Karın eve bizi mahkûm ettiği
Salı günü (24 Ocak 2006) vakit ayırıp da ATV’deki pek
beyefendi bir san’atçımızın sunduğu “Banu Alkan ve Kocası”
belgeselini seyrediyorum. Mahremiyet ihlâlinin,
seviyesizliğin, birbirini aşağılama kültünün ve yozlaşmanın
aşılandığı, pompalandığı bu programda, para uğruna, iğrenç
ötesi bir tulûat mukallidi terbiyesizlikler numûnesi
sunulmakta. Ne muhteşem bir özdeşleşme-benimseme örneği âile
değil mi?
Câhil ve saf halkımız taraf
olmuş, birbirlerine giriyorlar hangisi haklı diye!
Aynı rezalet zinciri bütün
“Nasyonal Kanallarda” da sürüyor. Kanal D’de gene pek
hanımefendi bir san’atçımız sürekli insanları birbirleriyle
“kapıştırıp” dalgasını geçiyor. Konu ise gencecik evli bir
çiftin hayatı, sorunları… Belli ki alacakları ücret uğruna
özel hayatlarını, âile kurumunun rûhunu satmış bu insanlar.
Ne muhteşem bir özdeşleşme-benimseme örneği âile değil mi?
Câhil ve saf halkımız gene
taraf olmuş, birbirlerine giriyorlar hangisi haklı diye!
Diğer kanallarda da “Kadın
Programı” nâmı altında insanlara hakaret ediliyor, iftira
atılıyor, gizlilik saklılık dinlenmeksizin kavga
ettiriliyorlar. Hâttâ bir intihar vak’ası yaşanıyor. Fatih
Altaylı’nın program yapımcısı beni arıyor, canlı yayında bu
konuyu tartışmayı teklif ediyor. Tabii ki kabûl ediyorum ama
akşamüstü kötü haber ulaşıyor: Programı hazırlayan ve sunan
pek hanımefendi hâtun kişi katılmayı reddetmiş. Yayın iptâl
ediliyor!
Geçmişten Bugüne Bir
Seyahat
Epeydir diğer kanalları ve
programları da takip etmekteyim fırsat oldukça. Bu arada
kendi televizyona çıkma hayatımı hatırlıyorum. Gelin kaynana
anlaşmazlığı hakkında yazdığım bir yazıyla beni “keşfeden”
Leylâ Tekül’ün Yüksek Ökçeler programına dâvet edilerek
adımımı atmıştım kameraların önüne. O programları
hatırlayanlarınız vardır. Leylâ çok hoş bestesini bizzat
piyanoyla icrâ ederek canlı yayına başlardı. Akabinde
esprilerle esas konuya gelir, seyircilerle de tartışarak
sözü bilirkişiye yönlendirirdi. Gâyet seviyeli ve
hoşsohbetle geçen iki saatin sonunda gene piyanosuyla
seyircilerine veda ederdi. İlk programdan sonra başlayan
dostluğumuz uzun seneler sürdü; şimdilerde, artık
buralardaki seviyesizliğe dayanamayarak Kanada’ya yerleşmiş
durumda.
O dönemlerde henüz ihtisasımı
yapmakta idim. Herhâlde beğenildi ki tarzım ve üslûbum,
diğer kanallardan dâvetler başladı. İşte, gene o dönemlerde
şöhret merdiveninin basamaklarını tırmanmakta olan Esra
Ceyhan’ın HBB televizyonundaki canlı yayınına dâvet edildim.
Genç, güzel, zeki, hassas ve muhteris bir yapısı vardı;
başarı için gereken her şey yâni. Programlarına yayın
saatine çok kısa süre kaldığında gelir ve bir süratle
makyajını yapıp yayına girerdi. İlk programımızda iki saat
sevgiden ve aşktan bahsettik. O kadar hoş ve seviyeliydi ki
bu sohbet, sonradan sayısını hatırlayamayacağım kadar çok
programına katıldım Esra’nın. A’dan Z’ye başladığında da çok
güzel gitti her şey. Hâttâ 2000 senesindeki bir canlı
yayında, şimdilerde köşe yazarlığı yapan bir ilâhiyat
profesörünün cinlerle ilgili saçmalamasına öylesine net
tepki verdim ki, uzun süre bu yayın ve program gündemde
kaldı.
Aynı dönemde ABD’den gelmiş
zeki, becerikli ve saygılı bir hanımefendinin programlarına
çağrılır oldum: Ayşe Özgün. İlk beraberliğimizde Alzheimer
Hastalığı’nı konuşmuştuk. Onunla da ahbaplığımız senelerce
sürdü, hatırlayamayacağım kadar çok programına konuk oldum.
Alkışlar arasında sahneye çıkar, seyircileri de enteraktif
bir şekilde konuya çeker ama uzmana son sözü söyleterek
programını bitirirdi. Seviyeli ve keyifliydi o programlar.
Bir kere tanınmıştım ya, Tuna
Serim diye akıllı, seviyeli, esprili ve saygılı bir
programcı ve sunucuyla tanıştık. Televizyonlarda ve
radyolarda hatırlayamayacağım kadar çok program yaptık. Onun
programlarında tanıştığım genç, zeki, gönlü sevgi dolu bir
yayıncı oldu: Ergun Gümrah. Onun ve çocukluk arkadaşım
sevgili dostum Banu Zorlutuna’nın işbirliğiyle Kent TV’de
Şafak Favey’le “Parola Şafak” programını sunduk uzun süre.
Esprili ama çok seviyeliydi sohbetlerimiz. Daha sonra da
“Terapi” isimli, tamamen üst seviyede bir kültür programını
her hafta kendim sundum. Daha o zamandan henüz olmamış
İstanbul depremini Celâl Şengör’le, klonlamanın geleceğini
Beyazıt Çırakoğlu’yla, nöropsikiyatrinin istikbâlini
rahmetli hocam Nedim Zenbilci’yle, endüstriyel psikolojiyi
sevgili dostum Acar Baltaş’la, psikoloji ve psikiyatri
işbirliğini aziz arkadaşım Emre Konuk’la vs. konuştuk. İki
seneden fazla süren program, Kent TV’nin kapanmasıyla hitam
buldu.
Bu arada sevgili Mansur
Beyazyürek ve arkadaşlarının programına da konuk oldum.
İclâl Aydın’la senelerce radyo ve televizyon programlarında
söyleştik. İki sene öncesine kadar hemen bütün televizyon ve
radyo kanallarında çeşitli konularda yayınlara katıldım.
Dâima seviyeye ve saygıya önem verdim. Buna uygun görmediğim
yüzlerce (abartmasız) daveti nâzikçe reddettim. Şeriatçı,
bölücü ve edepsizce olmayan her türlü daveti kabûl ettim.
Bir kere tongaya düşüp, Alev Alatlı çok ısrar etti diye
kandırılarak Reha Muhtar’ın programına katıldım ama canlı
yayında gereğini söyleyerek tavrımı koyarak sıyırdım.
Katıldığım programlarda pek
çok şarlatanın, üçkâğıtçının da ipliğini pazara çıkardım.
Bunlardan bana kızıp yazdıkları uçuk kitap veya makalelerde
beni rahmetli babamın ismini kullanarak ucuz şöhret peşinde
koşan, bilgisiz ve gösteriş budalası olarak ilân edenler
oldu. Güldüm geçtim.
Fatih Altaylı’nın Kanal
D’deyken yayınlanan Teke Tek programının ilk seyircili
yayınında saatlerce paparazzi ve benzeri programların
zararlarını, toplumumuzun misenforme ve dezenforme edilip
etnik ve ekonomik bölücülüğün pompalandığını anlattım.
RTÜK’ün Ankara Bilkent’te
düzenlediği istişâre toplantısında bütün bunlara ve Türk
kültürünün Kürtleştirildiğine dikkat çektim.
NTV’de Sayın Celâl Pir’in
programlarına ciddi konularda istişâre için davet alırdım;
son iştirak ettiğim yayında benim gibi milliyetçi ve
Atatürkçü fikir adamlarının önlerinin kesildiğini, daha da
kesileceğini anlatmıştım. Aynen de öyle oldu.
Bugünlerde Neler Oluyor
Esra’nın programına en son
geçen sene TV 8’deyken katıldım. Şaştım kaldım, Esra o benim
senelerdir tanıdığım Esra değildi, tamamen tribünlere
oynuyordu ve eski saygısı da, seviyesi de yoktu! Arada bana
söz geldi, Türkçesi olmayan bir kelimeyi önce İngilizce
söyleyip akabinde açıklayacaktım ki, bir hışımla “Türkçe
konuşun hocam” diye beni ikaz(!) etti. O kadar şaşırdım ki,
söyleyeceklerimi de tam söyleyemeyip kısa kestim. Sonra da
bir şarkıcı “insanın en iyi doktoru kendisidir” diye fetva
verip programı bitirdi! Şimdilerde ise gene ATV’de ve o da
milleti canlı yayında haşlıyor, fırçalıyor. Nedense her
türlü programa çıkmadan duramayan bâzı meslekdaşlarımızı da
konuşturmuyor, sözlerini kesiyor, onların yerine ahkâm
kesiyor. Belli ki reyting uğruna seviyeyi iyice aşağıya
çekmiş.
Ayşe Özgün ise ipin ucunu
tamamen kaçırmış. Televizyondan millete gazap ve öfke
saçarak cezalandırıyor, yanında oturan meslekdaşlarımızın
lâflarını ağızlarına tıkıyor ve bağırıp çağırıyor! Dehşet ve
saldırganlık prim yapıyor ya, o da seviyeyi iyice aşağı
çekmiş.
Tuna Serim artık sâdece köşe
yazarlığı yapıyor.
Etnik kimliği sebebiyle
harcandığını, hakkının yendiğini söyleyen İclâl TGRT’de ve
başka kanallarda programlar yapıp şöhret merdivenlerini
tırmanıp ünlü bir yazar oldu. Televizyonda yer almıyor
şimdilerde.
Sosyolog ve fikir adamı
kimliğiyle belli bir saygınlık kazanmış olan Emre Kongar
müstehzî bir şekilde gözlerini devire devire “hukukun
üstünlüğü yerine, bâzen de üstünün hukukunu konuşmak
gerekir” diyen bir gazeteciyle Hacivat Karagöz oyunu
oynuyor.
Sağlık programlarına çıkmak
için her branştan hekim ve kurum televizyonlara Dolar veya
Avro karşılığında para ödüyorlar! Geçenlerde birisi “sizi
televizyonlarda göremiyoruz artık hocam” dedi. Şöyle bir
düşündüm ve “çok kilolandım, ondan çıkmıyorum” cevabını
verdim.
Açlık, sefâlet, cehâlet ve
rezâletlerle beyni uyuşturulmakta halkımızın. Buna âlet
olanların ise keyifleri yerinde, ceplerine dolan paralara
bakmaktalar. Ne diyeyim, diyebilirim ki! Aklıma Gâzi Mustafa
Kemâl Atatürk’ün Gençliğe Hitâbesi geliyor.