Hepimizin
kullandığı bir tabir vardır; “Bize
balık verme, balık tutmayı öğret” deriz. Bu tabiri değişik
zamanlarda kullanırız. Gelişmiş ülkelerin bazen hibe yollu
yardımları vardır, gelişmemiş ülkelere. Bu verilen yardımlar
zaman zaman insanlara ferahlık verir, bu yüzden çoğu
kimsenin itirazı olmaz bu tür yardımlara. Fakat, bu
durumlarda bu ülkenin bazı düşünenleri derler ki, “Bize
verdiğin birkaç kilo balık misali bugün bize maddi bir
ferahlık verdi; ama bu bitecek ve biz yine sıkıntıya düşeceğiz.
Bu yüzden bize balık verme. Onun yerine bize balık tutmayı
öğret, yani bize belli bir Know-How
(İşin nasıl yapıldığının öz bilgisi) aktar.”
Aktarılacak bir bilgi mesela bir araç veya makine üretimi ile
kurulacak fabrika arcılığıyla devamlı üretim sağlanabilir.
Bu sebepten reel bir ekonomik bir kazanç meydana gelir ve
bizler bu bilgiyi daha da geliştirip daha iyi makineler
yapabiliriz, bunları satarak ekonomimizi daha da geliştirebiliriz;
hatta buradan elde edeceğimiz kazanç ile yeni know-how’lar
satın alıp yeni üretimler gerçekleştirebiliriz. Böyle bir
olayı gerçekleştirmenin ve böyle bir geçiş sürecinde
katlanılacak sıkıntıların pahası çok acıdır. Toplumsal
ve bireysel düzeyde herkesin fedakârlık ve feragât içinde
olması gerekir. Bu yüzden birçok toplum başaramaz bunu, teşebbüs
bile etmez, edemez.
Yakın
zamanda bunu yapabilen birkaç Asya ülkesi olmuştur. Ne var ki
belli noktaya gelene, yani balık tutmaya başlayana kadar karınlar
belki de kuru ekmek
veya pirinçle doyurulmuştur. İşin bu yüzünü araştırmayan
bizler sanki onlara bu teknolojiler -ki teknolojinin aslı
bilgiye, yani ilme dayanır- gökten paraşütle indi sanırız.
Bu ise ham hayaldir. İnanmayan, tarih okusun. Canlı örnek
Japonya… 1950 başlarında taş taş üstünde kalmamış, ülkenin
bütün varlığı tükenmiş ve zaptettikleri birçok topraktan
çekilmek zorunda kalmışlar. Çok değil, bundan 50-60 sene öncesi.
O devrin çocukları ve gençleri hâlâ hayatta, adeta canlı
tarih gibiler. Müzelerde bütün video kasetler ile o günün
şartları aksettiriliyor. Mesela o devirde Amerikan işgâl
kuvvetlerinin karne ile dağıttığı ekmekleri birçok Japon,
aç ve bitkin olmasına rağmen yememiştir. Ağaç kökleri
kemirerek günlerini geçirenler bunları anlatırken, daha dünmüş
gibi bahsediyorlar. Ne var ki, işte bu noktada konunun önemi
ortaya çıkıyor. Hazırı kabul etmeyenler atölyelerde,
fabrikalarda çoğu zaman ağır şartlarda çalışmış ve
bunun meyveleri ise 1970’lerde alınmaya başlanmıştır. Bugün
Japonların gayri safi milli hasılası 40 bin USD civarında
iken günlük balıklarla zamanını geçirmiş bizlerin ise 2
bin USD civarında.
Ben
bunun Sufizm ile de
benzerlik teşkil ettiğini düşündüğüm için bu örneği
anlattım. Biz aklımıza gelen bir soruyu Sufizm’i bildiğini
düşündüğümüz birine sorabiliriz. Nitekim, buna belli ölçülerde
cevap da alabiliriz. Ne var ki, mutlak gerçekler o kadar çok
ki, her an soru sorup balık isteyeceğimiz birisi yakınımızda
olmayabilir. Öyle ise her birimizin Sufizm denizinde bire bir
balıkçı olması şarttır. Sufizm’in
Know-How’ını elde etmemiz gerekir ki, bunun pahası ise
sanırım ekonomik değerlerle karşılaştırılamaz. Japonlar
ekonominin bedeli çok ağır ödemişler, bizim tasavvur bile
edemeyeceğimiz özverilerde bulunarak. Bırakın balık tutmayı,
bugün teknoloji harikası Japon savaş gemileri okyanusu
kontrol ediyor.
Her
şey bir sistem dahilinde ve pahasını ödeyerek oluşuyor.
Genelde ise daha Sufizm denizinin adını duymuşuz. Henüz balık
tutmak için o denize açılmanın pahasını ödeyecek
cesaretimiz
bile yok. Nerede kaldı, o denizde bir
gemi sahibi olabilmek!.. Peki neden olmasın? Pahasını
ödedikten sonra...
Turhan Doğan
turhandogan@yahoo.com
Tokyo - 11.02.2003
http://sufizmveinsan.com
|