Tekvin tabirinin
kısa anlamı şudur: Olayları ortaya çıkaran tecelliler...
Kâmil kişi odur ki:
Nefeslerine dikkat ederek, âdeta gönül hazinesine bir bekçi ola.
Orada durup yabancı kimseyi içeri koymaya. Gönül hazinesi
Hakk’ın kütüphanesidir: Oraya Hak'tan gayrı fikirlerin
girmesine yol vermeye.
— «Allah'a giden
yollar yaratılmışların nefes sayısı kadardır.»
Hükmü uyarınca: Her
nefeste Hakk’a çıkan bir yol bulunur. Buna göre, irfan sahibine
gereken; her aldığı nefesi bizzat Hak'tan alıp yine ona
vermektir. Bu nefesi, nefis olarak yorumlamak da caizdir. —
Buna göre insandan nefes — veya nefis — çıksa aslına döner. Onda
renk yoktur. Kulun ameli, fikri ne ise nefes — veya nefis — o
renge boyanır; o libasla açılır.
Herhalde gönlü,
Hakk’ın rızasına uymayan şeylerden temiz tutmak gerekir; kötü
hatıradan pak eylemek icap eder. Zira; kulun kalbi, Hakk’ın
hazinesi ve kütüphanesidir. İnsan dahi onun hazinedarıdır.
Hak'tan gayrı her fikir ve düşünce hırsız ve çetedir. Onlara
gönül yolunu kapamak gerekir. Nitekim, hadis-i şerifelerde şöyle
anlatılmıştır:
— «Müminin
kalbi, Allah'ın tecelli yeridir. Müminin kalbi, Allah'ın
arşıdır. Müminin kalbi, Allah’ın hazinelerindendir. Müminin
kalbi, Allah'ın aynasıdır.»
Buna göre; bir kimse
Hakk’ın hazinesini çetelere kaptırır ve hırsızlara çaldırırsa
hali müşkül olur. Zira, hain sayılır. Hainlerin hükmünü de
Allah-ü Teâlâ'nın onları sevmediğini su âyet-i kerime bildirdi:
— «Kesinlikle,
Allah hainleri sevmez.» (8/58)
Bir şiir:
Yanınca gönülde
Hakk’ın ışığı
Kesilir ondan,
hırsızın ayağı.
Hak yakınlığına
ermiş kimselerde zihne gelen hatıralar; o hali bulmamış
olanlarda açık cereyan eden söz ve işler gibidir. Hak
yakınlığına ermiş kimseler yersiz düşüncelerden de
sorumludurlar. Bir hadis-i şerifte beyan buyrulduğu gibi en ince
konuyu dahi hatıra
getiren kimse, aynı incelikle sorguya çekilir. Bu yüzden iyilik
yapan zatların yaptığı birçok iyi iş, Hak yakınlığına erenlere
göre hata sayılır.
Gerçekten Allah-ü
Teâlâ, kulunun gönlüne Zât’ından gayrının girmesine razı olmaz.
Zira, orası İlâhî tecellinin yeridir. Bunu izah eden bir hadis-i
şerif şöyledir:
— «Gönül ilâhi bir
Kâbe’dir. Her kim oraya Hak'tan gayrı düşüncelere yol
verirse, kalbini putlarla doldurmuş olur.»
Her ne kadar
düşünceleri yaratan Allah-ü Teâlâ ise de, kul gafleti sebebiyle
sorguya maruz kalır.
Bu bahsin tafsili şu
âyet-i kerimenin manasında da saklıdır:
— «O her an bir
başka iştedir.» (55/29)
Bu kurala göre; Yüce
Hak, daima ve her zaman yeni yeni tecelliler gösterir.Her
tecelliden kullar, üzerine Hakk’ın emri nazil olur, kullarına
iner. Onların kalblerini ziyarete gelir. Hakk’ın emri, yani
Tecellisi gizli bir misafirdir. Hak'tan gelir, müminin kalbine
konuk olur. O geldiği anda kulun kalbi Hakla dolu ise, o misafir
gönülde Hakla karşılaşır; kalbde mevcut hakikatle birleşir. Bu
bahsi daha açık anlatan bir hadis-i şerif alalını:
— «Beni ne yerim, ne
de semam aldı. Lâkin mümin kulumun, kalbi beni aldı.»
Bu kudsî bir
hadistir; manasını yorumlayan bir âşık şöyle bir dörtlük
sunmuştur:
Hakk’a bakan
parlak incidir gönül;
İsme, müsemmaya
mazhardır gönül..
Bir şahin, bir
anka kuşudur gönül;
Zat-ı Hakk’ın
varlığıdır gönül.
O ilâhî emrin,
kalbdeki hoş mana ile birleşmesinden kudsî bir güzellik meydana
gelir.. Mikdarsız ve şekilsiz, geldiği gibi Zat-ı Hakk’a gider..
Sözlerindeki hikmet yine Hakk'a döner ve vâsıl olur.
— «Ondan geldi ve
yine ona döner.»
Emri, anlatılan
manayı ifade eder. Bu geliş sadece ruh yolu ile değildir. Her
şeyden münezzeh bir inişle olur; gidiş dahi aynı şekilde olur;
münezzeh bir geri dönüşle olur. Bu geliş ve dönüşe ne feleğin
aklı erer, ne de meleğin. Ancak, görürlerse her şeyden münezzeh
bir nur görürler, ötesini bilmezler.
Hakk’ın gizli
misafiri plan tecelli geldiği anda
kul kalbini zikir ve
fikirle meşgul eder; yüce Hakkı düşünürse; o misafiri ağırlamış
olur.
Şayet o tecelli
geldikte, Hak fikrini orada bulamaz da, oradaki bir melekle
karşılaşırsa, onların birleşmesinden meleklere has bir suret
hâsıl olur; ruhların geçtiği yoldan geçer, sidreye kadar uçar ve
orada karar kılar.
Şayet, o Hak
misafiri geldiğinde, kalbde şeytanî şeylerle karşılaşırsa bu
sefer ateşli ruhanî surete benzeyen bir hal ortaya çıkar. Adetâ
siyah kuş şeklinde şeytanların geçtiği yoldan gider; ancak ay
altına kadar varır. Onun için oradan öte yol yoktur. Kıyamete
kadar orada bekler.
Şayet, o gizli
misafir geldiği anda bir güzelliği bulursa, o anda iyi bir
şekil alır, suret alır; iyi bir uçuşla uçar ve cennete varır.
Girdiği suretin mizacına has nimet bulur ve orada sahibi
gelinceye kadar kalır.
Tafsile lüzum
olmayan daha birçok şeyler vardır. Nüzul eden her tecelli,
kalbde ne ile aşılanırsa iyi veya kötü bir şekil alır ve gereken
yere gider. Bu sebepten insan, o tecelliyi iyi karşılaması ve
iyi uğurlaması için daima iyi düşünceleri beslemesi gerekir.
İnsan, haddizatında İlâhî bir iş evidir. Hakk’ın
Zât’ı daima tecelli
eder ve gerçek emirler kula iner. Onun inişi, şekilsiz ve
renksiz olduğu gibi, kendisi de öyledir. Ancak, Hak Teâlâ
tecelliyi insan rengine, itikadına, içine ve düşüncesine göre
çeşit çeşit, renk renk, suret yaratır. Bunları yapmaktan
maksat, Hakk'ın tekvin sıfatı tecellisini beyandır.
Olgun insan,
herhalde gafil olmamalı. O İlâhî tecelli, kendine nasıl
şekilsiz ve tartısız geldi ise, yine geldiği gibi renksiz ve
şekilsiz göndermeye gayret etmelidir. Asıl mesele, onun hukukuna
riayet edip geldiği gibi gönderebilmektir.
İnsanın gerek
içinde, gerek dışında olan bütün işler, düşünceler, hareketler,
inanışlar, tasavvurların, hatta bütün nefeslerin, bir zerresi
dahi boşa gitmez, iyi veya kötü olan her davranışın, kendine
göre bir kabiliyeti ve istidadı vardır, onlar o hallerine göre
türlü türlü şekiller alır; öbür âlemde ise, burada aldıkları
suretle meydana çıkarlar. O hareketlerin ve işlerin sahibi,
onlara verdiği suret gereğince: Ya nimet bulur hoşluğa dalar;
yahut incinir, azap çeker. Burada saklı olan, orada aşikâr olur.
— «Bir kimse, zerre
kadar hayır yapsa, onu görecek; bir kimse, zerre kadar şer yapsa
onu görecek...» (99/7 - 8)
Mealine gelen âyet-i
kerimeler bunu anlatır,
Muhiddin-i Arabî Hz.
devamla der ki:
— Bir haberde şöyle
anlatıldı:
— «Hak Taâlâ kendi
varlığını yarattı.»
Ama bu mayı akıllar
idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddî şeyleri
düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl yüce
şeylerin anlayışında kusurludur. Bunu anlamak için maddeyi
geçip ötelere varan akıl gerektir.
Haddizatında:
— «Hak Teâlâ
varlığını yarattı...»
Demek; dış bakımdan
iyi görülmez. Ama, mana cihetiyle gerçektir ve her şeyi âciz
hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani manadır.
Akılların alamadığı
önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hak Teâlâ
hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi
etse, o suret verdiği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Teâlâ'nın
kendisidir, başkası değildir. Hak Teâlâ kulun tasavvuruna,
itikadına ve anlayışına göre kalb aynasında yüz göstermiştir.
Asıl meseleye
geliyoruz. Şöyle ki:
Bu tasavvurda ve
düşüncede Hakk’ı elbette ki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak
Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allah-ü
Taâlâ' dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında
zuhur eden dahi, Hakk’ın yarattığı eşya cümlesindendir; ki,
onları dahi Hak yaratmıştır.
— «Hak Teâlâ, kendi
varlığım yarattı.» Cümlesinin derin manalarından biri de budur.
Bilinmesi gereken
bir husus daha var; onu da anlatalım:
— Halk, caal, icad,
sun' ve tekvin kelimelerinin her biri bir başka manaya delâlet
eder. Şöyle ki: HALK'ın manası yaratmak; C A A L'ın manası
kılmak; İCAD'ın manası var etmek; SUN'un manası kudret eseri
göstermek. T E K V İ N'in manası görünmeyen şeyi meydana
çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mana
taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakk’ın
zuhuru ve tecellisidir.
:— «Hak Teâlâ kendi
varlığını yarattı.»
Cümlesine verilecek
bir başka mana ise şudur:
— Düşünen kulun
zannına ve düşüncesine göre varlığını izhar eder.
Şöyle bir misal var:
Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür
ve bilir, insanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safa
vardır. Bu sebepten Hak Teâlâ bu âlemi ve
Âdem'i yarattı ve
bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Âlem aynasında
kendi yaşayışını, Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder.
Burada Âdem'den murad, insandır.
— O âlemi ve Âdem'i
yarattı, varlığına ayna kıldı.
Demekten murad ise,
şudur:
— Zâtını ayna
suretinde izhar etti... Cemâlini o aynada zatına arz etti. Bu
yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü. Hayran
oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye
girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arz etti ve tecelli etti.
Burada bakan,
bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
***
Bu İNSAN-I KÂMİL,
öyle saf, öyle temiz mutlak aynadır ki, mutlak cemâl olan Hak,
zatını kayıtsız orada müşahede eder.
İNSAN-I KÂMİL'in
aynası, Hakk’ın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli,
kulun zannına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen
Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.
Hatime - Sonuç
Muhiddin-i Arabî Hz.
FÜSUS'un son kısmında, önce anlatılan manalara uygun şeyler
söylemiştir. Anlattığımız mevzu ile ilgili olduğu için, buraya
kısmen alıyoruz. Hazret, özetle şöyle diyor:
— Varlığına itikat
edilen Allah, kulun zannına göre yapılan İlâhtır. Bu bir
sıfattır ki: Kulun kendiliğinden yaptığı bir İlâh olup
övgülerini de, ona göre yapar; Hakk’ı kendi dar çerçevesine
sokmuş olur. Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin
itikadını kötüler. Sebep: Hakk’ın arzusuna değil, kendi zannına
uymayışıdır. Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı. O kul, böyle
yapmakla kendine özel bir mabut yapmış olur ve kendine uymayan
herkesi kötüler; çünkü cahildir. Şayet Bağdadlı Güney’din —
Allah ona rahmet eylesin — dediği :
— Suyun rengi
kabının rengidir.
Cümlesindeki manayı
anlamış olsaydı; hiç kimse ile çekişme yolunu tutmazdı. Her
itikat sahibine, itikadını teslim eden bir irfan sahibi olurdu.
Hak Teâlâ'nın her surette tecellisini görür ve bilirdi.
O kendine özel bir
mabut tasavvur eden kişi, sadece bir zan sahibidir; ne âlimdir,
ne arif. Bu sebepten Allah-ü Teâlâ:
— «Ben kulumun
zannına göreyim.» Buyurdu. Bunun manâsı şudur:
— Kulum, beni ne
şekilde düşünürse ona göre öyle var olurum.
Bu, ister itlak,
isterse takyid olsun; değişmez.
Hakkında çeşitli
itikat beslenen İlâh muayyen, mahdut ve sayılıdır. Kulun kalbine
sığan İlâh da odur. Yani: Hakk’ın bir tecelli yüzüdür; başka
İlâh değildir. Ama, mutlak olan İlâh, celâl sahibidir ve ondan
başkası bulunmaz; hiçbir yere de sığmaz, hatta gönüle bile
sığmaz. Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır. Zatından
gayrisi yoktur, hatta gönlün dahi aynıdır. Hatta:
— Kendi varlığına
sığar veya sığmaz.
Demek de caiz olmaz.
İşi buna göre düşün ve anla.
Yukarıda
anlattıklarımızın, kolay anlaşılması için, bir misal getirmek
isteriz; şöyle ki:
Bir sevgilinin
güzelliğine bakılsa ve onun etrafına yüz bin ayna konsa o
sevgili kaç yüz bin görünür, ama aslında bir tanedir. Öyle
iken, aynaların kabiliyetine ve istidadına göre; kiminde
parlak, kiminde kederli görülür. Kiminde doğru, kiminde eğri
büğrü olur. Bu hale göre bir kimse sevgilisinin bir aynada
yüzünü görüp geri kalanları inkâr etse arif olmamış olur. Arif
olan, cümlesini ikrar eder. Hangi aynada görürse tasdik eder;
hatta aynasız olarak dahi görür.
Bir şiir:
Nice yüz bin göze
gelen huri sur etmiş aşikâr;
Kendi hüsnüne, yine
kendisi olmuş talepkâr...
Bu gibi misalleri,
fazla açıklamak gerekmez, îrfan sahibi ne kadar düşünürse ve
ne kadar zevk alırsa o kadar misal bulur.
***
Bir misal daha beyan
edelim. Şöyle ki: Bir kimse güneşin ziyasını görmeden, hayli
zaman karanlık bir yerde kalsa, günün birinde o yerin etrafı
renkli ve çeşitli camlarla açılsa, sabah güneşi doğdukta, o
camların her birine ayrı bir ışık vurur. Bu ışığın dokunduğu her
cama göre içeriye bir renk düşer. O zat ise:
— Güneşin rengi
yeşildir; kırmızıdır.,
Diye türlü iddialara
düşer. Hayal ve tasavvura kapılır. Ama, irfan sahibi işin
hakikâtini bilir ve ona göre davranır. O bilir ki: Suyun rengi,
kabının rengidir. Yine bilir ki: Eşyanın cümlesine ışık tutan
Hakk’ın nurudur.
— «Allah, yerin ve
semaların nurudur.» (24/ 35)
Âyet-i kerimesi bu
durumu pek güzel anlatır, îrfan sahibine göre, iki cihanın
aynasından görünen tek yüzdür.
Hal böyle iken, her
arif bir başka kemâle ermiştir. Bir kısmı şöyle der:
-— Sonunda, Allah
zatını görmediğim hiçbir şey yok.
Bir kısmı da şöyle
der: — Allah'ın Zât’ını içinde görmediğim şey yok.
Bir kısımda:
— Her şeyden evvel
onu görürüm. Der. Bir kısmı da:
— Ancak, Allah.
Der. Bir kısım
arifler ise:
— Allah'ı ancak,
Allah görür.
Der. Bu görüş
meselesinden beş şekil hâsıl olur. İrfan sahibi "bu beş hali
bulup varlığında topladıktan sonra, beş şekil daha hâsıl olur
ki, onun ayrıntılarına girmek uygun değildir; keşfi dahi
haramdır. Arzu eden kimse kâmil insanın eteğine yapışıp ondan
talep etsin; zira:
— Tatmayan bilmez..
Kaidesi esastır,
yazı ile olmaz; vesselam.
Yardımcı Hak'tır...
Allah-ü Teâlâ'nın
yardımı ile eser tamam oldu.
Eser: İbn-i Arabi
Çeviren: İsmail Hakkı Bursevi
Türkçe’ye çeviren: Abdulkadir Akçiçek
Bodrum
- 15.07.2003
hilbira@hotmail.com
http://gulizk
.com
|