Bir vakitler Coşkun Büktel sadece 24 saatte "Shakespeare'siz
Herifler" adlı bir oyun yazmış, artık ne aceleleri varsa,
ikinci 24 saat sonunda da oyun apar topar sahnelenmişti. Piyes,
tiyatronun üstadı Shakespeare'in eserlerini kuşa çeviren veya
işlerine gelmeyen bölümleri makaslayan yönetmenleri hırpalıyordu.
Lakin mesajın hakkını vermek lazımdı. Anlayacağınız, tiyatro
camiasında kimsenin Shakespeare'in kara kaşına, kara gözüne aşık
olduğu yoktu. Adı büyüğe çıkmış bir kere, herkes "büyük" dedi mi
vaziyeti kurtarıyor, sonra kendi "iş"ine bakıyordu.
Shakespeare üzerine ülkemizde yazılanların büyük kısmından
alabildiğine bir yavanlık damlıyor. Tiyatro tarihinin dâhisi, insan
ruhunun röntgenini çeken adam, insanın dünyasındaki çeşitliliğin
kâşifi vs. sözleri bol bol geçiyor kitaplarda. Peki Shakespeare'in
İslamiyet'le, Osmanlı ile ve tasavvufla ilgili boyutuna, kısacası
"biz"e dair bir şeyler söyleyip söylemediğine işaret edenine
rastladınız mı? Oysa Shakespeare'in yaşadığı çağ, Avrupa'nın bir
ucunda, Endülüs'te kanatlarından birini kaparken, öbür ucunda
Osmanlılar eliyle kendisine yeni kanatlar biçen İslam medeniyetinin
en hareketli ve yer yer en göz alıcı dönemlerine denk geliyordu.
Birçok çağdaşı gibi, Shakespeare'in de İslam ve Osmanlı dünyasıyla
ilgili düşünce, izlenim ve etkileri eserine yansıtmasından
daha tabii ne
olabilirdi?
Gelin, bir süreliğine bu dar dünyadan kaçıp Shakespeare'in ana
vatanına uzanalım ve geçtiğimiz mayıs ayında 96 yaşında
kaybettiğimiz değerli bir Shakespeare uzmanına kulak verelim. Martin
Lings (Müslüman olup Ebubekir Siraceddin ismini aldıktan sonra da
kitaplarında bu ismi kullanmaya devam etmişti), 2004'ü "Shakespeare
ve İslam" yılı ilan eden Londra'daki ünlü Shakespeare's Globe'da
konferans verdiğinde başta İngiltere olmak üzere İngilizce
konuşulan dünyada günlerce tartışılmıştı.
"Shakespeare'in Kutsal Sanatı" adıyla bir de kitap kaleme almış olan
Dr. Lings, konferansında, Shakespeare'in tasavvufa duyduğu
hayranlıktan söz etmekle yetinmiyor, onun aynı zamanda bir Müslüman
tarikatın felsefesine sıkı sıkıya bağlı olan "ruhânî bir çevre"nin
üyesi olduğu tezini de gündeme zarifçe düşürüyordu.
"The Observer"in sanat ve medya muhabiri Vanessa Thorpe'un haberine
göre, şimdiye kadar Shakespeare'in Roman Katolik kilisesi adına
casusluk yaptığı dahi yazılmıştı ama onun tasavvuf felsefesinden
etkilenmiş dinî veya ruhanî bir tarikatın üyesi olduğu iddiası
dile getirilmemişti. Lings'e göre, tasavvuf düşüncesinin rehber
ilkeleri Shakespeare'in yazılarında aşikârdır. Onun oyunları,
modernist dünyanın şafağı ile direnen geleneksel ve mistik
değer sistemi arasındaki mücadeleyi anlatmaktadır aslında. Tıpkı
Sufiler gibi Shakespeare de gelenekten ve maneviyattan yana
koymuştur
tavrını. Yaşadığı devir, Orta Çağlar'ın sonu ile ateizmin
başlangıcını
soluyordu. Aydınlanma fikirleri yeşeriyor ve modern çağa adım atılıyordu.
İşte Shakespeare böyle bir çağda tavrını gelenekten yana koymuş ve
bu tavrıyla Batı'da "geleneğin son kalesi" olmuştu.
Lings'e bakılırsa, onun en meşhur eserlerinin bir kısmında
gördüğümüz karakterler, Sufilerin arınma arayışını sembolize
etmektedir. Hatta bazı karakterler bizzat Shakespeare'i temsil
etmek üzere seçilmiştir. Mesela "Kral Lear"da Edgar'ın
yolculuğu, dervişlerin hakikat yolculuğunu andırmaktadır. Bu
yolculuğunda Edgar'a meleksi karakterler yardımcı olmakta,
şeytansı karakterler de ona engel olmaya çalışmaktadırlar.
Nihayet -tabii bu 'nihayet'in Lings'e değil, bana ait olduğunu
söylemeliyim- "Fırtına" piyesinde geçen "Biz rüyalardan yapılma
cisimleriz" mealindeki mısra da Shakespeare'in bize bir başka
dünyadan haber damıtmak istediğinin minik ipuçlarından
biri.Peki bu zengin ve mistik kâinat, üstelik İlahi ve dünyevî
cisimler arasında gezinen bu meleksi ve şeytansı karakterler
de neyin nesidir?
Yazar nereden esinlenmiştir onları kurgularken? Bütün bunlar bizi bu
defa ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom'un Lings'i de sollayan
iddialarına getiriyor. Bloom'a göre, etkilenmiş olsun veya
olmasın, Shakespeare'in dünyası, kesinlikle mistik, hatta
tasavvufî bir kâinatla çepeçevre sarılıdır. Yani Shakespeare,
bizzat bir Sufi olmasa bile, "büyük" trajedilerinde gündelik
hayat ile yüce (aşkın) âlem arasında, Hıristiyan mistisizminde
bulunmayan bir "hayâl âlemi" (imaginal realm) unsuruna yer
vermektedir ki, bu, tastamam İbn Arabi ve Sühreverdî'nin (tabii
diğer sufilerin de) sözünü ettikleri "Ceberût âlemi"ne tekabül
etmektedir. (Tasavvufta içinde yaşadığımız cismanî âlem ile latif
meleklerin yaşadığı Melekût âlemi arasında "nurânî akıllar ve temiz
meleksi nefisler"
bulunmaktadır ki, bunların Ceberût aleminde yaşadıkları kabul edilir.)
İşte Shakespeare'in dünyasında karşımıza çıkan meleksi ve şeytansı
varlıklar, ne bu cismanî dünyanın pıhtılığına boğulan, ne de Melekût
âleminin mutlaklığına sahip olan bu "ara bölge"de buluşurlar
insanoğlu ile. Unutulmamalı ki, "Fırtına"daki büyücü Prospero ile
yarı insan-yarı hayvan Caliban'ın yanında seyreden, hava gibi
latif ve yarı insan-yarı peri özelliklerine sahip figür Ariel,
hep birlikte Ceberût âleminde gezdirirler bizi. Lings'in kuyuya
attığı taşın daha büyüğünü bu defa Batı edebiyatının gövdesine
fırlatma cür'etini gösteren Bloom, yalnız
Shakespeare'i değil, Milton, Shelley ve Blake gibi büyük İngiliz
şairlerini okurken de sufi kozmolojisinden gözlerini ayırmamaları
uyarısında bulunur okuyucusuna.
Son bir not: Biz uyuya duralım, Özbekler bile Shakespeare'in sırrını
çözmüşler, iyi mi! 1997'de Taşkent'te sahneye konulan "Kral Lear"ın
alt başlığı nasıl ilan edilmiş, tahmin edin bakalım:
"Shakespeare'in eserinin tasavvufî bir yorumu."
Doğu da, Batı da yoluna devam ediyor, buluşmak için. Biz nerelerdeyiz
sahi?
Prof.Dr Mustafa Armağan
İstanbul
-26.07.2005
http://sufizmveinsan.com
|