Özün Özü
5. Bölüm

Tekvin tabirinin kısa anlamı şudur: Olayları ortaya çıkaran tecelliler...

Kâmil kişi odur ki: Nefeslerine dikkat ederek, âdeta gönül hazinesine bir bekçi ola. Orada durup yabancı kimseyi içeri koymaya. Gönül hazinesi Hakk’ın kütüphanesidir: Oraya Hak'tan gayrı fi­kirlerin girmesine yol vermeye.

— «Allah'a giden yollar yaratılmışların nefes sayısı kadardır.»

 Hükmü uyarınca: Her nefeste Hakk’a çıkan bir yol bulunur. Buna göre, irfan sahibine gereken; her aldığı nefesi bizzat Hak'tan alıp yine ona vermek­tir.  Bu nefesi, nefis olarak yorumlamak da caizdir. — Buna göre insandan nefes — veya nefis — çıksa aslına döner. Onda renk yoktur. Kulun ameli, fikri ne ise nefes — veya nefis — o renge boyanır; o libasla açılır.

Herhalde gönlü, Hakk’ın rızasına uymayan şey­lerden temiz tutmak gerekir; kötü hatıradan pak eylemek icap eder. Zira; kulun kalbi, Hakk’ın ha­zinesi ve kütüphanesidir. İnsan dahi onun hazine­darıdır. Hak'tan gayrı her fikir ve düşünce hırsız ve çetedir. Onlara gönül yolunu kapamak gerekir. Nitekim, hadis-i şerifelerde şöyle anlatılmıştır:

—  «Müminin  kalbi,   Allah'ın  tecelli   yeridir. Müminin kalbi, Allah'ın arşıdır. Müminin kalbi, Allah’ın hazinelerindendir. Müminin kalbi,  Allah'ın aynasıdır.»

Buna göre; bir kimse Hakk’ın hazinesini çete­lere kaptırır ve hırsızlara çaldırırsa hali müşkül olur. Zira, hain sayılır. Hainlerin hükmünü de Allah-ü Teâlâ'nın onları sevmediğini su âyet-i keri­me bildirdi:

—  «Kesinlikle, Allah hainleri sevmez.»  (8/58)

Bir şiir:

Yanınca gönülde Hakk’ın ışığı

Kesilir ondan, hırsızın ayağı.

Hak yakınlığına ermiş kimselerde zihne gelen hatıralar; o hali bulmamış olanlarda açık cereyan eden söz ve işler gibidir. Hak yakınlığına ermiş kimseler yersiz düşüncelerden de sorumludurlar. Bir hadis-i şerifte beyan buyrulduğu gibi en ince

konuyu dahi hatıra getiren kimse, aynı incelikle sorguya çekilir. Bu yüzden iyilik yapan zatların yaptığı birçok iyi iş, Hak yakınlığına erenlere göre hata sayılır.

Gerçekten Allah-ü Teâlâ, kulunun gönlüne Zâ­t’ından gayrının girmesine razı olmaz. Zira, orası İlâhî tecellinin yeridir. Bunu izah eden bir hadis-i şerif şöyledir:

—  «Gönül ilâhi bir Kâbe’dir.    Her kim oraya Hak'tan gayrı düşüncelere yol verirse, kalbini put­larla  doldurmuş olur.»

Her ne kadar düşünceleri yaratan Allah-ü Teâ­lâ ise de, kul gafleti sebebiyle sorguya maruz kalır.

Bu bahsin tafsili şu âyet-i kerimenin mana­sında da saklıdır:

—  «O her an bir başka iştedir.» (55/29)

Bu kurala göre; Yüce Hak, daima ve her za­man yeni yeni tecelliler gösterir.Her tecelliden kullar, üzerine Hakk’ın emri nazil olur, kullarına iner. Onların kalblerini ziyarete gelir. Hakk’ın emri, yani Tecellisi gizli bir misafirdir. Hak'tan gelir, müminin kalbine konuk olur. O geldiği anda kulun kalbi Hakla dolu ise, o misafir gönülde Hakla karşılaşır; kalbde mevcut hakikatle birleşir. Bu bahsi daha açık anlatan bir hadis-i şerif alalını:

— «Beni ne yerim, ne de semam aldı.   Lâkin mümin kulumun, kalbi beni aldı.»

Bu kudsî bir hadistir;  manasını yorumlayan bir âşık şöyle bir dörtlük sunmuştur:

Hakk’a bakan parlak incidir gönül;

İsme, müsemmaya mazhardır gönül..

Bir şahin, bir anka kuşudur gönül;

Zat-ı Hakk’ın varlığıdır gönül.

O ilâhî emrin, kalbdeki hoş mana ile birleşme­sinden kudsî bir güzellik meydana gelir.. Mikdarsız ve şekilsiz, geldiği gibi Zat-ı Hakk’a gider.. Sözlerin­deki hikmet yine Hakk'a döner ve vâsıl olur.

— «Ondan geldi ve yine ona döner.»

Emri, anlatılan manayı ifade eder. Bu geliş sadece ruh yolu ile değildir. Her şeyden münezzeh bir inişle olur; gidiş dahi aynı şekilde olur; münez­zeh bir geri dönüşle olur. Bu geliş ve dönüşe ne fe­leğin aklı erer, ne de meleğin. Ancak, görürlerse her şeyden münezzeh bir nur görürler, ötesini bil­mezler.

Hakk’ın gizli misafiri plan tecelli geldiği anda

kul kalbini zikir ve fikirle meşgul eder; yüce Hakkı düşünürse; o misafiri ağırlamış olur.

Şayet o tecelli geldikte, Hak fikrini orada bu­lamaz da, oradaki bir melekle karşılaşırsa, onların birleşmesinden meleklere has bir suret hâsıl olur; ruhların geçtiği yoldan geçer, sidreye kadar uçar ve orada karar kılar.

Şayet, o Hak misafiri geldiğinde, kalbde şeyta­nî şeylerle karşılaşırsa bu sefer ateşli ruhanî surete benzeyen bir hal ortaya çıkar. Adetâ siyah kuş şek­linde şeytanların geçtiği yoldan gider; ancak ay altına kadar varır. Onun için oradan öte yol yok­tur. Kıyamete kadar orada bekler.

Şayet, o gizli misafir geldiği anda bir güzelli­ği bulursa, o anda iyi bir şekil alır, suret alır; iyi bir uçuşla uçar ve cennete varır. Girdiği suretin mizacına has nimet bulur ve orada sahibi gelince­ye kadar kalır.

Tafsile lüzum olmayan daha birçok şeyler var­dır. Nüzul eden her tecelli, kalbde ne ile aşılanırsa iyi veya kötü bir şekil alır ve gereken yere gider. Bu sebepten insan, o tecelliyi iyi karşılaması ve iyi uğurlaması için daima iyi düşünceleri beslemesi gerekir. İnsan, haddizatında İlâhî bir iş evidir. Hakk’ın

Zât’ı daima tecelli eder ve gerçek emirler kula iner. Onun inişi, şekilsiz ve renksiz olduğu gibi, kendisi de öyledir. Ancak, Hak Teâlâ tecelliyi insan rengi­ne, itikadına, içine ve düşüncesine göre çeşit çeşit, renk renk, suret yaratır. Bunları yapmaktan mak­sat, Hakk'ın tekvin sıfatı tecellisini beyandır.

Olgun insan, herhalde gafil olmamalı. O İlâhî  tecelli, kendine nasıl şekilsiz ve tartısız geldi ise, yine geldiği gibi renksiz ve şekilsiz göndermeye gayret etmelidir. Asıl mesele, onun hukukuna ria­yet edip geldiği gibi gönderebilmektir.

İnsanın gerek içinde, gerek dışında olan bütün işler, düşünceler, hareketler, inanışlar, tasavvur­ların, hatta bütün nefeslerin, bir zerresi dahi boşa gitmez, iyi veya kötü olan her davranışın, kendine göre bir kabiliyeti ve istidadı vardır, onlar o hal­lerine göre türlü türlü şekiller alır; öbür âlemde ise, burada aldıkları suretle meydana çıkarlar. O hareketlerin ve işlerin sahibi, onlara verdiği suret gereğince: Ya nimet bulur hoşluğa dalar; yahut incinir, azap çeker. Burada saklı olan, orada aşikâr olur.

— «Bir kimse, zerre kadar hayır yapsa, onu görecek; bir kimse, zerre kadar şer yapsa onu gö­recek...» (99/7 - 8)

Mealine gelen âyet-i kerimeler bunu anlatır,

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:

— Bir haberde şöyle anlatıldı:

—  «Hak Taâlâ kendi varlığını yarattı.»

Ama bu mayı akıllar idrâk edemediler, reddet­tiler. Çünkü onlar, maddî şeyleri düşünebilen akıl­lar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerin anlayışında kusurludur. Bunu anlamak için mad­deyi geçip ötelere varan akıl gerektir.

Haddizatında:

—  «Hak Teâlâ varlığını yarattı...»

Demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, ma­na cihetiyle gerçektir ve her şeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.

Akılların alamadığı önemli bir mesele de şu­dur:

Her kim Hak Teâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o suret ver­diği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Teâlâ'nın ken­disidir, başkası değildir. Hak Teâlâ kulun tasavvu­runa, itikadına ve anlayışına göre kalb aynasında yüz göstermiştir.

Asıl meseleye geliyoruz. Şöyle ki:

Bu tasavvurda ve düşüncede Hakk’ı elbette ki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü Taâlâ' dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakk’ın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır.

—  «Hak Teâlâ, kendi varlığım yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.

Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:

—  Halk, caal, icad, sun' ve tekvin kelimeleri­nin her biri bir başka manaya delâlet eder. Şöyle ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın mana­sı kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri göstermek. T E K V İ N'in ma­nası görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.

Az, çok ayrı mana taşısalar dahi, hepsi aynı yo­la çıkar. Hepsinden gaye Hakk’ın zuhuru ve tecellisidir.

:— «Hak Teâlâ kendi varlığını yarattı.»

Cümlesine verilecek bir başka mana ise şu­dur:

—  Düşünen kulun zannına ve   düşüncesine göre varlığını izhar eder.

Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısı­na alır, kendini orada var eder, görür ve bilir, insanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safa vardır. Bu sebepten Hak Teâlâ bu âlemi ve

Âdem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını, Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Bu­rada Âdem'den murad, insandır.

—  O âlemi ve Âdem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.

Demekten murad ise, şudur:

—  Zâtını ayna suretinde izhar etti... Cemâli­ni o aynada zatına arz etti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu,   naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arz etti ve tecelli etti.

Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.

***

Bu İNSAN-I KÂMİL, öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâl olan Hak, zatını kayıtsız orada müşahede eder.

İNSAN-I KÂMİL'in aynası, Hakk’ın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, kulun zannına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.

Hatime - Sonuç

Muhiddin-i Arabî Hz. FÜSUS'un son kısmın­da, önce anlatılan manalara uygun şeyler söyle­miştir. Anlattığımız mevzu ile ilgili olduğu için, bu­raya kısmen alıyoruz. Hazret, özetle şöyle diyor:

—  Varlığına itikat edilen Allah, kulun zannına göre yapılan İlâhtır. Bu bir sıfattır ki:   Kulun kendiliğinden yaptığı bir İlâh olup övgülerini de, ona göre yapar;   Hakk’ı kendi dar çerçevesine sok­muş olur. Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler. Sebep: Hakk’ın arzusu­na değil, kendi zannına uymayışıdır. Eğer insafı ol­saydı böyle yapmazdı. O kul, böyle yapmakla ken­dine özel bir mabut yapmış olur ve kendine uyma­yan herkesi kötüler; çünkü cahildir. Şayet Bağdadlı Güney’din — Allah ona rahmet eylesin — dedi­ği :

—  Suyun rengi kabının rengidir.

Cümlesindeki manayı anlamış olsaydı; hiç kimse ile çekişme yolunu tutmazdı. Her itikat sahibine, itikadını teslim eden bir irfan sahibi olur­du. Hak Teâlâ'nın her surette tecellisini görür ve bilirdi.

O kendine özel bir mabut tasavvur eden kişi, sadece bir zan sahibidir; ne âlimdir, ne arif. Bu sebepten Allah-ü Teâlâ:

—  «Ben kulumun zannına göreyim.» Buyurdu. Bunun manâsı şudur:

—  Kulum, beni ne şekilde düşünürse ona gö­re öyle var olurum.

Bu, ister itlak, isterse takyid olsun; değişmez.

Hakkında çeşitli itikat beslenen İlâh muayyen, mahdut ve sayılıdır. Kulun kalbine sığan İlâh da odur. Yani: Hakk’ın bir tecelli yüzüdür; başka İlâh değildir. Ama, mutlak olan İlâh, celâl sahibidir ve ondan başkası bulunmaz; hiçbir yere de sığmaz, hatta gönüle bile sığmaz. Nasıl sığsın ki, cümle eş­yanın aynıdır. Zatından gayrisi yoktur, hatta gönlün dahi aynıdır. Hatta:

—  Kendi varlığına sığar veya sığmaz.

Demek de caiz olmaz. İşi buna göre düşün ve anla.

Yukarıda anlattıklarımızın, kolay anlaşılma­sı için, bir misal getirmek isteriz; şöyle ki:

Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun et­rafına yüz bin ayna konsa o sevgili kaç yüz bin gö­rünür, ama aslında bir tanedir. Öyle iken, aynala­rın kabiliyetine ve istidadına göre; kiminde par­lak, kiminde kederli görülür. Kiminde doğru, ki­minde eğri büğrü olur. Bu hale göre bir kimse sev­gilisinin bir aynada yüzünü görüp geri kalanları inkâr etse arif olmamış olur. Arif olan, cümlesini ikrar eder. Hangi aynada görürse tasdik eder; hat­ta aynasız olarak dahi görür.

Bir şiir:

Nice yüz  bin göze gelen huri sur etmiş aşikâr;

Kendi hüsnüne, yine kendisi olmuş talepkâr...

Bu gibi misalleri, fazla açıklamak gerekmez, îrfan sahibi ne  kadar düşünürse ve ne  kadar zevk alırsa o kadar misal bulur.

***

Bir misal daha beyan edelim. Şöyle ki: Bir kimse güneşin ziyasını görmeden, hayli za­man karanlık bir yerde kalsa, günün birinde o ye­rin etrafı renkli ve çeşitli camlarla açılsa, sabah güneşi doğdukta, o camların her birine ayrı bir ışık vurur. Bu ışığın dokunduğu her cama göre içe­riye bir renk düşer. O zat ise:

—  Güneşin rengi yeşildir; kırmızıdır.,

Diye türlü iddialara düşer. Hayal ve tasavvura kapılır. Ama, irfan sahibi işin hakikâtini bilir ve ona göre davranır. O bilir ki: Suyun rengi, kabı­nın rengidir. Yine bilir ki: Eşyanın cümlesine ışık tutan Hakk’ın nurudur.

—  «Allah, yerin ve semaların nurudur.»  (24/ 35)

Âyet-i kerimesi bu durumu pek güzel anlatır, îrfan sahibine göre, iki cihanın aynasından görü­nen tek yüzdür.

Hal böyle iken, her arif bir başka kemâle er­miştir. Bir kısmı şöyle der:

-— Sonunda, Allah zatını görmediğim hiçbir şey yok.

Bir kısmı da şöyle der: — Allah'ın Zât’ını içinde görmediğim şey yok.

Bir kısımda:

—  Her şeyden evvel onu görürüm. Der. Bir kısmı da:

—  Ancak, Allah.

Der. Bir kısım arifler ise:

—  Allah'ı ancak, Allah görür.

Der. Bu görüş meselesinden beş şekil hâsıl olur. İrfan sahibi "bu beş hali bulup varlığında top­ladıktan sonra, beş şekil daha hâsıl olur ki, onun ayrıntılarına girmek uygun değildir; keşfi dahi haramdır. Arzu eden kimse kâmil insanın eteğine yapışıp ondan talep etsin; zira:

— Tatmayan bilmez..

Kaidesi esastır, yazı ile olmaz; vesselam.

Yardımcı Hak'tır...

Allah-ü  Teâlâ'nın   yardımı ile  eser tamam oldu.

Eser: İbn-i Arabi
Çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
Türkçe’ye çeviren: Abdulkadir Akçiçek

 

 

Bodrum - 15.07.2003
hilbira@hotmail.com
http://gulizk .com


Üst Ana sayfa e-mail