Özün Özü
4. Bölüm

İkinci cebir ise; kul, bütün hataları yapar, ne yasak bilir, ne emir tanır. Bundan başka yaptığı bütün fesat işleri Hakk’a atarsa;, bu, edep dışı bir hareket olur. Bu türlü cebir gayet kötüdür.

Bu makamda, hayli sual ve cevap vardır; onlar da ehline malûm...

Bir eren kişiye:

  Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?. Diye sormuşlar; şu cevabı almışlar:

  Hakk’ın mülkünde Zât’ından  başkasını bı­rakmadım. Cümle mülk, onun olduğuna göre, zul­mü kime yapar? Herkes mülkünü arzu ettiği gibi kullanır.

Bu mevzuda söylenenler kâfi, geçelim,

Enes b. Malik r.a. bir rivayete göre, on sene Peygambere S.A. hizmet etti. Bunu Enes r.a. an­latırken şöyle diyor:

  Hz. Peygambere on yıl, geceli gündüzlü hiz­met ettim. Yaptığım işler için bir kere olsun:

  Niçin yaptın? Veya niçin yapmadın?. Gibi, bir söz işitmedim.

Bu hal, Hz. Resul'un S.A. kader sırrına vuku­fu olduğundan ileri geliyor.

Üstteki manada Hazret-i Şeyh Muhiddin-i Arabî Nefahatında şöyle der:

— Hak Teâlâ, Peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı esrarı saklı tutar; bunlar­dan biri de kader sırrıdır. Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin yararı olmadığına vukuf hâsıl olunca, davet edemez; âciz ve mütehayyir olur. Peygamberlere kader sırrı ancak da­vet son bulup kâfir, mümin, münafık, salih ki­şiler belli olduktan sonra bildirilmiştir.

**

İrfan sahibi daima hal değiştirir; bunu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin şu sözleriyle anlata­biliriz:

--Sonra, İrfan sahibi bütün itikadı cami olan bir halde kılarsa, Rab’la mukayyet bir hal alma­sından korkulur. Daima renk değiştirerek yürü­yen ve bu hale tam vâkıf olan kimse, muayyen bir halde kalamaz. Kalacak olursa mutlak RAB ile ol­duğunu tahayyül eder. Halbuki, hayal hakikât de­ğildir. İçinde bulunduğu, kendi zannıdır. Yani, kendi tasavvurunda meydana getirdiği Rabbı ile olur. Cümle Rabların Rabbı ile olamaz.

İrfan sahibi her şeyin açık manasına vardığın­da, itlâk ve kayıtsızlığa geçtiğinde, Hakkı o zann olarak kabul edip ibadet ederek mukayyede ge­çebilir ki: Bunda korku vardır. Zira, Itlak haline bağlanıp kalırsa korkudan emin olamaz. Bu korkulu hal, taa YAKİN gelinceye kadar devam eder; YAKİN ise, Zât’ı ile, sıfatı ile Hak Taâlâ'dır.

YAKİN...

Burada bir mikdar yakîn hali üzerine bilgi verdim.

Bilinmeli ki, ehl-i yakin olanlar, YAKİN hali­ni üçe ayırmışlardır; şöyle ki:

a)  Bilgi ile yakin halini bulmak,

b)      Görerek yakin halini bulmak,

c)      Gerçek yüzünü bularak, yakin  halini bulmak.

Bunları örneklerle anlatalım, şöyle ki:

Bir kahramanlığın varlığını bilmek, o kahra­manlığa bilgi ile varmak olur.

Bir başkasının kahramanlığını görmek ise, görgü ile ona varmak kabul edilir.

Aynı kahramanlığı kendisi yaparsa, bizzat ta­dar; ne olduğunu gerçek manası ile bilir. İlâhî ma­rifet dahi bu usul üzerine devam eder; anlayan anlar.

Burada, her şeyi özüne alan hakikâtin; itlâkı­nın, takyidinin nasıl olduğunu anlatmak gereki­yor.. Korkudan kurtulup yakin halini bulmak için ne gibi bir itikada sahip olmak icab ettiğini de anlatacağız.. Ama önce bir mukaddime sunalım.

Bilinmeli ki, her şeyi özünde toplayan hakikât; Hz. Şeyh Muhiddin-i Arabi'nin de yukarıda anlat­tığı gibi buna:

  Hakikât-i camia.

Derler ki, bu, çok isimle anılan müsammadır. Bazı arifler bunu:

  Aşk...

Olarak yorumladılar.

Şeyh   Irakî'yi, ona tabi olanları bu   yorumu yapanlar arasında sayabiliriz. Diğer bazı büyükler ise:

  Ezelî kuvvet ve nutuk..

Olarak yorumladılar. Bu yorumu yapanlar da; Muhiddin-i Arabi, Sadredin-i Kunevî ve bunları iz­leyen zatlardır.

Gerek Muhiddin-i Arabî, gerek Sadreddin-i Kunevî, gerek diğer zatların bir muradı vardır; o da: Tek Zât ve tek hakikâttir.

Bir şiir:

Hüsnün tek, ama ibadetler çeşit çeşit; her şeyin o cemale işareti sabit.

Bahsedilen hakikâtin Arapça’da tabiri şudur: Vücud. Türkçe tabiri şudur: Varlık. Farsça tabi­ri şudur: Hestî. Ama, hakikâtte, o varlık hepsin­den münezzehtir. Şu var ki, anlatmak için:

  Vücud, aşk, nur, nefs, Rahman..

Derler; hepsinden murad bir zatın ismidir. O da şudur: Hak. Varlığı:

  Mutlak (bağımsız)...

Diye yorumlayanlara gelince, onu bir kayda başlamış olurlar. Itlaktan ve ıtlakla takyidin bir­leşmesinden o varlığın manasını çıkarmışlardır. Ama, bu cümleden ve tenzihten, bir başka mutlak itibar etmişlerdir. Ve tenzihten dahi tenzih etmiş­lerdir.                                             

Hatta :

— O varlığı bir kayda iletirken bile yine, ten­zih gerektir.

Demişlerdir; çünkü bu, zevke dayanan bir iştir.

Bu duruma göre öyle bir zat mülâhaza olun­malı ki, vüs'atı en geniş ve her şeyi muhit ola; ay­rıca bütün mertebeleri benliğinde toplaya... Sonra, bu anlatılan mertebeleri benliğinde birleştire... Bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola; hem de onların cümlesinden münezzeh ola. Bu takdirce hem mukayyed, hem mutlak, hem cami, hem münezzeh olur. İtlak hasebiyle izzet ve istiğna ile aziz ve her şeyden müstağni olur; ona ne naz, ne  de niyaz eri­şir. İşte bu manaya delâlet eden âyetler:

  «Allah, âlemlere muhtaç değildir.»   (3/97)

__Rabbın, onların yakıştırmaya çalıştırdıkları şeylerden yana tam bir üstünlük sahibi ve te­mizdir.» (37/180)

Şu da aynı manaları açıklayan bir hadis-i şe­riftir.

  «Allah, Allah idi; onunla eş olan ayrı bir şey yoktu.»

***

Bu makamda ne isim, ne resim, ne naat, ne de sıfat vardır. O, cümleden münezzeh, beri — ari iti­bar olunur. Cümle mertebelerde seyreden ve tecelli eden odur; her mertebenin aynıdır. Hepsini topla­yıcı bir vasıfta olması itibariyle; her isimle çağrı­lan, resimle çizilen, çeşitli ad ve sıfatla anılan mevsuf odur. O, her mertebeye tenezzül eder; onun tenezzülü dahi bir olgunluk nişanıdır. Onun te­nezzülünü şu kudsî hadis açıklar:

 «Hasta oldum gelip sormadın; aç oldum, beni doyurmadın.»

Hak; sıfat, tenezzül ve mertebelerde zıdları kabul eder. Çünkü ona göre zıd diye bir şey yoktur, Hakk’ın hiçbir sıfatı yoktur ki, zıd ile karışmış ol­maya. Bu manayı hastan da has olanlar anlar,

Burada anlatılanlar, irfan sahipleri için bir tenbih olur ki; bu kadarı onlara yeter.

İşte anlatılan manaları daha açık ifade eden bir âyet-i kerime:

— «Evveli o, âhiri o, zahiri o, batını o... O her şeyi zatı ile bilir.» "(57/3)

İtlak ve takyidin ne olduğunu, mümkün oldu­ğu kadar beyan ettik. Bilinsin ki, ıtlakla-bağlı kalı­nırsa; bu itlak, takyid gibi olur; halbuki onu, hiçbir hale bağlamamak gerekir. Çünkü Hak, her mertebeyi kuşatmıştır. İşte bunu beyan eden bir âyet-i kerime:

— «Ne yana dönerseniz, Hakk’ın o yönde bir tecelli yüzü vardır,» (21/15)

Bu hükme göre her mertebede bir tecelli yü­zü vardır. Birine inanıp, öbürünü inkâr etmekle, Hak örtülmüş olur; bu da küfür sayılır.

Meselâ: Puta ibadet eden, ibadetini ona tahsis ettiği ve halini ona bağladığı için başkasını inkâr eder; dolayısiyle kâfirlerden sayılır. Bir Müslüman,

Hakk’ın zuhur etmekte olduğu varlıklardan biri­ni inkâr ederse; Din, ona:

  M ü s l ü m a n  demez.

Bir şiir:

Küfr-ü batıl; mutlak Hakk’ı örtmüştür;

Küfr-ü hak, kendini Hak’la örtmüştür,

Ey oğul, anlatılan mana:

—' «Rabbın hükmü şıı ki;    ancak ona ibadet

edesiniz,.» (17/23)

Âyetinde saklıdır. Bir şiir:

Cihanın yücesi, engini sensin;

Yerler ne bilmem, madem varlık sensin.

İtlak halinin özüne erene:

  Arif, Velî ve Hak ehli...

Denir. Bunlar için şu âyet-i kerime vardır:

  «Ayık olunuz ki, Hakk’ın Velî kullarına kor­ku olmadığı gibi, onlar mahzun da olamazlar.» (10/ 62)

İrfan sahipleri, Velî kullar, bu zümreye dahil olunca, korkudan ve tehlikeden halâs olurlar. Allahım, bize o halleri nasip eyle...

Muhiddin-i Arabî şöyle yazmıştır:

  İşte kendini yaratıcı, tanıtanların da Rabbı olan Hak Teâlâ’ya karşı irfan duygusu elde eden­lerin son hali budur.

Yani, mutlak Hakk’a ibadettir. Muayyen ve mukayyed bir varlığa ibadet edenler, kendi zihin­lerinde can verdikleri bir puta taparlar. Onların taptığı, çeşitli İlâhlardır. Bu manada bir âyet-i ke­rime şöyledir:

  «O çeşitli ilâhlar mı hayırlı; yoksa, Vahit! Kahhar Allah mı?.»   (12/29)

Elbette bir ve Kahhar olan Allah hayırlıdır. Mülkünde zâtından gayrı kimse yoktur. Onun suâ­line cevap veren yoktur. Kendisi sorar, cevabını yi­ne kendisi verir.

Gerçekten bunda önemli bir imâ ve işaret var­dır ki; o, Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bende­sine Kahhar sıfatı ile tecelli eylese, onun gözünde cümle eşya helak olur. Sonra:

  «Onun yüzünden gayrı her şey yokluğa dö­nük.»  (28/88)

  Yeryüzünde olan her şey, fena bulacak; ce­lâl ve ikramı sahibi olan   Rabbın  yüzü  kalacak.»(55/26)

Mealine gelen bu âyet-i kerimelere göre, bu gün, peşinen ölmek gerek. Bu ölüm, irade ile olmalıdır. Bu ölüm hali, kimde meydana gelirse., Hak'­tan gayrı, cümle eşyanın helakini görür ve kendisi de yok olur. Bu yokluk, tam bir yokluktur. Fena fillah makamıdır. Orada Hakk’ın cemâlinden baş­ka bir şey kalmaz.

Anlatılan makama çıkan kul, bu makamda hayli zaman kalır, büyük cezbeye kapılır. Orada ne zaman vardır; ne mekân... Ne felek olur, ne me­lek... O zaman yalnız Hak kalır. İşte o zaman, Allah-ü Taâlâ, varlığında şöyle seslenir:

  «Bugün mülk kimin?»   (40/16)

Bu hitap karşısında cevap veren kimse çıkmaz. Bu kez, yine Hak Taâlâ kendi azameti ile zatından zatına söyle buyurur:

  «Vahid, Kahhar olan Allah'ın...»  (40/16) İrfan sahibi, bu olan işlerde, yokluğa gömü­lüp gitmiştir. Hal böyle iken, Hak kendi varlığın­dan, ona bir varlık ihsan eder;   İlâhî renge boyar. İçinde ve dışında olan bütün vasıflar değişir. Ve:

  «O gün yer bir başka olur; semalar da öy­le... Hepsi Vahid ye .Kahhar   Allah'ın  varlığı   için meydana çıkarlar.»  (14/48)

Âyetin asıl manası belli olur.

Bundan sonra Hak Taâlâ, o irfan sahibine İlâ­hî bir göz, kulak, dil verir; sual ve cevaba başlatır. Böylece kul, yokluk halinden geçip varlık âlemine erdikten sonra, Hak varlığı ile var olur. Asıl bilişi, anlayışı bundan sonra başlar. Ama, o ilk tecelli anında ne ilim, ne marifet, ne de şuur vardır. Ora­sı tam yokluk âlemidir.

Zikri geçen âyet-i kerime halle daha iyi anla­şılır. Onun derin manasını bundan daha fazla dile getirmek doğru değildir; izin yoktur. Onu okuyan­lar; dilsiz, gönülsüz okur ve kulaksız işitirler. Bu­na:

- İlm'el Yakin..

Denmez. Çünkü bunda: Ayn'el Yakin, Hakk'el Yakin hali vardır. Kul bu makama var­dıktan sonra, korkudan ve ümitten halâs olur. İl­ham halini veren o; irşad eden, hidayete erdiren  yine o... Artık onun için hangi sıfatı dilersen söyle...

***

Muhiddin-i Arabî, devamla şöyle anlatıyor:

 — Ehl-i Keşfin bütün mezheplere ve makam­lara karşı anlayışı vardır. Onlar gerek İlâhî ma­kamlara, gerekse yaratılmış ahvale karşı anlayış sahibidir. Hiçbir şeye karşı bilgi yoksunu değildir. Onların bilgisi her şeyi kuşatır.

Allah-ü Taâlâ hakkında ve yaratılmış hakkın­da, keşif sahipleri bos söz etmezler. Sözünü ettik­leri şeye karşı tam keşfe sahip olur; sonra söyler­ler.. O sözü eden, ne mertebeden ve ne makamdan söz ettiğini, hangi kaynaktan aldığını bilir. Sonra onlar herhangi bir yanlış söz edeni de ayıplamaz­lar. Mazur görür, boşuna yaratılmış da saymazlar. Zira, Hak Taâlâ, boşuna bir şey yaratmamıştır.

İrfan sahibinin bu hale gelmesi, birçok sebep­lere dayanır. Onların basta geleni, Hakk’ın cüm­le esmasına olan bilgisidir. O bilir ki: Cümle ma­kamlar ve mertebeler, İlâhî isimlerin gereğidir; cümle eşya İlâhî isimlerin mazharlarıdır. Yine bi­lir ki: İlâhî isimlerin herhangi bir yerde zuhuru, o yerin istidat ve kabiliyetine göredir.

Hak Taâlâ o irfan sahibine isimlerin derinli­ğinde saklı olan manaların tefsir usulünü ihsan et­miştir. Okur, anlar, açıklar, açıklar. Dolayısı ile, her şeyi varlığına alabilir. Çerçevesi geniştir her şeyi kuşatır.

Resulüllah S.A. Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

— Bana ilk verilen, cevam-ı kelimdir.

Bunun manası şudur: Az sözle çok şey anlatmak.

O irfan sahibi ise Hazret-i Resul'ün (S.A) vari­sidir; o büyük Peygamber'in hakikâtına vasıl ol­muştur.

Hak Taâlâ'nın dileğine uygun olarak bu söy­lenen şeyleri anla.

***

Muhiddin-i Arabî devamla şöyle anlatıyor:

— İrfan sahibi ve kemale eren olgun bir zat:

Dediği zaman, o olur. Ve bu sözü kemâl halin­de sarf ederse, kendisi arada kalmaz; o olur.

Şunu bilesiniz ki; burada anlatılan, marifet halini bulma sırlarındandır. Herkes bunu anlayamaz. Hak ehlinden, buna işaret eden dahi olma­mıştır. Sebebi: Ya bir çekimserlik, yahut bir korku­dur. Çünkü bunda tehlikeye düşme ihtimali mev­cuttur. Zira, bu makamda kuldan tekvin sıfatı zahir olur. Çünkü:

---O

Dediği zamanda; kulun dilinden söyleyen, İlâ­hi kuvvet ve kudrettir.

Üstteki mana üzerinde biraz duralım. Çünkü, burada tekvin meselesi vardır ve o kulda bizzat Allah-ü Taâlâ'nın tekvin sıfatı tecelli etmektedir. Sözlerin derinliğindeki mana budur. Ama, bu ma­kamda sözü biraz daha gerçeğe iletmek ve meramı açıklamak gerekir. Her ne zaman kemâl derecesi­ni bulan bir şahıs:

-- O.

Dese; bütün varlığını ifna etmesi yokluğa gömmesi beklenir. Bu bir ölümdür; ama:

— «Ölmeden evvel ölünüz.»

Hadis-i şerifindeki manada bir ölümdür.

Kemâl sahibi; bunu yaptığı an, iradeye daya­nan bir ölümle, zahir ve batın varlığından eser kal­madan, başsız ve ayaksız kendini:

  O...

Dediğinin deryasına atar. Boğulur, mahvolur; namı nişanı kalmaz. Kendi de o olur. Çünkü dam­la, deryaya düştü; aynı derya oldu. Burada:

  O...

Tabiri ile anlatılan deryadan murad, vahdet âlemidir, aşktır, mutlak varlıktır, nur 'deryasıdır,

Hazret-i Peygamber (S.A.) bizleri irşad için, duasında daima:

  «Allahım beni nur eyle...»

Dileğini sunardı. Şüphesiz o nurdu. Duanın, bu şekilde olması, bize öğretmek içindir; çünkü, kendini ona veren nur olur.

Bu manada bir şiir:

Varlığım Hakk’a ver; varlık Hakkın olsun hemin ;

Sen çık aradan kalan yar ola; olasın emin...

Varlığım ona veren zatın o olmasına, hayret mi edilir ki?... Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse tuz olur; tuz da pak olur. Buna göre, iradeye daya­nan bir ölümle onun tuz deryası misâli varlığına

düşerler ve benliğini bırakanlar o olur, nur olur, temiz olurlar. Bu oluş uzak görülmez ki; burada:

  O...

Dediğimiz (HU) dur. (HU)’nun manası:

  O kimse..

Demektir.. Ama, bizim kastımız Hakk’ın zatı­dır. Açıkçası, irfan sahibi şöyle mülahaza eder: Cümle varlık Hakk’ın; bende olan varlık dahi Hakk’ın...

Sonra cümle varlığı ve özünü Hakk’ın Zât der­yasına salar ve Zât’tan gayrı tek şey kalmaz; gerek­li olan budur...

Burada (HU) ismine devam edenin; bundan kasdın, müsemma olduğunu bilmesi gerekir. Yani:

— HU..

Dediği zaman, arada: isim, resim, zaman, me­kân, nişan bırakmadan; o varlığın zatında, yani müsemmada cümle varlığı ve kendini hiç bilmeli...

- HU..

Diyenin, tam varlığa karışıp (HU) olması ge­rekir.

Bir şiir:

Evvel âhir ne ki var (HU) imiş;

Batın, zahir ne ki var, (HU) imiş.

Anlatmak istediğimiz mana hâsıl olduktan sonra, kul ister:

  O..

Desin; ister:

-         B E N,

 Desin; ister:

     B İ Z.

 Desin; ister:

     ONLAR...

 Desin ve isterse:

  SİZ...

Desin; hepsinden murad, onun zatı olur.

* **

Muhiddin-i Arabî Hz. şöyle yazıyor:

  Anlatılması istenen bu manaya çoğu  arif­ler işaret  bile  etmemişlerdir;    çünkü  böyle  icap eder.

Cümlesine şöyle devam ediyor:

-  Burada tehlike vardır,   En büyüğü kulun, Hakk’ı tekvin ihtimalidir.

-- O...

Dediği zaman da, halk tekvini, bunu takib eder. Bazı yeri olmayan lâfızlar araya girer. Sözün gerçeği şudur ki:

  O

Diyen kimse, kâmil mürşide yetişip olgun ol­muş değilse, burada bir hataya düşebilir.

Daha açık manası ile anlatalım: Gerçek saki mürşid elinden aşk badesini içip Hakk’ın zatında fena bulmuş değilse:

— O...

Dediği zaman, kendi zannı, tasavvuru, anlayı­şı ve takyidine göre söyler. Hakk’ın varlığını haya­le getirir ve ona bir nevi suret verir. Çünkü varlık­tan soyunup itlaka varmamıştır. Bu yüzden zannına, tasavvuruna göre Hakk’ı kayıt altına alır ve muayyen bir hudut çizer; dolayısiyle onu tekvin, yani icad etmiş olur. Bunun sonunda kendi ken­dine peyda ettiği yaratıcıya tapmış olur.

Gerçi.

—- «Ben kulumun zannına göreyim.»

Cümlesinin delâlet ettiği manaya göre, o Yüce Zat, kulunun icadında dahi, bir yüz sahibi­dir; lâkin, kulun tekvini ile zannına girmiş ve zu­hur etmiştir. Ancak, ne de olsa bir gerçek tarafı yok değildir, Zira, hiçbir mukayyet yoktur ki, on­da mutlakın bir yüzü olmaya. Burada, belki ken­dini tekvin ve icad eden yine kendidir. Ama, hü­küm kulun itikadına göredir. Zira, bu mabud mu­kayyettir; mutlak mabud değildir.

— Bu halde tehlike vardır.

Denilmesinden hikmeti, işte budur. Asıl olgunluk şudur ki, kul:

  O...

Dediği zaman; tamamen varlığından soyunup mahve ve fenaya ere.. Sonra; itikad, zan, kayıt tah­sisi ile kendini bir şeye bağlamaya.. Yönlerden hiçbir özel yöne dönmeye.. İşte bundan sonradır ki:

Mutlak İ la h ‘a, bütün İlâhlardan yüce olan Rabb’a tapmış, ona ibadet etmiş olur. Aksi halde, kendi zannında hayal etmiş olduğu mabu­da köle olur.

  «Kendi hevesini ilâh tutanı gördün mü?.» (45/23)

Âyet-i kerimesinin tehdidi altına girer ve teh­likeye düşer.

(Gelecek bölüm TEKVİN)

Eser sahibi: M.İbni Arabi
Türkçe’ye çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
Sadeleştiren: Abdülkadir Akçiçek

Bodrum - 01.07.2003
hilbira@hotmail.com
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail