Dijital
yayın ile Analog yayın arasındaki göze gelir en önemli
farklardan biri, dijital yayında çıkan sorunda ekran birden
karelere bölünüp donar veya tamamen kaybolurken, Analog yayında
görüntü sinyalleri zayıflasa dahi, sadece ekranda kayan,
bazen iyi, bazen dalgalı görüntü veren bir seyir içine
girmenizdir. Elbette elektronikten fazla anlayan biri olmadığımdan,
manavın bilgisayarı tarifi gibi oldu bu nüansı dile getirişim.
Analog
yayında sinüzoidal olarak gelirken ses ve görüntü dalgaları,
Radio Frekansı içinde paketlenmiş olan dijital yayında ise,
malumunuz 0 ve 1 şeklinde ulaşır çanak antenden kendisine
yansıtılan LNB’ye...
İlk
defa dijital yayınlardan Türk Dijital Kanalları devreye
girince soğur gibi oldum, soğuyan günlerle iç içe yaşayan
şehrimizde.
Hava muhalefetleri analog yayınlara bile muhalefet edemezken,
son teknoloji diye bilinen dijital yayınların ırzına geçmesi
şaşılası bir durum elbet, ama Türkiye’de olağan bu.
Uydular
özellikle atmosferin dışına fırlatılırlar hem daha geniş
bir alana uzanabilmek için yerküre üzerinde, hem de olağan dışı
atmosfer şartlarından en az etkilenmek için.
Ama, malum dijital kanal, bozulan hava şartlarında gelen şikâyetleri
fütursuzca savuşturmak için dakikalarca, hatta bekleterek
vatandaşın cebinden çaldığı paralarla ekletmiş tele
sekretere:
“Sayın abonemiz Türkiye genelinde yaşanan olumsuz hava şartları
nedeni ile...” şeklinde başlayan uydurmacalarını.
Oysa çatıda aynı antenin birkaç metre uzağında olan ve seçilirken
itina gösterilerek karar verilen çanak anten ve LNB’ den ayrıca
ustalıkla sergilenen bir işçilikle oluşturulmuş diğer
dijital yayın, ne kar dinliyor ne rüzgâr ne de yağmur maşallahı
var, ayna gibi.
Tük
işi diji kanal...
Artık ona da alıştık.
Bir
de Erman Hoca var, ona da çok alıştık. Gülmek için bekler
olduk Şansal ile şamyelden paslaşarak yaptıkları yorumları.
Erman Hoca’ya sadece biz alışmadık, aynı zamanda yöneticiler
ve futbolcular da çok alıştılar.
Hatta, maç sonrası birçok yönetici ve futbolcu “akşam
Erman Hoca söyler” diyerek topu direkt ona kesiyorlar.
Hoca
zaten hazır , bir de paye alınca, “vay anam!” deyip kaçmalı,
yoksa önüne çıkanı kasıp kavuruyor kabzımalımız.
Tecrübesinden yana emin olan bu birikimli spor adamımız, son
zamanlarda Sergen’ e takmış durumda.
Sergen,
haşarılıklarla dolu bir geçmişin izini yavaş yavaş
silmeye başlamış, üretici, diğer arkadaşlarıyla arasındaki
klas ve futbol bilgisi farkını her dem yaptıkları ile ortaya
koymayı başarabilmekte.
Her
maç yüz dakikaya yakın oynanıyor, üstelik kar kış soğuk
ve diğer bilinmeyen baskılar altında bu şartlarda oynayan
birinin hata yapması elbette bilinen ve beklenen davranış;
zira bundan önceki dönemde eleştiren durumunda olanlar da
hata yapmışlar şimdi kasıp kavursalar da...
Neticede, eleştiriler sanki yapıcı gibi görünse de
nihayetinde yıkıcı oluyor araya giren başkalarının
duyguları ile harmanlanınca.
Görünen o ki, Erman Hoca takmış Sergen’ e birkaç yıl böyle
devam edip gideceğe de benzer.
Bizim
bu tecrübeli spor ve yazar ağabeyimizden isteğimiz, artık
Sergen ve onun gibi yeni yeni olgunlaşmaya başlamış genç
yeteneklere hakkettikleri değeri vermesi ve daha yapıcı olması,
birilerini memnun etmek için, bu başarılı gençleri fazla göz
ardı etmemesi yönünde olacak.
Sayın
Livaneli ise “göbek dansına” namı diğer “belly
dancing”e
takmış, Erman Hoca’nın Sergen’e taktığı gibi.
Adam
aldı göbek dansını, oturttu Osmanlının Araplaşması
merkezli bir konunun odağına.
Meğerse göbek dansını, Osmanlı Araplaştığı için biz
almışız ve bugün milyonlarca insanımız aslında göbek atmıyormuş
da Osmanlı- Arap propagandası yapıyormuş.
Diğer
taraftan Bir Yudum İnsan’ da Nebil Özgentürk, ‘göbek
dansı’nın, bir kadının hayatın ona sunduğu acımasızlıklar
ve acılar karşısında hayatla mücadelesini anlatan figürlerden
oluştuğunu anlatıyor Prenses Banu’nun hayatını, seyirciye
o hoş üslûbu ile sunarken.
Atatürk’ün ve diğer devlet ricalinin “göbek dansına”
karşı bakış açısının hoşluğunu ve seyir zevklerini
itina ile işliyor programında.
Zülfü
böyle konulara dalamıyor, dalınca ucunu başını kaybediyor.
Her dem Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus’tan örnek
veriyor, ancak Mevlana’ insanların fahişe dediklerine
“Rabia” diyecek cesareti göstermesine karşın, o göbek
dansının toplumu kökünden yıkacağı gibi bir katılıkla,
olaylara densiz bir biçimde yaklaşıyor.
Ama yine de diğer yazıları okunacak zevkte, böyle devam
etmesini temenni ederim.
Toplum
olarak biz de imaja takmışız. Tarkan’ın, güya yetmiş iki
ülkede (!) yayımlanan, yıl başı akşamı konserinde İngilizce
olarak mesaj verdiği ve Mezdeke Grubu ile yaptığı şovda peçelerin
dansözlerin yüzünü örtmesi, Türk toplumunu bu yetmiş iki
millete karşı güç durumda bırakırmış.
Çok
şükür kızlar maskeli balodaki maskelerini takarak bizi bu
imaj erozyonundan kurtardılar da, milletçe bir ohhhh çektik.
Aslında yeknesaklık hoş olmuyor tabii ki, düşünsenize kızlarımız
apış aralarını ve arkadan kuyruk sokumlarını zorla örten
peçenin aynısını suratlarını kapamada kullanınca akla
neler gelmezdi ki!..
Bakın Bektaşi ne diyor
bu konuda:
“Efendimiz siz yılbaşı gecesi, imajımızı bozar gerekçesi
ile dansözlerimizin yüzlerinden peçelerin kaldırılmasını
haklı buluyor musunuz?”
Bektaşi
:” Elbette haklı buluyorum, altları ile ağızlarını örten
aynı olduğu sürece, bu kızları izleyen
erkekler günlük yaşamlarında bazı şeylerin
yerlerini karıştırabilirlerdi.”
Bir
de soruyorlar Bektaşi’ ye, “Amerika’nın “savaş
oyunu” ne zaman sona erer?”
Bektaşi:
“İkiz Kulelerde ölenlerin sayısı ile, Amerika’nın ‘tüh
kaza ile vurduk !.. Öldürdük, özür dileriz’ diyerek ölenlerin
sayısı eşitleninceye kadar.”
İstanbul
- 03.01.2002
http://sufizmveinsan.com
|