İDRAKIN YÜCELİĞİNE ERİŞEMİYORSANIZ

İNKÂRIN BASİTLİĞİNDEN SIYRILINIZ

A.Hulûsi

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin son zamanlarda genç nesil tarafından dikkâtle okunan eserleri, gençlerimize yepyeni ufuklar açmaktadır. Daha önce Ahmet F. Yüksel Bey’in bu sitede onun hakkında bir yazısı çıktı; ama Arif Pamuk bir başka türlü değerlendirmiş, Fütühat isimli eserinden hikayeleriyle Arabi hayranlarına ilginç bir şekilde anlatıyor onu.
Kendim de çok fazla etkilendiğim ve sevdiğim bu güzel Allah’ın sevgili kulunu hürmetle anıyorum. O kıvrak bir zekaya sahip bir insandı. Bazı din adamlarının kendini anlayamaması sonucu kendisini Müslüman olarak bile görmemiştir. Ne yazık, bugün bile aynı kanıda olan âlimlerimiz bulunmaktadır.

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, İspanya'nın Mersiye ka­sabasında 17 Ramazan 560 (l165) senesinde dünyaya gel­di. 568 (1173) yılında, henüz çocuk yaşta iken İşbiliye'ye yerleşti. 598 (1201-1202) senesine kadar orada yaşadıktan sonra Mısır, Hicaz, Bağdat ve Musul'u ziyaret etti. Bir ara­lık Konya'da ikamet etti. Bu arada Sadreddin Konevî Haz­retlerinin dul olan annesi ile evlendi. Şam'da bulunduğu sı­rada kendisine külliyetli miktarda mal ve para hediye edil­di. Bu hediyelerin tümünü fakir, fukara ve muhtaçlara da­ğıttı. Bir gün kendisine bağışlanmış evinde otururken bir fakir:
"Allah rızası için bana yardım et." deyince, Muhyid­din-i Arabî Hazretleri:
"Oğlum! Bu evden başka dünyada bir şeyim yoktur. Al, onu da sana verdim." dedi ve evi terk etti.
Fahreddin-i Râzî Hazretleri ile aralarında şöyle bir ha­dise geçmiştir: Büyük tefsir âlimi Fahreddin-i Râzî Hacca gelmiş Kabe'yi tavaf ediyordu. O sırada ihramına bürün­müş yaşlı birinin kendisine ayağa kalkmadığını gördü, içinden:
"Benim gibi bir koca âlime hürmet etmemek ve ayağa kalkmamak ne ayıp şey." dedi.
Biraz sonra da vaaz etmek için kürsüye çıktı. Bütün Mekke halkı büyük tefsircinin vaazını dinlemek için orayı doldurmuştu. "Muhterem cemaat !" dediği anda Fahreddin-i Râzî'nin kafası durur gibi oldu. Aklındaki bütün bilgiler o anda silinmişti. Cemaatın karşısında ter içinde kalan bü­yük üstad: "Muhterem cemaat! Biraz rahatsızlandım, konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi. Hanesine varınca başını secdeye koydu ve ağlayarak:
"Ey benim Yüce Rabbim! Ne işledim, ne gibi bir ku­sur yaptım da beni cemaata karşı mahcup ettin." dedi.
O gece rüyasında ona Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini gösterdiler, "İşte senin kızdığın adam bu zat idi." dediler. Bunun üzerine Fahreddin-i Râzî, O'nu günlerce aradı ve bulmaktan ümidini keseceği anda kapısı çalındı. Gelen mi­safir günlerce aradığı büyük insan Muhyiddin-i Arabî Hazretleri idi. Ondan özür diledi. Muhyiddin-i Arabî de ona:
"Kalbini temizle, vaazlarına devam et." deyince sili­nen bütün bilgiler yeniden Fahreddin-i Râzî'ye verildi.
Onun yüksek manâlı sözlerini kimse anlayamıyordu. Bir dağa çıkıp:
"Ey Şamlılar! Sizin taptığınız, benim ayağımın altında­dır." deyince, O'nu hapsedip, öldürecekleri anda; Şeyh Ebûl Hasan onun sözlerini değiştirip O'nu hapisten kurtar­mıştı. O'na:
"Nasût aleminden Lâhût âlemine girmiş bir insan nasıl hapsedilir?" denilince:
"Benim sözlerim sekr halinde söylenmiş sözlerdir. Bunlar suç teşkil eder mi?" diye cevap verdi.

Ne yazık ki eserleri ve sözleri suç addolunuyordu. Bazı dar anlayışlılar tarafından 638 (1240)’da vefatından sonra mezarı tahrip edilerek, nâmı ve nişanı yok edildi. Hikmet dolu sözlerindeki incelikleri kavrayamayanlar tekfirine kadar yürümüşlerse de, o zatın o gibi şaibeden vareste bulun­dukları gerçek ilim ve irfan sahiplerince bilinmektedir.

Yavuz Sultan Selim Han, Muhyiddin-i Arabi'ye ait birçok malûmatı Zembilli Ali Efendi'den almıştır. Şam'ı fet­hedince, Muhyiddin-i Arabi'nin:
"Sin şın'a girince Muhyiddin'in kabri ortaya çıkar." sözünü:
"Selim Şam'a girince Muhyiddin'in kabri meydana çı­kar." olarak çözüldü. Şam'da bulunan âlimleri bir araya toplayarak onlara Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin:
"Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır." sözünü nerede söylediğini sordu. Onlar da söylediği yeri gösterdi­ler.
İşaret edilen yer kazılınca orada altınların bulunduğu anlaşıldı. Bunun üzerine "Muhyiddin-i Arabî bu sözü ile onların paraya taptıklarını söylemiş." dedi. Kabrini buldu­rarak üzerine güzel bir türbe, yanına cami ve bir de dergâh inşa ettirdi.
Fütûhât-ı Mekkiye'de okuduğum bir kıssayı size de anlat­mak isterim:
Soğuk bir kış günü idi. Muhyiddin-i Arabî üç kişi ile orada sohbet ediyordu. Hazır bulunanlardan inatçı bir filo­zof şöyle dedi:
"Cahil insanlar Kur'an'da geçen İbrahim Peygamber kıssasını yanlış anlıyorlar."
"Nasıl?"
"İbrahim (a.s) ateşe atıldı ve ateş O'nu yakmadı." der­ler. Halbuki ateş yakıcıdır. Yanıcı bütün cisimleri yakar, kül eder. Kur'an'da geçen ateş, Nemrud'un İbrahim'e olan gazap ve hiddetinden ibarettir. Yoksa ateş yakmaz mı?" Bunun üzerine Muhyiddin-i Arabî:
"Ben size ateşin İbrahim Halilullah'ı yakmadığını ve Kur'an'daki sözlerin doğruluğunu gösterirsem iman eder misiniz?" dedi. Filozof:
"Bu imkânsız, bunu bana gösteremezsiniz." dedi. Muhyiddin-i Arabî:
"- Şimdi ateşin yakıp yakmadığını bizzat göreceksin." diyerek filozofun "Aman ne yapıyorsun?" demesine kalma­dan mangaldaki kor ateşi filozofun kucağına boşalttı. Filo­zofun rengi korkusundan kül gibi olmuştu. Fakat ateş onu yakmamıştı. Eli ile tuttuğu halde yine yakmıyordu. Gözle­rini açarak:
"Bu şayanı hayret bir şey." dedi. Ateşi mangala dol­durdu. Muhyiddin-i Arabî ona:
"Tekrar ateşi tut bakalım." dedi. Elini uzatması ile "Yandım!" diyerek çekmesi bir oldu. Muhyiddin-i Arabî:
"Ey Filozof! Ne oldun? Hani ateş yakardı, sonra yak­maz oldu. Tekrar yaktı." Filozoftan hiçbir cevap çıkma­yınca ona:
"Ateş, Allah'ın emri ile yakar ve emri ile yakmaz. O dilediğini yapmaya kadirdir." deyince durumu anlayan filozofun iman etmekten başka bir çaresi kalmamıştı.

Bir gün Cenab-ı Sühreverdî ile buluşurlar. Fakat bu es­nada murakabe edip ayrılırlar. Onların bu durumuna vâkıf olanlardan birisi Şeyhu'l-Ekber'in yanına giderek Sühreverdi'yi nasıl bulduğunu Muhyiddin-i Arabî'ye sorarlar. Bunun karşılığında:
"Cenab-ı Sühreverdi, tepeden tırnağa kadar Resulü Ekrem'in sünneti seniyyesi ile süslenmiş, içi ve dışı Pey­gamber (a.s)'ın nuru ile parlamaktadır." cevabını alır. O adam oradan ayrılarak Cenab-ı Sühreverdi'ye gider ve Şeyhu'l Ekber hakkında ne düşündüğünü sorar. Ondan da:

"O uçsuz bucaksız bir hakikat denizidir." cevabını alır.

Muhyiddin-i Arabî, kitab ve sünnete bağlılığını şöyle ifade etmektedir:
"Bir an şeriat ölçüsünü bırakan, mahvolmuştur." Fahreddin-i Râzî, Muhyiddin-i Arabî hakkında: "O yüce bir veli ve Allah dostudur." demiştir. Ben de sizi böyle bir veli ve Allah dostunun eseri ile baş başa bırakırken bu Zat hakkında bazı kendini bilmezler tarafından söylenen sözlerden Allah'a sığınırım. Çünkü in­san, bilmediğinin düşmanıdır. Cenabı-ı Hak'tan bizi böyle hakikat okyanuslarında seyreden ve sunduğu İlahi sırlar­dan faydalanmayı nasip etmesini niyaz ederim. Böylece taklidden tahkike ulaşırız da belki yapmaya çalıştığımız ilâhî prensipleri severek, aşk ve şevkle yaparız.

ARiF PAMUK’ un Fütühat-ı Mekkiye’den isimli eserinden alıntıdır.

DERLEYEN: Halil Ilbıra
Bodrum - 17.12.2002
hilbira@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail