Ağustosun
sıcaktan serinliğe dönmekte geç kalmış akşamlarından
birinde, geminin güvertesinde son uğradığı limandan aldığı
sigaralardan birini usulca dudaklarına götürmüş yakıyordu,
gecenin rüzgârı yüzünü ılık bir suyun yıkayışı gibi
yalayıp geçerken, dev cüssesi ile karanlıkta daha da koyulaşmış
bir canavarı andıran gemisi,
sanki boğazın serin sularını yutarak yüzüyordu.
“Kaç
yıl oldu?” dedi kendi kendine, “ne kadardır denizler üzerindeyim?
Belki de denizde olduğum günler, karada kaldığımdan daha da
fazla...” diye şöyle kabataslak bir hesap yaptı.
Tüyleri ürpermişti, üşüdüğünü sandı, gemici gocuğunun
kürklü yakaları ile boynunu sarmaya çalışırken, ancak bu
silkinti soğuktan değil,
insan fıtratına ters olan bir durum içinde karadan çok
denizde kalmasının can sıkıntısındandı.
Kaç
kere geçmişti iki yakası birbirine çok da yakın olan bu boğazdan,
anımsayamadı bile...
Sonra boş vermişlik içinde “acaba” dedi “şu evlerdeki
ışıklar hep aynı görünse de neler değişmekte her geçtiğimde
içlerinde?”
“Nereden
bileceğim?” dedi kendi kendine yüksek sesle, “ben nereden
bilebilirim ki?”
Sigarasından koca bir nefes daha çekti anlamsızca, altından
geçtiği köprünün eski mi yoksa daha sonra yapılan yenisi
mi olup olmadığı düşünerek.
Ailesi
geldi aklına, onlar için harcamıştı bu çelik tekneler üzerinde
ömrünü, kızı da büyümüş üniversite son sınıfına geçmişti
bu yaz, başarılıydı da...
“Sanırım, iyi bir avukat olacak” dedi gülümsedi, yüzü
de biraz kızarmamış değildi, mütevazı olan biri için
nadiren de olsa böbürlenmesinden dolayı.
Oysa
bir kaç yıl önce doğan oğlu gibi küçücüktü kızı,
“ne zaman büyüdü? Hayret!” dedi.
Sigarası neredeyse izmaritine doğru tükenmeye yüz tutmuştu.
Arkasından gelen bir ses, dalgaların geminin karinasına vuran
ahengini kesmişti. Bakmadı bile,”sıkıntısını rüzgâra
emanet etmek isteyen bir gemicidir” diye düşündü.
“Selam!”
dedi genç, fakat bilgece bir ses, evet bu birkaç ay önce
gemide telsizci olarak çalışmaya başlamış yüksek okul
mezunu, sarışın ince, uzun boylu, mavi gözlü delikanlıydı.
Gemide konuşup anlaştığı ve hoşnutluk duyduğu birkaç
insandan biriydi. Felsefe üzerine,din üzerine, edebiyat üzerine
konuşabileceği nadide insanlardan biriydi.
Genç telsizci yaşına oranla daha görgülü, daha kültürlüydü
beklenmedik bir biçimde.
Gülümsedi, onun selamının sıcaklığı ile kafasındaki düşünceler
dağlanırken.
Genç
olanı, yaklaştıkları eski köprünün kendileri tarafındaki
kırmızı ışıklarını göstererek, aynılarından fakat yeşil
olarak yananlarının da diğer tarafa yapılmış olduğunu söyledi.
Sigarasının tadını damağından zihnine taşımanın sarhoşluğu
ile önemsemedi ilk önce, hemen sonra da yorumunu yaptı, sanırım
sancak yeşil, iskele kırmızı, gemilerde olduğu gibi dedi.
Ancak, genç olanı sanki kafasından geçenlerin izdüşümünü
kendi beyninde hissetmişcesine “hayır” dedi,
“sancak-iskele tenviratı değil.”
Yeni
karar almışlar, bu şehir sınırlarında ölen her bir insan
için kırmızı ışıklar yanacak, yeşiller de yeni doğan çocuklar
için aydınlatacak boğazın karanlık sularını.
Evet, kırmızı ve yeşil ışıklar devamlı yanmaktaydı. Bir
kırmızı yanıp bir yaşamın sınırlarından geçerek ölümü
tadışını haber verirken, bir yeşil onu takip edermişçesine
hemen yerini alıyordu, sıra neonlar arasında başlarının üstünde.
Sonra ikisi de ışıklara bakarak ortak bir amak-ı hayalin
anlamlı cümlelerini kurmaya başladılar beyinlerindeki misal
alemlerinde.
Evet, şu yanan yeşil ışık acaba kırmızıya dönüşme süreci
içinde neler yaşayacaktı, köprünün bir yanından diğerine
geçiş süreci kadar kısa zaman içine neler sığdırabilecekti,
ne umutlar yeşertecek ve bunların kaçını büyütecek
dallandırıp budaklandıracaklardı?
Sanki Sırat’ın
bir köprüymüşçesine, mecaz olarak vurgulanmasını onaylıyordu
bu aydınlatma sistemindeki mantık.
Bak
bir yeşil daha yandı şehrin üzerine, annesi babası ne düşünüyordu?
Limitlenmiş bir hayalin his aleminde mutlaklaştırılması için
insana verilmiş tek olgunun meyvası olan çocuklarına kavuşmanın
sevincini mi, yoksa içinde onu bekleyen çetin şartlarla atılacağı
yaşama karşı nasıl savaş verebileceğinin endişesini mi?
Bir
yeşil daha fırladı denizin karanlık sularında hızla yansıyarak;
“ya bu?” dediler “bize benzer bir hayat mı yoksa daha ötesi
için mi yerini aldı bu kozmosta?”
Bir
kırmızı , kimlerin içini kanattı acaba, yaşı ne kadardı
, ölmek için şartlanılmış bir yaş grubunda mı, yoksa
erken öldü denecek kadar ilkel laf edilesi bir yaş grubunda mı?
Bir
kırmızı daha dondururken boğazın sularındaki baygın bakışları
kimleri mutlu etmişti veya kimleri şaşırmıştı ve onlara
“aman canım şu dünya yalan, hiç bir şey için değmez
dedirtmişti!..”
Bir
yeşil onun yerini alırken hangi sevinçlerin kaynağı olmuştu
veya dünyaya hangi yenilikleri getirmenin habercisiydi?
Köprünün bir kenarından diğer kenarına enine geçermiş
gibi kısa olan bu dünya yaşamının habercisiydi yanan kırmızı
ve yeşil ışıklar...
Ve onlardan sadece ve sadece bir kez ve sadece biri bizim için
yanacaktı yakın bir zamanda.
Koskoca
dev cüsseli iri yıldızların ölenlerinin renk spektrumunda kırmızı
olarak yerin alırken ve genç olan yeni doğan devasa
galaksilerin rengi yeşil-mavi idi, büyük gözler gibi uzayı
gözlemleyen teleskopların karşısında.
Kozmosta
her an bu renkler birbirini dönüşüm içinde takip ediyorlardı.
Kozmos
için ne kadar önemli idi, kendi için rutin olan bu dönüşüm,
ya peki köprüdeki ışıklandırmanın dönüşümü kozmos için
ne ifade ediyordu veya insanlık için!..
İstanbul
- 13.11.2001
http://sufizmveinsan.com
|