OLAY:
İnceleyeceğimiz olay, herkesin malûmu:
Tanrı, Âdem’i yaratıp tüm meleklerin ona secde etmesini istediğinde,
İblis (şeytan) karşı çıkar ve der ki: “Olmaaaz! Sen beni ateşten
yaratmıştın, o ise çamurdan geldi... Ben ondan daha üstün iken, nasıl
olur da ona secde etmemi istersin!.. Etmeycem işte!..”
Şeytanın sonraki hamlesi olan ünlü “yasak meyve” provokasyonunu ve
sonra da cümbür cemaat yeryüzüne kovulmalarını es geçip, şimdilik
sadece, şeytanın bu isyan olayındaki tavrıyla ilgili bir tartışmaya
girelim.
UYARI: ASGARİ MÜŞTEREK
Olayı incelemeye geçmeden önce, bir tespit yapmakta fayda var:
Meseleye teizm-ateizm perspektifinden bakmak gereksiz ve anlamsız. Bu
olayı, isteyen “tanrısal bir ifade” bağlamında düşünür, isteyen “insan
bilincinin evrensel sinerjisinden türemiş bir mit” olarak... Önemli
olan, meselenin “BEN’lik” (ego-sistem) ve “BÜTÜNlük” (eko-sistem) ile
ilgili yönlerini sorgulamak...
Adamın biri cebinde tavşan-ayağı taşırmış. “Bunu niye taşıyorsun, sen
uğura filan inanmazsın ki!” demişler. Adam “Olsun,” demiş,
“inanmayanlara da uğur getiriyor!..”
OLAYIN İNCELENMESİ:
Olay, günümüzde yaşanmış olsa; ve çamur yaradılışlı bir Âdem yüzünden
cennetten kovulduğu için depresyona giren şeytan, bir psikologa gitse;
hatta, şöyle gün görmüş bir dostuna danışsa; sanırım, sorununu anlamak
zor olmazdı: Ben-değeri Tutkunluğu... artı, Kibir... artı, kendini
evrenin merkezi –ve de en önemli yaratığı- sanmak... Özetle,
Ben-perestlik... (bkz: patolojik narsisizm.)
Ben-perestlik, kanserden de beter bir illet... Aynı zamanda, özellikle
kendini bir din, bir ideoloji veya bir davaya “adayanlar” için, çok
yararlı bir “samimiyet testi”... Hayal-perest olabilirsin;
servet-perest, şirket-perest olabilirsin, devlet-perest,
milliyet-perest, hatta putperest bile olabilirsin; bunlar
çözülmeyecek şeyler değil... Lakin ben-perest, yani “kendine-tapan”
isen, yandın... Zira, bu illetin virüsü sistemin en dibine, köküne
yerleşmiştir. Öyle ki, her gün yeniden anti-virüs taraması yapsan
bile, hep “iyisin, virüs filan yok” mesajı gelir...
Eh, kendini bu kadar önemsedin miydi, hemen arkasından, “mevcut
statüyü kaybetme korkusu” gelir. Uzak çevrenden başlayıp, en
yakınlarına kadar, kimseye güvenemez olursun. Öz kardeşini, öz oğlunu
bile ezmek istersin, “Amanin, benim yerimi almak istiyor!”
paranoyasıyla... Seni en çok sevenlerin bile uyarıları, hakaret ve
ihanet gibi görünür gözüne...
Tıpkı, şeytanın, incelediğimiz olaydaki hali gibi... Öyle ya; be-hey
şeytancık!... Madem ki sen tanrının cennetinde yaşıyorsun... Ve o
kadar sevdiğin tanrın, senden bir şey istemiş... Ne olur sanki, be
adam; seni ve bilinen-bilinmeyen her şeyi yaratmış olan o tanrının
hatırı için, “ben”lik tutkusundan bir anlığına sıyrılıp da, Âdem’i
selamlasan...
Ne yani; sen hiç, terfi etmek için patronunun önünde eğilmedin mi,
aday listesine girmek için parti liderinin ayağına su dökmedin mi,
birlikte olmak için bir kadının önünde nice taklalar atmadın mı?.. A
benim kurnaz –ve akılsız- şeytancığım...
I-ıh!... Olmaz!.. Niye olmaz peki?.. Çünkü, şeytan beyefendi ateşten
yaratılmış, gariban Âdem ise çamurdan...
Ki, şeytanın çamur dediği, aslında toprak
ve su demek; ama, şeytan bu ya, ille de çamur atacak...
Dikkat buyurun; olayın “Ben-lik”le ilgili psikolojik kısmına, bir de
sosyolojik olgu ekleniyor: Köken araştırması... Irk ayrımcılığı...
“Sen çamurdansın, ben ise ateşten... Ben senden üstünüm!”...
İpucu: Her türden ırk, cins, din, dil, soy-sop, sosyal statü vb.
ayrımcılığının altında yatan şey, bu “şeytani” düşünce olmasın
sakın?.. Eyvah eyvah... Çünkü, eğer öyleyse, pek azımız temiz çıkarız
bu testten...
İncelediğimiz olayın belki de en önemli yanı ise, şeytanımızın
“dualist” mantığı; yani “ya ben, ya o” yaklaşımı...
Gerçi, şeytan da haklı. O zamanlar henüz İş Stratejileri konusundaki
kitap furyası başlamamış ki... Nerden bilsin “win-win” diye bir
yaklaşım olduğunu?..
Zaten bu “ya ben, ya o” mantığı, doğası gereği, “akıl”dan yoksun bir
yapısallıkta değil midir? Neden derseniz; akıl, en az dört boyut
gerektirir. Akıl sahipleri, bir meseleyi “enine, boyuna, derinliğine
ve zamanına” göre düşünürler...
Sadece “zekâ” sahibi olup da, onu akıl
sananlar, üç boyutla yetinirler: Eni, boyu, derinliği...
Ama bir de, ne akıl, ne zekâ; her işi
“kurnazlık”la götürenler vardır ki, onlar üç boyutlu bile değildirler:
Sadece iki boyutuna, enine ve boyuna bakarak hareket ederler...
“Kurnazlık” denen zihinsel teknoloji, insan aklının –ve bilincinin-
evriminde, biçimsel mantığın en düşük aşaması değil mi?
İki boyutlu ilkel resimler gibi... Tüm
süjeler oradadır, herkes ve her şey görülür; ama derinlikten –yani
perspektiften- yoksundur; birbirleriyle ilişkilerine, zamanca ve
mekânca mesafelerine dair, görünenin dışında pek bir çıkarım
yapamazsınız...
Yine olayımıza dönelim... Kutsal kitapları
okuyan -ve anlayan- (ve ayrıca, adına ister tekamül nazariyesi, ister
evrim teorisi deyin, insanoğlunun bilişsel gelişimini sorgulayan)
herkes bilir ki, meleklerde olmayan ve sadece Âdem’e verilen bir
yetenek vardır... “Özgür irade eşliğinde işleyen bir Akıl”...
Özgür irade lafını “kurnazca” yorumlayıp
da fazla abartmayalım lütfen. Bir insanın özgür iradesi, dünya
üzerinde tuttuğu yer kadardır; hani, “cirmin kadar konuş” derler ya...
(cirm’in İngilizcesi “size, mass, body”)... Eh, insanın “size”ı en
azından “kendi kadar” olduğuna göre, Özgür İrade’nin mutlak egemen
olabileceği ilk (ve belki de tek) yer, “insanın kendi
iç-dünyası”dır... Biz ise bunu tam tersine anlayıp, özgür irademizi
hep dış dünyayı değiştirme yolunda kanıtlamaya çalışır, sıra kendimizi
değiştirmeye geldiğinde ise “ay, ne kadar iradesizim ayol” deyip
dururuz...
Şeytanın zırt dediği yer de, bu...
Meleklerin (ve yine bir melek olan kendisinin) “özgür irade ve
akıl”dan yoksun olduğunu bilmediği için, tanrının talebindeki
derinliği göremeyip, sadece iki boyutlu bir tepki veriyor”: “Ben ondan
üstünüm!” Kibir denen duygunun ne kadar ilkel bir düzeyin ürünü olduğu
apaçık görülmüyor mu?..
Şeytan da, (o günden bu yana) intikam
almak için Âdem-oğulları ve Havva-kızlarıyla uğraşadururken, her
konuda, bilebildiği bu tek ve mecburi stratejiyi kullanıyor:
İnsanların meselelere iki –veya en iyi ihtimalle üç- boyutlu
bakmalarını sağlayıp, “akıl”larını yetersiz kılmak....
İşte, şeytanın insanoğluna attığı en büyük
kazık (ya da, windows’una yerleştirdiği en etkili virüs) bu iki
boyutlu “kibir” duygusu. Virüsün yapısı gayet basit. “Kim kimden
üstün” algoritmasıyla çalışıyor... Sonuçları ise, gayet başarılı: Aynı
Âdem-Havva’nın evlatları, salakça kıskançlıklarla ve “ötekine
üstün-gelme” tutkusuyla, birbirini eziyor, öldürüyor...
Aynı tanrıya inanan farklı dinler,
birbirlerine “sen şeytanın uşağısın” deyip, savaşır oluyorlar... Aynı
dinin mensupları farklı mezheplere bölünüp, birbirlerini “münafık”
diye öldürüyorlar. Aynı ideolojinin takipçileri, fraksiyonlara bölünüp
birbirlerini kırıyorlar... Aynı dünyada yaşayanlar, o biricik dünyanın
küçücük bir kısmına sahip olmak için tamamını tehlikeye attıklarını
göremiyorlar...
Ama biri kalkıp da bu insanlara “akılsız”
derse, kıyamet kopuveriyor. Bu kez, hepsi biraraya gelip -“düşmanımın
düşmanı dostumdur” kurnazlığıyla- “akıl”a karşı cephe kuruyorlar...
Üç kuruşluk kibrit üretmek için, milyon
liralık ağaç kesiyorlar... “İlle de kendi arabama binecem!” tutkusuyla
yoğun trafikler yaratıp, on dakikalık yolu bir saatte gidiyorlar...
Yüz paralık kazanç için, milyonlarca insanı -kendileri dahil-
kandıran, süslü yalanlar söylüyorlar...
Nereden bakarsan bak, sürekli, kendi
bindikleri dalı kesip, kendi bastıkları zemini yok ediyorlar... Ve
bunu yüzlerine vuran olursa, ona “münafık” diyorlar...
Şeytanın –ve iş lafa geldiğinde burnundan
kıl aldırmayan âdemoğullarının- kibir denen bu iki boyutlu ego-illeti
yüzünden düştükleri durum karşısında, gelin de, şu güzel hicvi
hatırlamayın:
(Sansür kaygısıyla, ikinci satırda bazı
kelimeleri değiştirdik:
İnsanoğlu
gariptir, her lafı kaldırmaz;
Eşek!
desen kızar da, üstüne binsen aldırmaz...
“Kim kimden üstün” kavgası sürerken,
güzelim dünya harabeye dönermiş, nice hayatlar heba olurmuş, kimin
umurunda!
Ve şeytan, insan soyu tükendiğinde kendi
varlık nedeninin de kalmayacağını akıl edemeyecek kadar “kurnaz”
olduğundan, hâla keyifle sırıtıyor...
Zavallı Şeytancık... Başta dediğimiz gibi,
iyi bir kognitif-ekol psikologuna rastlasa, belki de kısa bir terapi
sonucu, bu meş’um akıbetten çoktan kurtulmuş olurdu...
Kibirsiz, gurursuz, onurlu günler
dileğiyle...
Bu yazı www. aciksite.com’da
yayımlanmıştır.
Akın Yılmaz
yilmazma@superonline.com
16.12.2003
http://gulizk.com
|