“İnsan
ikiden hali değildir iş bu cihanda
Ya
cânını ten ya tenini cân eyledi gitti...”
Bir gönül
sultanı daha Gönül’e aktı. Allah, Ahmed Yüksel
Özemre Hocamıza muhabbet eyleye! Ne manidar ki bir
Mürşid-i Kâmil yazısına nasip oldu, O’nu muhabbetle
anmak...
Selam olsun
bütün kâmil mürşidlere, tenini cân eyleyenlere!
İllâhû.
Mürşid
ve İrşad
Mürşid,
vaiz veya hocaefendi değildir. Ne ilmini
kitaplar düzerek karşılıksız paylaşan bir âlim, ne de
“Haydi gelin çocuklar, size güzel nasihatlerim var!”
diyen bir nasihatçidir o. Bazen kalpleri nakşeden bir
Şâh, bazen “güvercin donunda geldi” denilen bir
Sultandır... Gerektiğinde en iyi vaiz ve gerçek âlimdir
de. Nasihati ise mutlaka tutulmalıdır. Ama onun asıl
sözü “sözsüzdür”. Dilsizler haberin kulaksız dinleyene
Cân’dan söyler. Üfler, Cân diliyle, Rûh’undan...
Mürşid,
irşad eder. Asıl mesleği budur. İrşad Ruh’tan
ruha, Can’dan canadır. Lâmekandır. Bunun harfi, sözü de
yoktur. Ruhsal bir olaydır. Ruh mürebbisidir
murşidler. Onlarda Rab sıfatı tecelli etmiştir. Zahirde
topraktır. “Allah Ademi topraktan yarattı”. Bir
Hak Dostunun buyurduğu gibi, tohumun yeşermesi, OLması
için toprağa düşmesi şarttır. Lakin tohumda olmayan bir
özelliği toprak veremez. Dervişlik istidadı ezeli ister.
O istidadla dünyaya gelmiş olmak gerekir. Onun için
toprağa düşen kimi tohum sümbül OLurken, kimi lale, kimi
soğan, kimi yaban otu OLuverir. Mürşidin elini öpen çok
olsa da, elinden tutan az olur! Ancak yine de
hamlıktan kurtulup, OLmanın yegâne yolu budur, gönüldür.
Ne diyor Yunus: “Hepisinden iyice bir gönüle girmektir”.
Yani, toprağa düşmektir. Ademi, müsemmayı tanımaktır.
Vesselam! (http://sufizmveinsan.com/konuk/mursidikamil.html)
Diri kılan
tenleri zinde kılan cânları
Kaldıran
ölenleri nefesidir bir kâmilin
Mevtâya
etse nefes her taraftan gele ses
Dirilten
Hakk-şinâs nefesidir bir kâmilin
Mâye-i zât
denilen feyzi-i necât denilen
Nefh-i
hayât denilen nefesidir bir kâmilin
Niyâzi’yi cân eden zerresini kân eden
Katresin
umman eden nefesidir bir kâmilin
Demek ki
ölüleri dirilten kâmilin makalesi, kitabı, vaazı,
avazı değil; nefesi imiş! Nefha-i ilâhi denen, balçığı
Adem eden nefes... Yani, irşad kâmilin ismiyle,
eseriyle değil; müsemması ile gerçekleşiyor. Yok
eğer bulamazsak müsemmayı bu varlık ağacının
bilmiş ama olmamış, ham meyveleri OLuruz!
Nitekim, bilmek sıfâtî olup (alim sıfatı), OLmak
Zâtîdir. Her beşer potansiyel olarak “insan”
adayı olsa da toprağa düşmeyip canını ten eyleyip
giden de çoktur! Bütün bu işlerde hikmeti, nasibi,
Allah’ın takdirini hatırlamak gerekir:
“Hazineleri,
Bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat Biz
onu, ancak belirli bir ölçü ile indiririz.
“ (Hicr-21)
“Kesinlikle
Allah emrini yerine getirir. Allah, her şey için bir
ölçü tayin etmiştir.”(Talak-3) “Allah,
O bilir her dişinin neye gebe olduğunu ve rahimlerin
neyi eksiltip neyi artırdığını; her şey O'nun katında
bir ölçü iledir. “ (Rad-8)
Doğruya
varmayınca Murşide ermeyince
Hak
nasib etmeyince sen derviş olamazsın
Derviş
Yunus gel imdi ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca sen derviş
olamazsın
Ölüm meleği
kime kanatlarını çırparsa, onun can kuşu
havalanır. Ölümü tatmak, her cana iyi gelirmiş. Öyle ya,
hangi kuş uçmak istemez? Amma bu ten kafesinden bülbül
olup bostana uçmak var, karga olup leşe konmak var.
Bütün peygamberler ve kâmiller bu yüzden onca uğraşmış,
“sen seni bil sen seni” diye uyarmışlar. “Hilâfet tâcı
başına bir kere konar, bir daha bu suret üzre gelmek yok
sana” demişler. E ne yapalım öyleyse? Nasıl bilelim biz
bizi? Söylüyor büyük mutasavvıf:
Ma'rifetden hisse alıp
kendini bildin ise
Ehl-i cennetsin senindir cümle-i zevk-u-safa
Cehl ile kalıp özünden
olmadınsa ger habîr
Duzahîsin çek azâb-ı cehl ile kahr-u-eza
Hizmet eyle cân-u-dilden ma'rifet erbâbına
Kim şefâat
mazharıdır evliya vü enbiyâ
Hazret-i Gaybi Baba
(K.S.)
Mürşid ve irşad konusunu Fani Lütfi Filiz’in
(Rahmetullahi Aleyh)
kıymetli eseri Noktanın
Sonsuzluğu’ndan (II. Cilt) özetleyerek ehline havale
ediyorum:
“Kur’an’da ‘Sana ruhu
soruyorlar, de ki: Ruh rabbinin emrindendir’ (17-85)
denmektedir. Buradaki emir nedir?
Emir, amirin memura buyruğu
olan, gözle görülmeyen ve manevi âlemden gelen bir
nüfuzdur. Bu da emr-i zâtî ve emr-i sıfâtî olmak üzere
iki türlüdür.
Emr-i zâtî, kendinden kendine
olan, kendi kendine yaptığı telkinden doğan yahut
kalpten gelen emirlerdir.
Emr-i sıfâtî, hicab-ı
kibriyaya bürünmüş olan bir insan tarafından verilen
emirlerdir. ‘De ki: Ruh rabbinin emrindendir’ (17-85)
ayeti bunu anlatmaktadır. Burada emri veren, hicab-ı
kibriyaya bürünmüş olan mürşittir. Onun sözleri bir
emirdir ve müritlerde bir ruh peyda etmek suretiyle
onların huylarında değişikliklere neden olur. Bu da
emir tutulduğu takdirde onun yaratacağı enerji ile
gerçekleşir.
Emir için bir amir, bir de
memura ihtiyaç vardır. Amir memura emreder, fakat
memur amire emredemez.
Emir gözle görülmeyen, manevi
bir nüfuzdur ki ruhun aslı, yani ‘Ona kendi ruhundan
üfledi’ (38-72) diyerek kastettiği de budur.
Bu ruhu muhafaza edecek kap lazımdır. O kap da
bedenimizdir. Beden olmasa ruh uçup gider.
… Can her mahlukta vardır ve
değişik isimler altında anılır. Ruh ise bu canın
tekemmül etmiş (daha gelişmiş) halidir. ‘Ruh rabbinin
emrindendir’ (17-85) dendiğinde, bir mürebbinin,
kişiyi bir emirle uyarması bahis konusudur. Bu uyarı da
o kişinin canını ruh haline getirir. Ruhun ne
olduğunu anlayabilmek için önce iman etmek lazımdır.
….İnsan öldüğü zaman ruhun
nereye gideceğini Allah sır etmiş ve ‘Biz Allah’tan
geldik ve sonunda O’na döneceğiz’ (2-156) diyerek kapalı
bir ifade kullanmıştır. Bu konuya mutasavvıflar açıklık
getirmişler ve ‘Kâmile munzam olur’ demişlerdir.
Çünkü zaten sağlığında da kâmilin aza ve kuvasından
ibaretti. Aynı şeyi Hazret-i İsa da söylemiştir.
Ölünce ruhla bedenin
ayrılacağı söyleniyor olmasına rağmen bu ikisi
birbirinden hiçbir zaman tam anlamıyla ayrılmaz. Ruh
sadece elbise değiştirir. Yani beden elbisesini çıkarıp
kâinat elbisesini giyer. Bu durum ileride Cem-ül Cem
mertebesi başlığı altında geniş şekilde anlatılacak ve
bu mertebede, insanın kâinatın ruhu, kâinatın da
insanın bedeni olduğu öğretilecektir.
Cem mertebesindeki kişi
kendini ruhlar arasında, hazret-ül cemdeki kişi ise
cesedini cesetler arasında bulur. Cem-ül cem’de ise tüm
cesetleri ve ruhları kendinde toplar ve böylece insan-ı
sagir iken insan-i kâmil haline gelir. Dıştan
bakıldığında yine bir damla gibi görünür ama artık o
damlada nice deryalar gizlidir. O damla, tüm kâinatı
kapsayan bir damladır.
İşte mürşidi de böyle bilmek
gerekir. Çünkü mürşit olan Allah’tır ve ‘Allah’ın eli
onların elinin üstündedir’ (48-10) ayeti de buna
işarettir. Her şeyden münezzeh olan Allah’ın eli mi
vardır ki böyle bir ayet gelmiştir? Bu ayetin anlamı
‘Allah o elin sahibinden işliyor, ondan görünüyor’
demektir.
***
Herkes, sonsuz olan hayatı
boyunca belki milyonlarca , milyarlarca yıl dolaşıp
pek çok yerde duraksadıktan sonra dünya âlemine gelmiş
ve burada konaklamaya başlamıştır. Bundan sonra da
aslına kavuşuncaya kadar yoluna devam edecektir.”
Kainat,
insan olduğuna göre, biz de İnsan-ı kamilde
OLduğumuza göre (Çünkü
zaten sağlığında da kâmilin aza ve kuvasından
ibaretti.)… Olup biten nerede, nasıl, ne
zaman oluyor? Kâmilden işleyen Allah OLduğuna göre,
şimdi o sahneyi bir daha düşünelim: “Adem’e secde edin.”
O gün etmeyenle, bugün etmeyen, dahası o günle bugün
aynı, değil mi? Aynı mekan, lâmekan değil mi? Ve
bütün iş, kendinden kendine değil mi? Ve yine
aynı şekilde o gün Adem’e secde edenler bugün de
ediyorlar, demektir. Adem’i tâ ezelden tanıyorlar…
“Beni bilen Beni arar, Beni arayan Beni bulur. Beni
bulan Beni sever, Beni seveni Ben de öldürür ve sonra da
dili Ben olurum” O halde dün Adem’e secde etmemek
bugün Kâmile iman etmemektir.
Görülüyor
ki doğum için mürşidi bulmak şart. Çünkü hepimize
hâmil olan O… Hem ebe, hem annedir, kâmil insan…
(Aslında hem de çocuktur!)
Nasıl
ki zahiren, bedenen ancak ergin (Er Reşid) olunca
rüştümüzü ispat ediyor ve meyve verebiliyorsak,
Batıni olarak da “ilimde rüsuh sahibi” olmak, ancak
erginlikle OLuyor. Çocukluktan çıkmak lazım.
Vesselam! Bu meyveler ne oluyor? Kainat insan
olduğuna göre, evren içre evrenler OLuyor!... “Her
burçta benim bin güneşim, bin kamerim var -
Niyâzî-i Mısrî”. Kimbilir,
belki bütün bu evrenlerin evreni nur-u
Muhammedidir… Veya hatta ancak O’nun bir zerresidir,
belki de... “Geh dönem bir şems olam
zerremde yüzbin arş ola” - Yunus… O yüzden olsa
gerek ki hakikati Muhammedi’yi hakkıyla idrak edemiyoruz…
“Bahr-ı umman kuşuyem yerim mekanım andadır /
Bunda adım
süregeldim dü cihanım andadır”
(Eşrefoğlu Rumi)
“İkinci kat gök, birincinin yanında
çölde yüzük gibi kalıyor.” Ben bu kainat
dediğimiz yerde 45 kilo ağırlığımla ne isem, ne kadar
isem, “kainat” da “kainatın kainatında” ancak o kadardır,
herhalde... Nasıl? Muhteşem değil mi?!
Sonuç:
Evliyâya eğri bakma
Kevn-ü
mekân elindedir
Mülke
hüküm süren odur,
İki
cihân elindedir
Hak onu bunda gönderdi,
Kullarını irşâd için
Kime
diler imân verir,
Kahr-u
ihsân elindedir.
Sen onu
şöyle sanırsın,
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır,
Gizli
ayân elindedir
Hak
Zâtıyla, Sıfâtıyla,
Tecelli
eylemiş onda
Varlığı
Hak varlığıdır,
Emr-i
Sübhân elindedir.
Kaygusuz
eder bu ilmi,
Okudum
anladım bildim
Bütün
âlemlerin hükmü,
Kâmil
insan elindedir.
Gelelim
sahte şeyhlere. OLan her şey ilâhi emirle OLuyor. “Emr”
in de ne olduğunu, Bakî’ den olduğunu Fani’den
öğrendik! Ve Evliya Allah’ın örtüsü altında ise…
Örtü ne ola? Sahte şeyhten iyi örtü mü OLa? Yoksa biz
örtü deyince yün hırka veya ipek şallar mı anlıyoruz?!
Sahte şeyhlere bakıp insanlar “insan”ı inkâr etmiyor mu?
Sahte şeyhe giden de gitmeyen de insan
hakikâtinden örtülmüş olmuyor mu? “Küfür”,
görevini yerine getirmiş OLmuyor mu? Sahte şeyhlere
sövmek, iblise sövmek gibidir. Oysaki Allah her şeyi
hikmet ile yerli yerince yapandır. Kusur aramak yerine
hikmet aramalıdır. “Bütün güzel isimler O’nundur” ve bu
güzel isimler arasında Allah’ın mudil ismi
olduğunu unutmamak gerekir. “Lâ mevcûde illâllah”.
Bilinmesi
gereken önemli bir diğer nokta ise tarikatta davetin
kesinlikle haram olduğudur. Davet şeriatta
vardır ve avamadır. Tarikat ise havassındır. Ehl-i
hakikat elitist olduğu için değil. Emanet ancak
ehline verilebileceği içindir. O emanetin ne olduğunu da
iyi düşünmek lazım! Nitekim, Allah Kur’an’da “Kendime
seçtiklerim” buyuruyor. Yarattığı her şey O’nun
sıfatlarının izharına mazhar olarak sıfatına
“kul” olmakla beraber, bir de “kendi” ne yani Zât’ına
kul eyledikleri var! İllâhû.
Pekalâ,
Ehli Tevhid, müridlerini davetsiz nasıl buluyor?
Şöyle: “… Eskişehirli Sâdık Efendi, halkı sükûtuyla
irşât edermiş. Hatta hakkında “Sükûtumuzdan bir şey
anlamayan kelâmımızdan da bir şey anlamaz” şeklinde
ifâde buyurdukları rivâyet edilir. … Allah aşkı
insanlarda fıtrîdir; sonradan olmaz. Şark’ın
büyüklerinden Molla Câmî’’nin bir rubâisinde bu husûs
şöyle geçer: ‘Allah aşkı, insanlarda kumrunun
boğazındaki siyâh halka gibidir. Yumurtadan öyle
çıkmıştır. Sonradan yapışma değildir. Onun gibi bu
manevî ilim de fıtrîdir’ ” (Batmayan Güneş Devam
Eden Gölgeler)
“Tâ ezelden
aşkın ile yanmaktadır bu gönül
Yandıkça
nûruna vuslattadır bu gönül
Bir âh-ı
derûnun zevkini vermez dû cihân
Her ande
bin âh ile nûruna vuslattadır bu gönül”
Hafız
Mehmet Efendi
Zâtına kul
eyle, Yarabbi! Amin. |