline bağlanıp kalırsa korkudan emin olamaz. Bu
korkulu hal, taa YAKİN gelinceye kadar devam eder; YAKİN ise,
Zât’ı ile, sıfatı ile Hak Taâlâ'dır.
YAKİN...
Burada
bir mikdar yakîn hali üzerine bilgi verdim.
Bilinmeli
ki, ehl-i yakin olanlar, YAKİN halini üçe ayırmışlardır;
şöyle ki:
a)
Bilgi ile yakin halini bulmak,
b)
Görerek yakin halini bulmak,
c)
Gerçek yüzünü bularak, yakin
halini bulmak.
Bunları
örneklerle anlatalım, şöyle ki:
Bir
kahramanlığın varlığını bilmek, o kahramanlığa bilgi
ile varmak olur.
Bir
başkasının kahramanlığını görmek ise, görgü ile ona
varmak kabul edilir.
Aynı
kahramanlığı kendisi yaparsa, bizzat tadar; ne olduğunu
gerçek manası ile bilir. İlâhî marifet dahi bu usul üzerine
devam eder; anlayan anlar.
Burada,
her şeyi özüne alan hakikâtin; itlâkının, takyidinin
nasıl olduğunu anlatmak gerekiyor.. Korkudan kurtulup yakin
halini bulmak için ne gibi bir itikada sahip olmak icab ettiğini
de anlatacağız.. Ama önce bir mukaddime sunalım.
Bilinmeli
ki, her şeyi özünde toplayan hakikât; Hz. Şeyh Muhiddin-i
Arabi'nin de yukarıda anlattığı gibi buna:
—
Hakikât-i camia.
Derler
ki, bu, çok isimle anılan müsammadır. Bazı arifler bunu:
—
Aşk...
Olarak
yorumladılar.
Şeyh
Irakî'yi, ona tabi olanları bu
yorumu yapanlar arasında sayabiliriz. Diğer bazı büyükler
ise:
—
Ezelî kuvvet ve nutuk..
Olarak
yorumladılar. Bu yorumu yapanlar da; Muhiddin-i Arabi,
Sadredin-i Kunevî ve bunları izleyen zatlardır.
Gerek
Muhiddin-i Arabî, gerek Sadreddin-i Kunevî, gerek diğer
zatların bir muradı vardır; o da: Tek Zât ve tek hakikâttir.
Bir
şiir:
Hüsnün
tek, ama ibadetler çeşit çeşit; her şeyin o cemale işareti
sabit.
Bahsedilen
hakikâtin Arapça’da tabiri şudur: Vücud. Türkçe tabiri
şudur: Varlık. Farsça tabiri şudur: Hestî. Ama, hakikâtte,
o varlık hepsinden münezzehtir. Şu var ki, anlatmak için:
—
Vücud, aşk, nur, nefs, Rahman..
Derler;
hepsinden murad bir zatın ismidir. O da şudur: Hak. Varlığı:
—
Mutlak (bağımsız)...
Diye
yorumlayanlara gelince, onu bir kayda başlamış olurlar.
Itlaktan ve ıtlakla takyidin birleşmesinden o varlığın
manasını çıkarmışlardır. Ama, bu cümleden ve tenzihten,
bir başka mutlak itibar etmişlerdir. Ve tenzihten dahi tenzih
etmişlerdir.
Hatta
:
—
O varlığı bir kayda iletirken bile yine, tenzih gerektir.
Demişlerdir;
çünkü bu, zevke dayanan bir iştir.
Bu
duruma göre öyle bir zat mülâhaza olunmalı ki, vüs'atı
en geniş ve her şeyi muhit ola; ayrıca bütün mertebeleri
benliğinde toplaya... Sonra, bu anlatılan mertebeleri benliğinde
birleştire... Bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola; hem de
onların cümlesinden münezzeh ola. Bu takdirce hem mukayyed,
hem mutlak, hem cami, hem münezzeh olur. İtlak hasebiyle izzet
ve istiğna ile aziz ve her şeyden müstağni olur; ona ne naz,
ne de niyaz erişir. İşte bu manaya delâlet eden âyetler:
—
«Allah, âlemlere muhtaç değildir.»
(3/97)
__Rabbın,
onların yakıştırmaya çalıştırdıkları şeylerden yana
tam bir üstünlük sahibi ve temizdir.» (37/180)
Şu
da aynı manaları açıklayan bir hadis-i şeriftir.
—
«Allah, Allah idi; onunla eş olan ayrı bir şey yoktu.»
***
Bu
makamda ne isim, ne resim, ne naat, ne de sıfat vardır. O, cümleden
münezzeh, beri — ari itibar olunur. Cümle mertebelerde
seyreden ve tecelli eden odur; her mertebenin aynıdır. Hepsini
toplayıcı bir vasıfta olması itibariyle; her isimle çağrılan,
resimle çizilen, çeşitli ad ve sıfatla anılan mevsuf odur.
O, her mertebeye tenezzül eder; onun tenezzülü dahi bir
olgunluk nişanıdır. Onun tenezzülünü şu kudsî hadis açıklar:
—
«Hasta oldum gelip sormadın; aç oldum, beni doyurmadın.»
Hak;
sıfat, tenezzül ve mertebelerde zıdları kabul eder. Çünkü
ona göre zıd diye bir şey yoktur, Hakk’ın hiçbir sıfatı
yoktur ki, zıd ile karışmış olmaya. Bu manayı hastan da
has olanlar anlar,
Burada
anlatılanlar, irfan sahipleri için bir tenbih olur ki; bu
kadarı onlara yeter.
İşte
anlatılan manaları daha açık ifade eden bir âyet-i kerime:
—
«Evveli o, âhiri o, zahiri o, batını o... O her şeyi zatı
ile bilir.» "(57/3)
İtlak
ve takyidin ne olduğunu, mümkün olduğu kadar beyan ettik.
Bilinsin ki, ıtlakla-bağlı kalınırsa; bu itlak, takyid
gibi olur; halbuki onu, hiçbir hale bağlamamak gerekir. Çünkü
Hak, her mertebeyi kuşatmıştır. İşte bunu beyan eden bir
âyet-i kerime:
—
«Ne yana dönerseniz, Hakk’ın o yönde bir tecelli yüzü
vardır,» (21/15)
Bu
hükme göre her mertebede bir tecelli yüzü vardır. Birine
inanıp, öbürünü inkâr etmekle, Hak örtülmüş olur; bu
da küfür sayılır.
Meselâ:
Puta ibadet eden, ibadetini ona tahsis ettiği ve halini ona bağladığı
için başkasını inkâr eder; dolayısiyle kâfirlerden sayılır.
Bir Müslüman,
Hakk’ın
zuhur etmekte olduğu varlıklardan birini inkâr ederse; Din,
ona:
—
M ü s l ü m a n demez.
Bir
şiir:
Küfr-ü
batıl; mutlak Hakk’ı örtmüştür;
Küfr-ü
hak, kendini Hak’la örtmüştür,
Ey
oğul, anlatılan mana:
—'
«Rabbın hükmü şıı ki;
ancak ona ibadet
edesiniz,.»
(17/23)
Âyetinde
saklıdır. Bir şiir:
Cihanın
yücesi, engini sensin;
Yerler
ne bilmem, madem varlık sensin.
İtlak
halinin özüne erene:
—
Arif, Velî ve Hak ehli...
Denir.
Bunlar için şu âyet-i kerime vardır:
—
«Ayık olunuz ki, Hakk’ın Velî kullarına korku
olmadığı gibi, onlar mahzun da olamazlar.» (10/ 62)
İrfan
sahipleri, Velî kullar, bu zümreye dahil olunca, korkudan ve
tehlikeden halâs olurlar. Allahım, bize o halleri nasip
eyle...
Muhiddin-i
Arabî şöyle yazmıştır:
—
İşte kendini yaratıcı, tanıtanların da Rabbı olan
Hak Teâlâ’ya karşı irfan duygusu elde edenlerin son hali
budur.
Yani,
mutlak Hakk’a ibadettir. Muayyen ve mukayyed bir varlığa
ibadet edenler, kendi zihinlerinde can verdikleri bir puta
taparlar. Onların taptığı, çeşitli İlâhlardır. Bu
manada bir âyet-i kerime şöyledir:
—
«O çeşitli ilâhlar mı hayırlı; yoksa, Vahit!
Kahhar Allah mı?.»
(12/29)
Elbette
bir ve Kahhar olan Allah hayırlıdır. Mülkünde zâtından
gayrı kimse yoktur. Onun suâline cevap veren yoktur. Kendisi
sorar, cevabını yine kendisi verir.
Gerçekten
bunda önemli bir imâ ve işaret vardır ki; o, Vahid ve
Kahhar olan Allah, bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecelli
eylese, onun gözünde cümle eşya helak olur. Sonra:
—
«Onun yüzünden gayrı her şey yokluğa dönük.»
(28/88)
—
Yeryüzünde olan her şey, fena bulacak; celâl ve
ikramı sahibi olan Rabbın
yüzü kalacak.»(55/26)
Mealine
gelen bu âyet-i kerimelere göre, bu gün, peşinen ölmek
gerek. Bu ölüm, irade ile olmalıdır. Bu ölüm hali, kimde
meydana gelirse., Hak'tan gayrı, cümle eşyanın helakini görür
ve kendisi de yok olur. Bu yokluk, tam bir yokluktur. Fena
fillah makamıdır. Orada Hakk’ın cemâlinden başka bir şey
kalmaz.
Anlatılan
makama çıkan kul, bu makamda hayli zaman kalır, büyük
cezbeye kapılır. Orada ne zaman vardır; ne mekân... Ne felek
olur, ne melek... O zaman yalnız Hak kalır. İşte o zaman,
Allah-ü Taâlâ, varlığında şöyle seslenir:
—
«Bugün mülk kimin?»
(40/16)
Bu
hitap karşısında cevap veren kimse çıkmaz. Bu kez, yine Hak
Taâlâ kendi azameti ile zatından zatına söyle buyurur:
—
«Vahid, Kahhar olan Allah'ın...»
(40/16) İrfan sahibi, bu olan işlerde, yokluğa gömülüp
gitmiştir. Hal böyle iken, Hak kendi varlığından, ona bir
varlık ihsan eder; İlâhî
renge boyar. İçinde ve dışında olan bütün vasıflar değişir.
Ve:
—
«O gün yer bir başka olur; semalar da öyle... Hepsi
Vahid ye .Kahhar Allah'ın
varlığı için
meydana çıkarlar.» (14/48)
Âyetin
asıl manası belli olur.
Bundan
sonra Hak Taâlâ, o irfan sahibine İlâhî bir göz, kulak,
dil verir; sual ve cevaba başlatır. Böylece kul, yokluk
halinden geçip varlık âlemine erdikten sonra, Hak varlığı
ile var olur. Asıl bilişi, anlayışı bundan sonra başlar.
Ama, o ilk tecelli anında ne ilim, ne marifet, ne de şuur vardır.
Orası tam yokluk âlemidir.
Zikri
geçen âyet-i kerime halle daha iyi anlaşılır. Onun derin
manasını bundan daha fazla dile getirmek doğru değildir;
izin yoktur. Onu okuyanlar; dilsiz, gönülsüz okur ve kulaksız
işitirler. Buna:
-
İlm'el Yakin..
Denmez.
Çünkü bunda: Ayn'el Yakin, Hakk'el Yakin hali vardır. Kul bu
makama vardıktan sonra, korkudan ve ümitten halâs olur. İlham
halini veren o; irşad eden, hidayete erdiren
yine o... Artık onun için hangi sıfatı dilersen söyle...
***
Muhiddin-i
Arabî, devamla şöyle anlatıyor:
—
Ehl-i Keşfin bütün mezheplere ve makamlara karşı anlayışı
vardır. Onlar gerek İlâhî makamlara, gerekse yaratılmış
ahvale karşı anlayış sahibidir. Hiçbir şeye karşı bilgi
yoksunu değildir. Onların bilgisi her şeyi kuşatır.
Allah-ü
Taâlâ hakkında ve yaratılmış hakkında, keşif sahipleri
bos söz etmezler. Sözünü ettikleri şeye karşı tam keşfe
sahip olur; sonra söylerler.. O sözü eden, ne mertebeden ve
ne makamdan söz ettiğini, hangi kaynaktan aldığını bilir.
Sonra onlar herhangi bir yanlış söz edeni de ayıplamazlar.
Mazur görür, boşuna yaratılmış da saymazlar. Zira, Hak Taâlâ,
boşuna bir şey yaratmamıştır.
İrfan
sahibinin bu hale gelmesi, birçok sebeplere dayanır. Onların
basta geleni, Hakk’ın cümle esmasına olan bilgisidir. O
bilir ki: Cümle makamlar ve mertebeler, İlâhî isimlerin
gereğidir; cümle eşya İlâhî isimlerin mazharlarıdır.
Yine bilir ki: İlâhî isimlerin herhangi bir yerde zuhuru, o
yerin istidat ve kabiliyetine göredir.
Hak
Taâlâ o irfan sahibine isimlerin derinliğinde saklı olan
manaların tefsir usulünü ihsan etmiştir. Okur, anlar, açıklar,
açıklar. Dolayısı ile, her şeyi varlığına alabilir. Çerçevesi
geniştir her şeyi kuşatır.
Resulüllah
S.A. Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
—
Bana ilk verilen, cevam-ı kelimdir.
Bunun
manası şudur: Az sözle çok şey anlatmak.
O
irfan sahibi ise Hazret-i Resul'ün (S.A) varisidir; o büyük
Peygamber'in hakikâtına vasıl olmuştur.
Hak
Taâlâ'nın dileğine uygun olarak bu söylenen şeyleri
anla.
***
Muhiddin-i
Arabî devamla şöyle anlatıyor:
—
İrfan sahibi ve kemale eren olgun bir zat:
Dediği
zaman, o olur. Ve bu sözü kemâl halinde sarf ederse,
kendisi arada kalmaz; o olur.
Şunu
bilesiniz ki; burada anlatılan, marifet halini bulma sırlarındandır.
Herkes bunu anlayamaz. Hak ehlinden, buna işaret eden dahi olmamıştır.
Sebebi: Ya bir çekimserlik, yahut bir korkudur. Çünkü
bunda tehlikeye düşme ihtimali mevcuttur. Zira, bu makamda
kuldan tekvin sıfatı zahir olur. Çünkü:
---O
Dediği
zamanda; kulun dilinden söyleyen, İlâhi kuvvet ve
kudrettir.
Üstteki
mana üzerinde biraz duralım. Çünkü, burada tekvin meselesi
vardır ve o kulda bizzat Allah-ü Taâlâ'nın tekvin sıfatı
tecelli etmektedir. Sözlerin derinliğindeki mana budur. Ama,
bu makamda sözü biraz daha gerçeğe iletmek ve meramı açıklamak
gerekir. Her ne zaman kemâl derecesini bulan bir şahıs:
--
O.
Dese;
bütün varlığını ifna etmesi yokluğa gömmesi beklenir. Bu
bir ölümdür; ama:
—
«Ölmeden evvel ölünüz.»
Hadis-i
şerifindeki manada bir ölümdür.
Kemâl
sahibi; bunu yaptığı an, iradeye dayanan bir ölümle,
zahir ve batın varlığından eser kalmadan, başsız ve
ayaksız kendini:
—
O...
Dediğinin
deryasına atar. Boğulur, mahvolur; namı nişanı kalmaz.
Kendi de o olur. Çünkü damla, deryaya düştü; aynı derya
oldu. Burada:
—
O...
Tabiri
ile anlatılan deryadan murad, vahdet âlemidir, aşktır,
mutlak varlıktır, nur 'deryasıdır,
Hazret-i
Peygamber (S.A.) bizleri irşad için, duasında daima:
—
«Allahım beni nur eyle...»
Dileğini
sunardı. Şüphesiz o nurdu. Duanın, bu şekilde olması, bize
öğretmek içindir; çünkü, kendini ona veren nur olur.
Bu
manada bir şiir:
Varlığım
Hakk’a ver; varlık Hakkın olsun hemin ;
Sen
çık aradan kalan yar ola; olasın emin...
Varlığım
ona veren zatın o olmasına, hayret mi edilir ki?... Bir
kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse tuz olur; tuz da pak
olur. Buna göre, iradeye dayanan bir ölümle onun tuz deryası
misâli varlığına
düşerler
ve benliğini bırakanlar o olur, nur olur, temiz olurlar. Bu
oluş uzak görülmez ki; burada:
—
O...
Dediğimiz
(HU) dur. (HU)’nun manası:
—
O kimse..
Demektir..
Ama, bizim kastımız Hakk’ın zatıdır. Açıkçası,
irfan sahibi şöyle mülahaza eder: Cümle varlık Hakk’ın;
bende olan varlık dahi Hakk’ın...
Sonra
cümle varlığı ve özünü Hakk’ın Zât deryasına salar
ve Zât’tan gayrı tek şey kalmaz; gerekli olan budur...
Burada
(HU) ismine devam edenin; bundan kasdın, müsemma olduğunu
bilmesi gerekir. Yani:
—
HU..
Dediği
zaman, arada: isim, resim, zaman, mekân, nişan bırakmadan;
o varlığın zatında, yani müsemmada cümle varlığı ve
kendini hiç bilmeli...
-
HU..
Diyenin,
tam varlığa karışıp (HU) olması gerekir.
Bir
şiir:
Evvel
âhir ne ki var (HU) imiş;
Batın,
zahir ne ki var, (HU) imiş.
Anlatmak
istediğimiz mana hâsıl olduktan sonra, kul ister:
—
O..
Desin;
ister:
-
B E N,
Desin;
ister:
—
B İ Z.
Desin;
ister:
—
ONLAR...
Desin
ve isterse:
—
SİZ...
Desin;
hepsinden murad, onun zatı olur.
*
**
Muhiddin-i
Arabî Hz. şöyle yazıyor:
—
Anlatılması istenen bu manaya çoğu
arifler işaret bile
etmemişlerdir;
çünkü böyle
icap eder.
Cümlesine
şöyle devam ediyor:
-
Burada tehlike vardır,
En büyüğü kulun, Hakk’ı tekvin ihtimalidir.
--
O...
Dediği
zaman da, halk tekvini, bunu takib eder. Bazı yeri olmayan lâfızlar
araya girer. Sözün gerçeği şudur ki:
—
O
Diyen
kimse, kâmil mürşide yetişip olgun olmuş değilse, burada
bir hataya düşebilir.
Daha
açık manası ile anlatalım: Gerçek saki mürşid elinden aşk
badesini içip Hakk’ın zatında fena bulmuş değilse:
—
O...
Dediği
zaman, kendi zannı, tasavvuru, anlayışı ve takyidine göre
söyler. Hakk’ın varlığını hayale getirir ve ona bir
nevi suret verir. Çünkü varlıktan soyunup itlaka varmamıştır.
Bu yüzden zannına, tasavvuruna göre Hakk’ı kayıt altına
alır ve muayyen bir hudut çizer; dolayısiyle onu tekvin, yani
icad etmiş olur. Bunun sonunda kendi kendine peyda ettiği
yaratıcıya tapmış olur.
Gerçi.
—-
«Ben kulumun zannına göreyim.»
Cümlesinin
delâlet ettiği manaya göre, o Yüce Zat, kulunun icadında
dahi, bir yüz sahibidir; lâkin, kulun tekvini ile zannına
girmiş ve zuhur etmiştir. Ancak, ne de olsa bir gerçek
tarafı yok değildir, Zira, hiçbir mukayyet yoktur ki, onda
mutlakın bir yüzü olmaya. Burada, belki kendini tekvin ve
icad eden yine kendidir. Ama, hüküm kulun itikadına göredir.
Zira, bu mabud mukayyettir; mutlak mabud değildir.
—
Bu halde tehlike vardır.
Denilmesinden
hikmeti, işte budur. Asıl olgunluk şudur ki, kul:
—
O...
Dediği
zaman; tamamen varlığından soyunup mahve ve fenaya ere..
Sonra; itikad, zan, kayıt tahsisi ile kendini bir şeye bağlamaya..
Yönlerden hiçbir özel yöne dönmeye.. İşte bundan sonradır
ki:
Mutlak
İ la h ‘a, bütün İlâhlardan yüce olan Rabb’a tapmış,
ona ibadet etmiş olur. Aksi halde, kendi zannında hayal etmiş
olduğu mabuda köle olur.
—
«Kendi hevesini ilâh tutanı gördün mü?.» (45/23)
Âyet-i
kerimesinin tehdidi altına girer ve tehlikeye düşer.
(Gelecek
bölüm TEKVİN)
Eser
sahibi: M.İbni Arabi
Türkçe’ye çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
Sadeleştiren:
Abdülkadir Akçiçek
Bodrum
- 01.07.2003
hilbira@hotmail.com
http://gulizk.com
|