Bir
esasa göre ruh; insan bedenine girince uyur, ölümle bedenden
ayrılacağı ana kadar bu uyku devam eder. Bu; umumî bir görüşe
göre, yani ruhun bedene girmeden evvel ve ölümle bedenden çıktıktan
sonraki haline kıyas ile böyledir. Bu esas fikrin hududu içinde
ruhların hassasiyet farklarına göre uyanıklık ve uyurluk
anlayışı vardır.
Mesela bazı kimseler çocukluğundan beri günahtan nedamet
duyar. Bazıları duymaz. Bazıları çocukluktan beri hassastır,
merhametlidir, cömerttir, fenalıktan çekingendir. Hatta
nefret duyar. Bazıları büyük yaşta bile bu hassasiyeti göstermez,
kendisinden başka kimseye merhameti olmaz. Faydası dokunmaz,
bil'akis, zararı dokunur. İşte bu gibilerin ruhu sağırdır.
işitmez veya uykudadır, duymaz.
Bu son hassasiyet farkları; ruhların ilk hılkatte yaratıldıkları
gök tabakalarının letafet ve kesafet dereceleri farkından
ileri gelir. Aslında mübarek denecek derecede letafeti haiz
ruhlar ile; aslında eşkıyalık, yırtıcılık gibi fena
kabiliyetleri haiz kesif ruhlar bu meyandadır.
Eşkıya tıynetli insanların; dünyada bir gün Allah’ın
inayeti ile salah bulması, hatta mükemmel bir ıstıfa
[temizlik] yaparak letafette kemale ermesi, Allah’a yakın
olması da mümkündür.
Nitekim insanlar dünyaya muhtelif kesafet dereceleriyle
geldiklerinden, ahlaken, tabiaten birer hayvanî sıfat temsil
ederler ve derece derece munis veya vahşî olurlar. Ve yine
Allah’ın mütemadiyen tecellîde olan ıslah edici sıfatlarının
nurlarıyla; tedrîcen, çok muzır sıfattan daha az muzır sıfata
ve nihayet zararsız hayvan sıfatlarına; sıfatla inkılap
eder. Ve bir gün Allah’ın lütfu ile insanlık sıfatını
kazanırlar.
Diğer üzerinde durulacak nokta da “kul olur da günahkâr
olmasın olur mu?” kelamıdır.
Evet, insan her cihetten zayıftır. Kusursuzluk yalnız
Allah’a mahsustur. Allah’ın mağfiret ve ıslah sıfatları
bu yüzden mütemadî faaliyettedir.
Fakat insanın günaha meyletmesi; günaha kasdetmesi değildir.
Günah; kısmen, insanlıktaki kemal noksanlığı yüzünden,
yani fena tabîatları ve ihtirasları yüzünden; kısmen de
cehaleti, fark ve temyizde hesap ve muvazenesizliği ve ileriyi
görüşte noksanlığı cihetindendir.
Allah kullarını korumasa bu noksanlıklar insanı hatadan
hataya, günahtan günaha düşürür durur.
Diğer üzerinde durulup düşünülecek nokta da; kul hakkının
Allah hakkından evvel düşünülmesi emridir.
Halbuki insanların pek çoğu bunun aksini yapmağa mütemayildir.
Allah’tan korkar ve aklı erdiği şeylerde, bildiği ve
elinden geldiği tarzda Allah hukukuna riayete çalışır;
fakat halkı kul hakkını ihmale alışıktır.
Allah’tan korktuğu gibi kuldan korkmaz, çünki hakîkate vakıf
değildir. Kul hakkını yalnız hükümetler korur zanneder.
Kulu sessiz bulursa ve tecavüzünü hükümetin gözünden
gizleyebilirse, yapacağı haksızlığı mühim saymaz; çünki
netîcesinden korkmaz.
Halbuki, kul hakkını, bunun temînini Allah üzerine almıştır.
Dinleri bu maksatla indirmiş ve onu kendi kudretleriyle
desteklemiştir.
Hükümetin gözünden bir cürüm saklanabilir. Fakat Allah’ın
gözünden gizlenemez. Polisin, jandarmanın bulunduğu yerde
de, Allah hazır ve nazırdır. Mahkeme faaliyete geçmek için
ona cürmün bildirilmesi lazımdır. Bir hükme varabilmek için
delil, emare, şahit hülasa cürmü isbat edecek şeylere muhtaçtır.
Fakat Allah hiç bir şeye muhtaç değildir. Allah karıncanın
bile hakkından. vazgeçmez. Adaleti, Allahlığı iktizası
budur.
Bodrum
- 10.02.2002
http://sufizmveinsan.com
|